31 Ağustos 2015 Pazartesi

Dünya hayatı geçicidir

Dünya hayatı geçicidir

 
Hüseyin Gültekin - [İslami Hayat]
h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
28 Ağustos 2015, 02:21



“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).” (Asr Suresi, 103/1-3)

 Bir insan için bu dünyadaki en büyük saadet, imanla kabre girmek olsa gerek. İmanla kabre giren kişi –velev ki büyük büyük günahlar işlemiş olsun- eninde sonunda Cennet’e girecektir. Zira bu, Rabbimizin, gerçekleştirmeyi üzerine almış olduğu bir vaadidir ki, Rabbimiz asla vaadinden dönmez. Kişi için dünyevi ne zenginlikler, ne mutluluklar, ne başarılar… Hiçbirinin aslında bir önemi yoktur. Bunlar dünyaya ait oldukları için ölümle birlikte geride bırakacağımız, asla yanımızda götüremeyeceğimiz şeylerdir. Tek bir gerçeklik vardır o da sahip olduğumuz imanımız ve o imanımızın derecesi, kuvveti ve sağlamlığıdır.

Bir bardak soğuk suya...


 Rivayete göre şeytan, insanı son bir kez ölüm anında kandırmaya, onun, imanını kaybetmesi için vesvese vermeye çalışırmış. Canını vermekle uğraşırken kan-ter içinde kalıp, susuzluktan dili damağına yapışan kişinin karşısına bir bardak soğuk suyla çıkar ve imanı karşılığında o bir bardak suyu satmaya çalışırmış.
 
Bu rivayet ne kadar doğrudur bilemeyiz ama şöyle bir gerçek vardır ki kişi, ölüm anında bazen çok büyük imtihanlara maruz kalabilmektedir. Gerek maddi gerekse manevi acılar, insanın üzerine bazen öyle bir çöker ki, o esnada kişi, “denize düşen yılana sarılır” misali, kurtarıcı gördüğü en tehlikeli sebeplere bile sarılabilir.
 
Sağlam bir iradeye sahip değilse eğer, bu esnada, birçok şeyden taviz vermeye hazırdır. Yaratılışında bulunan unutkanlık, nankörlük ve acelecilik gibi özellikler düşünüldüğü zaman, esasında hiç kimse tam manasıyla akıbetinden emin olamaz. Kur’an-ı Kerim’de verilen örneğe göre, denizde yolculuk yaparken çıkan bir fırtınada, boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca Allah’a en içten bir şekilde yalvaran kişi, karaya adımını atar atmaz nankörlük yapıp Cenab-ı Hakk’ı kolayca unutabilir.

Hüseyin bendendir!


 Ya’lâ bin Mürre’nin nakline göre bir davete gitmekte olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yolda çocuklarla oynamakta olan torunu Hüseyin’i de beraberinde götürmek için yakalamak ister.
 
Fakat çocuk bir sağa bir sola kaçmaya başlayınca Efendimiz, yakalayıncaya kadar onu takliden sağa sola koşarak peşinden gider. Tutunca elinin birini ensesinin altına, diğerini çenesinin altına kor ve onu öper. Ardından da “Hüseyin bendendir ben de Hüseyin’denim” buyurur.

4 rekâtlı farz namazda 5. rekâta kalkarsam ne yapmam gerekir?

 Tahiyyatı okumadan kalkarsa, 5. rekâtın secdelerini yapmamışsa hemen tahiyyata oturur, tahiyyatı okuduktan sonra sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar.

5. rekâtın secdelerini yapmışsa onu 6’ya tamamlar. Bu altı rekâtın hepsi nafile olur, aradaki oturuşu terk ettiği için sehiv secdesi gerekir. Farzı yeniden kılması gerekir. Çünkü farz olan son oturuşu terk etmiştir. Bir farz terk edilince namaz bozulur ya da nafileye dönüşür.

