Gerçek kulluğa vâsıl olabilmek için dünyânın fânî yaldız, şâşaa ve gel-geç sevdâlarından uzakta kalmak bir zarûrettir. Nitekim İbrahim bin Ethem Hazretleri’nin takvâ yoluna meyletmesi için başına geçen menkıbe…
Mevlânâ -kuddise sirruh-, fenâ mertebesine kavuşabilmenin sırrının mutlak teslîmiyette olduğunu şu şekilde ifâde eder:
“Deniz suyu, kendisine bütünüyle teslim olan ölüyü başı üstünde taşır. Diri olan ve en ufak tereddüdü bulunan ise, denizin elinden nasıl sağ kurtulur? Aynı şekilde «Ölmeden evvel ölünüz.» sırrı ile beşerî sıfatlardan soyunarak ölürsen, esrâr denizi seni baş üzerinde gezdirir.”
İnsanın yaratılış gâyesi, kulluk ve Rabb’in bilinmesidir. Eşyânın ve hakîkatin derinliğine inebilmenin sırrı, mârifet okyanusundan bir şebnemciğe olsun kavuşabilmekle başlar.
DAMDA DEVE ARANIR MI?
Gerçek kulluğa vâsıl olabilmek için dünyânın fânî yaldız, şâşaa ve gel-geç sevdâlarından uzakta kalmak bir zarûrettir. Nitekim İbrahim bin Ethem Hazretleri’nin takvâ yoluna meyletmesi, şöyle bir ihtar neticesindedir:
Bir gece yarısıydı. İbrahim bin Ethem, tahtının üzerinde uyuyakalmış olarak yatmaktaydı. Birden sarayının damında müthiş bir gürültü ve patırtı çıktı. Yüksek sesle bağırışıp çağrışmalar gittikçe çoğaldı ve en-nihâyet sultânı uyandırdı.
Sultan İbrahim bin Ethem, hızla yerinden doğrularak dama doğru haykırdı:
“–Kim var orada? Gecenin bu saatinde damda ne yapıyorsunuz?”
Derinden bir cevap geldi:
“–Kaybolan devemizi arıyoruz sultânım!”
İbrahim bin Ethem hiddetle seslendi:
“–Damda deve aranır mı bre ahmaklar?!.”
Bu seferki cevap çok mânidar ve irşad niteliğindeydi:
“–Ey İbrahim bin Ethem! Sen damda deve aranmayacağını biliyorsun da, sırtındaki ipekli elbiseler, başındaki tâc, elindeki kırbaç ve oturduğun tahtla Hakk’ı arayıp bulamayacağını bilmiyor musun?!.”
Bu hâdise, İbrahim bin Ethem’in rûhunda uzun zamandır başlamış bulunan mânevî med-cezirleri sıklaştırdı. Onu kararsız ve şaşkın bir hâlde bıraktı. Fakat sultan, yine de eski hayâtından tamamen kopamadı.
Ancak İbrahim bin Ethem’in mûtâdı olan avcılık tiryâkiliğinde karşılaştığı ikinci mânevî işaret ve îkazdır ki, onu hakîkî bir Hak yolcusu eyledi. Bu av mâcerâsı şu şekilde vukû bulmuştur:
CEYLAN MENKIBESİ “AVCI İKEN AV OLMAK”
İbrahim bin Ethem Hazretleri, bir gün ava çıkmıştı. Bir ceylanın arkasından koştu. O kadar ki, askerlerinden tamamen uzaklaştı. Atı kan-ter içinde kalmıştı. Fakat İbrahim bin Ethem, ceylanı avlamakta kararlı olduğu için bu koşturmacadan vazgeçmedi. Tam ceylanı köşeye sıkıştırmıştı ki, o nârin ve güzel hayvan hâl lisânıyla:
“–Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın. Allah, seni, beni avlaman için mi yoktan var etti? Hem beni avlasan ne kazanacaksın? Bir cana kıymaktan başka ne elde edeceksin?” dedi.
İbrahim bin Ethem, bu sözleri duyunca, yüreğine öyle bir kor düştü ki, o anda kendisini atından yere attı. Sahrâlara doğru koşmaya başladı. Bir müddet sonra etrafına baktığında kocaman sahrâda bir çobandan başkasını göremedi. Hemen yanına gidip yalvardı:
“–Ne olursun, şu üzerimdeki mücevherleri, pâdişahlık elbiselerimi ve silâhlarımı benden al da senin giydiğin abayı bana ver! Kimseye de bir şey söyleme!” dedi.
Çobanın şaşkın bakışları arasında abayı giydi ve gözden kayboldu. Çoban onun arkasından; «Pâdişâhımız delirmiş olmalı!» diyordu. Oysa İbrahim bin Ethem, delirmemiş, bilâkis aklı başına gelmişti. O, ceylan avına çıkmış, ancak Allah Teâlâ, onu bir ceylan ile avlamıştı.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden BİR TESTİ SU, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/ibrahim-bin-ethem-deve-hikayesi.html