 Tahiyyatı okuyup kalkmışsa, iki rekât daha kılar ve 6’ya tamamlar. İlk dört rekât farzdır ve bu farz, son oturuşu yapmakla bitmiştir. Son iki rekât ise nafile olur.

http://www.meydangazetesi.com.tr/dunya-hayati-gecicidir-makale,1229.html


29 Ağustos 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - İbadet, imanın muhafazası hükmündedir...

Hekimoğlu İsmail - İbadet, imanın muhafazası hükmündedir...


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Yazarlar Hekimoğlu İsmail-Ben İslamiyet'i seçtim!

İbadet, imanın muhafazası hükmündedir...


Astronomi, biyoloji, arkeoloji gibi bilimlerden az çok nasibi olanlar anlar ki;

bu dünyayı yaratan Allah, bir başka âlemi de yaratmıştır; bizi bu dünyaya getiren Allah, bizi başka bir âleme götürecektir. Yani anlaşılıyor ki, biz uzun bir yolculuğa çıkmışız. İşte bu yolculukta Müslüman'ın azığı ibadettir.

İbadetin asıl manası; kulun Allah'a karşı aczini ve fakrını anlayıp O'na teslim olmasıdır. İhlas Sûresi'nde “Allah'us-Samed” ayeti vardır; Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey Allah'a muhtaçtır.

O'nun mülkünde yaşıyoruz. Yarattığı havadan, güneşten, aydan istifade ediyoruz; bitkilerden, hayvanlardan ve meyvelerden yararlanıyoruz; denizden, dağdan menfaat sağlıyoruz. Yağmuru bizim için yağdırıyor, rüzgârı bizim için estiriyor; baharı bizim için nimetlerle dolu bir sofra gibi önümüze seriyor. Bizi taş, toprak, hayvan yapmamış, insan olarak yaratmış ve her şeyi de bizim istifademiz için emrimize vermiş. Sonra bize iman nasip etmiş. Dahası en büyük nimet olan İslam ile şereflendirmiş…

Şimdi kendi kendimize soralım; bizi mükemmel yaratıp bunca ihtiyacımızı karşılayan, bunca nimetleri verip bizi nazlı bir çocuk gibi besleyen Allah'a teşekkür etmemiz gerekmez mi? “Evet, teşekkür etmemiz gerekir.” diyorsak, işte o teşekkürün adı ibadettir. İbadet etmeyen insan, Allah'a karşı bunca nimetlerden dolayı teşekküre ihtiyaç görmüyor demektir. İbadet aynı zamanda Allah'a itaattir.

Allah bize haramlardan kaçmamızı, helallere ittiba etmemizi emretmiş. Mesela bir otobüs şoförü her an yola dikkat eder. Gittiği yol boyunca şoförlüğün gereğini yerine getirir. Müslüman da doğduğu andan ölene kadar Allah'ın gösterdiği yol üstünde gidiyor. Nasıl ki, uyuyan şoförün arabası devrilirse, gaflete dalan Müslüman'ın da arabası devrilir; haramlardan kaçan Müslüman'ın her anı ibadettir.

İnsan, et ve kemikten ibaret değildir. Midemiz gıda, gözümüz ışık, kalbimiz iman ve ibadet ister. Maddi hastalıklar kısacık dünya hayatımızı tehdit ederken, manevi hastalıklar ebedî hayatımızı tehlikeye sokar. Hastalanmamak için her türlü tedbiri alan bir adamın, ebedî hayatını tehlikeye atacak manevi hastalıklara aldırış etmemesi akıllılık değildir.

Sabah kalkarız, niyet ederiz; “Allah'ım! Bugün yaptığım bütün amellerimi Senin rızan için yapıyorum.” O gün akşama kadar yaptığımız işlerde eğer haram yoksa hepsi sevap hanemize yazılır.

Bazıları da, “İbadetimize haşa Allah'ın ihtiyacı mı var?” diyorlar. Doktor, hastasına hastalığı için reçete yazar. İlaca ihtiyacı olan hastadır, ilacın faydası hasta içindir, hastanın ilacı kullanmamasının doktora bir faydası da zararı da yoktur. “Allah'ın ne ihtiyacı var ki, ibadet etmem için bu kadar ısrar ediyor?” diyen insan işte bu hastaya benzer. Dolayısıyla ibadete bizler muhtacız, haşa Cenab-ı Hak değil. İşte, manevi hastalıklara yakalanmamanın çaresi, ibadetlerdir. İçimiz sıkılıyorsa ruhumuzun ibadet ihtiyacını karşılamadık demektir.

Tarih şahittir ki Müslümanlar ne zaman İslam'a sarılmış, o zaman ilerlemişler… Ne zaman da gevşeklik göstermişlerse, o zaman gerilemiş ve düşmanın ayağının altına düşmüşler. Demek ki, her yerde tezahür eden rububiyete binaen, ibadet-i külliye gereklidir; mikrop hükmündeki kötü insanların varlığından korkmamalı, milli bünyenin zayıf düşmesinden korkmalıdır. Çünkü iman, ibadeti davet eder. İbadet imanı korur. Milli bünyeyi kuvvetlendirmek isteyen de evvela kendisi ilmen ve ibadeten kuvvetlenmelidir. Çünkü ibadet, imanın muhafazası hükmündedir. Şuurlu bir Müslüman'ın İslâm'a uygun olarak yaptığı her iş, her söz ve her hareket ibadettir.

Nasıl ki köklerden gelen çamur, bir fabrika hükmünde olan ağacın gövdesinde çiçeğe, gıdaya dönüşür.

Ey insan, sen hangi kıyafet içinde olursan ol! Mevkin, makamın da ne olursa olsun! Çamuru çiçeğe döndüren bitkilerden ibret alıp, çamurlaşan dünyamızda ibadet çiçekleri açmaya memursun!

http://www.zaman.com.tr/yazarlar/hekimoglu-ismail/ibadet-imanin-muhafazasi-hukmundedir_2313369.html



Efkan Vural - Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-87

Efkan Vural - Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-87

SEVGİLİ EFKAN HOCAM Milliyet Blog'daki Yazı dizisine ÖZETLEYEREK ŞÖYLE DEVAM ETMİŞ... 

SEVGİLİ EFKAN HOCAM , YAZIDAKİ KONULARI VE ÇOK KIYMETLİ TAVSİYELERİNİ MADDELER HALİNDE ÖZETLEMİŞ AŞAĞIDAKİ YAZININ SONUNDA...

Allah razı olsun hocam... Sizi çok seviyorum canım hocam...

Sevgili Efkan hocam benim en iyi dostum, akıl danıştığım büyüğüm, kendime örnek aldığım mütevazi, dürüst, ahlaklı, dindar, çalışkan, Allah'ın -inşallah- salih bir kuludur.

Benim namaza başlamama -oturarak teyemmümle nasıl kılacağımı öğreterek ve namazın önemini anlatarak- vesile oldu, yani beni Rabbimle buluşturdu. Allah ebediyyen razı olsun.
Allah bizleri sevdiklerimizle birlikte cennette de komşu etsin.

YALNIZ ŞUNU BELİRMEK İSTİYORUM. BEN BUNLARI YAYINLARKEN EFKAN HOCAMA HEP ŞUNU DEMİŞİMDİR:

HOCAM UTANIYORUM, İNŞALLAH BİRGÜN VUSLAT OLUNCA BUNLARI YAYINLAMAN DAHA GÜZEL OLMAZ MI?

OLSUN CELAL MERAK ETME, SEN ÖLÜRSEN YİNE YAYINLARIM... DİYOR.

Çok emek harcayıp özet haline  getirmişsiniz. İyi ki varsınız hocam, bizi komşu yapana hamdolsun...

http://blog.milliyet.com.tr/her-seye-ragmen-yasamak-cok-guzel-87/Blog/?BlogNo=508335


Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-87


Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-87
 

Celal ÇELİK ’in hayata dair, ahlaki, dini ve felsefi yorumlarını yayınladığım yazı dizisini, sevgili Celal ÇELİK’in tüm yazılarını gözden geçirerek kısa ve öz olarak sizlere sunmaya devam ediyorum.

Uğraş vermek

Evde boş oturup TV izlemekle sıkılıp yoruluyorum. Rabbimizin bir Kur'an ayetinde dediği gibi, kendimi yeni bir işe verdim ve sıkılmak bir yana vaktin ne çabuk geçtiğini anlamıyorum...

“Evet, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. O halde (bir iş ve ibâdeti) bitirip boşaldın mı, hemen (ikinci bir iş ve ibâdete) başlayıp yorul. Hep Rabbine yönel, O’na yaklaş! ”(İnşirah suresi, 6,7,8. ayet)

Aslında demem o ki; insan boş boş oturmakla, sürekli yatmakla dinlenemiyor. Kendinize bir hobi edinin. Yazı, şiir yazmak, ağaç dikmek, çiçek yetiştirmek, bir müzik enstrümanı çalmak, vs gibi...

Geçen şöyle bir söz okudum; yukarıdaki ayette geçen, Rabbimizin, o halde bir işi bitirince, hemen başka bir işe başla, tavsiyesinin hikmetini, yani gizli nedenini anladım:

“İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şeyler atmazsanız, kendi kendini öğütür durur.” (İbn-i Haldun)

Suizan (Kötü zan)

Zan kelimesini biliyorsunuz, zannetmek fiilinin köküdür. Zan iki türlüdür. Suizan (kötüzan) ve Hüsnüzan (güzelzan) ....

Günlük hayatta pekçok insanın, gördükleri bir olay veya insan hakkında düşünmeden hemen suizan ettiklerini acizane bakış, mimik ve konuşmalarından anlayabiliyoruz.

Suizan, birinin kötü bir iş yaptığını zannetmektir. Kalbe gelen kötü düşünce, o hâliyle suizan olmaz. Kalbin o tarafa kayması suizan olur.

Mesela birinde bir kalem görünce, (acaba bu kalemi çalmış olabilir mi) diye sadece düşünmek suizan olmaz. Ama (çalmış olabilir) diye zannetmek suizan olur.

Ahilik Teşkilatı

Ahilik; temeli yardımlaşma olan Osmanlı Devleti’nde ticari hayatı canlandıran ve ticari hayata yön veren en önemli esnaf teşkilatıdır.

Ahilik teşkilatının benimsediği Ticaret Ahlâkında 5 Altın Kural

1. Hileli ve çürük mal satmayacaksın,

2. Müşteriden fazla para almayacaksın,

3. Bir başkasının malını taklit etmeyeceksin,

4. Noksan tartmayacaksın ve bozuk terazi kullanmayacaksın,

5. Sahte ve kalitesiz mal üretmeyeceksin,

Bugün bu teşkilatın yüzyıllar önce benimsemiş olduğu altın kurallara ne kadar ihtiyacımız var değil mi?

Celal ÇELİK’in Yukardaki yazı ve yorumlarından hareketle şu sonuçlara ulaşabiliriz:

a-Boş durmak yerine herhangi bir işle meşgul olmalıyız.

b-Bir işi bitirince başka bir işe yönelmek gerekir.

c-Kendimize hobiler edinerek hayatamıza renk vermeye çalışmalıyız.

ç-Kötü zannetmekten kaçınmalıyız.

d-Başkaları hakkında kötü kanaatlerden uzak durmalıyız.

e-Ahilik teşkilatı esnaflar arasında ahlaki ilkelere bağlı manevi bir yapıdır.

f-Bugün Ahilik’te olduğu gibi her durumda dini ve ahlaki kurallara sıkı sıkıya bağlı olmalıyız.
 
Efkan Vural

  (Devam edecek)
 
 
 

 

28 Ağustos 2015 Cuma

Kur’an’da en çok emredilen ibadet: Namaz

Kur’an’da en çok emredilen ibadet: Namaz

 
Cemil Tokpınar

c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
28 Ağustos 2015, 02:26
 
Namazı emreden Rabbimiz olduğuna göre, bu ibadetin önemini de ancak O’nun kitabı Kur’an’dan öğrenebiliriz. Namaz Kur’an’da yüzden fazla ayette konu edilmiş ve doğrudan emredilmiştir. Bunun kadar çok zikredilen, üzerinde ısrarla durulan başka bir ibadet yoktur.

Şu gerçeği de hemen belirtelim:

Rabbimizin kıyam, rükû, secde, tekbir, tesbih, hamd, şükür, zikir, ibadet, salih amel, takva ile ilgili emirleriyle en başta kastettiği ibadet, yine namazdır.

Yani, Allah kıyamı, rükûu, secdeyi emrediyorsa kastettiği ibadet öncelikle namazdır.

Kendisini zikretmemizi, nimetlerine şükretmemizi, tesbih ve tazim etmemizi istiyorsa, yine kastettiği büyük ölçüde namazdır.

İbadeti emreden tüm ayetlerde en büyük hisse namazındır. Çünkü salih amelin başı namazdır.

Takva yani Allah’a karşı gelmekten sakınmak, günahlardan kaçınmak, önce namaz kılmakla olur.
Kur’an’da kıyam, rükû, secde, tekbir, tesbih, hamd, şükür, zikir, ibadet, salih amel, takva ile ilgili ayetlerin sayısı ise yüzlercedir.

Duanın kabulüne vesile

Rabbimiz kendisinden yardım istenirken bile önce namaz kılınmasını ister:
“Beni (iman ve ibadetlerle) zikredin ki, ben de sizi (lütuf ve ikramla) anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin. Ey iman edenler! Allah’tan sabır ve namazla yardım isteyin. Muhakkak ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara Suresi: 152-153)

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, gerçek zikir ve şükür namaz olduğu gibi, Allah katında kredimizin ve itibarımızın artmasının en önemli vesilesi de hakkıyla namaz kılmaktır. Üstelik Rabbimizin ihsan ettiği nimetlere ilave olarak ekstra isteklerimiz varsa, onları da ancak namaz kılarak istemeliyiz.

Oysa Müslümanların çoğu namaz kılmadığı halde dua eder ve bir de “Niçin dualarım kabul olmuyor?” diye sitem eder. Elbette namaz kılmayanların dua etmemesini söylemiyoruz, ancak kaliteli duanın namazla olacağını ifade ediyoruz.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kılıp bizlere de tavsiye ettiği hacet, yağmur, istihare, hafıza ve tevbe namazları da birer “dua namazı” değil midir?

Namaz, gerçek müminin özelliğidir

Enfal Suresi’nin başında ise, gerçek mümin olmanın şartları arasında namaz vardır. İşte bizleri derin düşüncelere sevk edecek ayetler:

“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine O’nun ayetleri okunduğunda imanları ziyadeleşir ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunurlar. İşte onlar gerçek müminlerin ta kendisidir. Onlar için Rableri katında yüksek derecelerle günahlardan bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfal: 2-4)

Rabbimiz namaz kılmayanı gerçek mümin saymadığına göre, namazı terk edersek ahirette bizi hangi bahane kurtarabilir?

Bizlere kurtuluş müjdesi veren Müminûn Suresi’nin ilk on ayetinde ise iki yerde namazdan bahsedilir. Kabir ve cehennem azabından kurtulup Cennete kavuşan müminlerin birkaç özellikleri içinde ilk sayılan ‘huşû içinde namaz kılmak’ tır. Aynı surenin 9. ayetinde ise ‘namazı devamlı ve şartlarına uygun olarak vaktinde kılmak’ sayılır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Müminûn Suresi’nden bahsederken, “Şu anda bana on âyet indi; kim bu âyetlerin gereğini yaparsa Cennete girecektir” buyurmuştur. Namaz kılmazsak, Cennet hülyaları kurabilir miyiz?


Daha üstünü yok

Bir gün Peygamberimize (a.s.m.):

– Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir, diye sorulunca:
– Vakti gelince kılınan namazdır, buyurdu. (Buharî, Namaz Vakitleri: 6)

Bu hadis gösteriyor ki, namazdan daha üstün bir ibadet yoktur ve olamaz.

Ayrıca namaz, imandan sonra en önemli ibadettir. Kâinatta ve İslâmda, imandan sonra en büyük hakikat, namazdır. Bakın Rabbimiz bu konuda ne buyuruyor:

“İman eden kullarıma söyle: Namazı dosdoğru kılsınlar...” (İbrahim: 31)

Emredersin Rabbimiz! İşittik ve can ü gönülden itaat ediyoruz.

http://www.meydangazetesi.com.tr/kuranda-en-cok-emredilen-ibadet-namaz-makale,1230.html


27 Ağustos 2015 Perşembe

Siz hangi kokuyla anılmak istersiniz?

Siz hangi kokuyla anılmak istersiniz?

 
Aslıhan Erkişi

a.erkisi@meydangazetesi.com.tr
25 Ağustos 2015, 02:11


Bir insanın önce sesini, sonra yüzünü, en son giysisini unuturmuşuz. Kokusunu ise yıllar geçse bile unutmazmışız. Bunu duyduğumda hiç garipsemedim. Koku denince ilk aklıma gelen yavrularımın kokusu oldu. Tartımı kusursuz, ne eksik ne fazla. “Ya Rabbi, bu olsa olsa cennet kokusu olabilir” dedirten bebek kokusu.

 Bazen bir kokuyla anımsadığımız mekânlar vardır. Bazen bir kokuyla anımsadığımız insanlar… Çocukluğunuzun geçtiği sokakların kokusunu hiç unutmazsınız. Aradan 25 yıl geçtikten sonra Almanya’ya gittiğimde, doğduğum sokağın, bahçesinde oynadığım evin kokusunu hiç unutmadım. Döndüğümde de vatanımın kokusunu.

 Bir fincan kahvenin belki de onun içindir 40 yıl hatırı. Dosta eşlik eden kahvenin kokusudur unutturmayan dostluğu.

Çok uzak kaldığımda burnumda tüten evimin kokusu, çiçek kokusu, yağmurdan sonra toprağın kokusu, bir bardak çayın yanında tarçınlı kurabiye kokusu. Ramazanda yumurtalı pidenin kokusu, baskıdan yeni çıkmış sıcak gazete kokusu, kitap kokusu. Köyde sabahın ilk aydınlığında ortalığı saran odun kokusu, kan ter içinde sokaktan gelen bir çocuğun, evde duyduğu patates kızartmasının kokusu…

İşin bir de hamilelik boyutu var elbet. Hamilelik döneminde o çok sevdiğimiz evimizin kokusu dışarıdan eve girdiğimiz anda mide bulandırıcı bir kokuya dönüşebiliyor mesela. Kahvenin kokusu davetkâr olmaktan çıkıp itici bir hale gelebiliyor. Ya da kimin hangi marka şampuanla duş aldığı konusunda uzmanlaşabiliyorsunuz. Bir arkadaşım şubat ve mart aylarının kokusu her geldiğinde aynı mide bulantısını yaşadığını söylemişti.

 Buraya kadar her şey güzel ve eminim ki birçok kokuda hemfikiriz.

Peki ya savaşın ortasında kalan çocukların hafızasından silinmeyecek barut kokuları? Yıllar yıllar geçse de yanı başlarında kaybettikleri yakınlarının, sevdiklerinin, canlarının kan kokularını unutturacak mı? Barut kokuları sadece savaşı mı hatırlatacak onlara, savaşlara sebep olanları, yakınlarını yitirmelerine sebep olanları unutturacak mı? Unutturmayacak, ne barutun kokusunu ne kanın! Birlikte anacaklar sebep olanlarla…

Neyle hatırlanacağımız, hafızalarda nasıl yer edeceğimiz, hatıralarda nasıl yaşayacağımız kokuyla birlikte anımsanacaksa eğer; ‘KOKU’ fazlasıyla önemsenecek kadar hassas bir mesele.

 Gül sunan elde gül kokusu kalırmış.

Muhabbetle…

http://www.zaman.com.tr/yazarlar/ahmet-sahin/hacilarimiza-hayirli-yolculuklar-dilerken-_2312525.html

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Zulümden herkes her devrede kaçınmalıdır!.

Ahmed Şahin - Zulümden herkes her devrede kaçınmalıdır!.


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Zulümden herkes her devrede kaçınmalıdır!.


Çünkü zulmün, gayretullaha dokunacak dereceye çıkıncaya kadar yaşama müddeti vardır.

Rabb'imiz gayretullaha dokunma derecesine varıncaya kadar zalime düşünme (mühleti) veriyor; ama asla ihmal etmiyor, yani zalimin yaptığını yanına bırakmıyor. Bir de bakıyorsunuz ki, düşünmesi için verilen mühlet bitmiş, öyle bir uyarı cezası gelmiş ki zalime, bu cezanın ne sesi var ne de sedası…

Bundan dolayı “Hak sillesinin sedası yoktur, bir vurursa devası yoktur.” sözü, tarih boyunca hep uyarı sözü olarak söylenegelmiştir zulmedenlere karşı.

Bu konuda, hemen herkese mesaj veren tarihi bir zulüm örneği arz etmek istiyorum ibretinize. Ola ki, eline geçirdiği fırsatına güvenerek çevresini ezip üzmekten kaçınmayanların düşünmelerine sebep ola, insafa gelip ikaz olmalarına vesile teşkil ede!..

Hepimizin malumu olduğu üzere, İstanbul'umuzun manevi fatihi Akşemseddin Hazretleri, fetihten sonra, Sultan Fatih'in kedisine özenerek devlet işlerini bırakıp tasavvufa yönelmesine sebep olmaktan endişe ettiği için, kimsenin uğramayacağını düşündüğü eski memleketi olan Bolu'nun Göynük kasabasındaki yerine hicretle (1459) vefatına kadar Göynük'te yaşamayı tercih eder.

Akşemseddin Hazretleri'nin takva sahibi torunlarından olan Abdülkadir Çelebi'nin ise burada bir yoncalığı olur. Yetiştirdiği yeşillikle ineğini otlatır, sütüyle helalinden geçinip gider, kimseye yük olmak istemez.

Ne var ki, hak hukuk tanımayan bir zalim çoban, her gün koyunlarını Çelebi'nin yoncalığından geçirir, yetişmiş yeşillikleri koyunlarına otlatır, Çelebi'nin ineğine otlayacak yeşillik bırakmaz.

Bir gönül ehli olan muhterem Çelebi, bu çobana bir hatırlatır, iki hatırlatır, ama nerede o anlayış? Çoban kaba kuvvetine güvenerek her fırsatta koyunlarını yine yoncalığın yanından geçirir, yetişmiş yeşillikleri kendi koyunlarına otlatıp geçer. Çelebi'nin sütüyle geçindiği ineğine otlayacak yeşillik bırakmaz.

Sonunda gönül ehli Çelebi'mizin sabrı tükenir, ellerini açıp Rabb'ine iltica eder:

- Rabb'im der, benim gücüm yetmiyor bu zalim çobana. O'nu Sana havale ediyorum. Biliyorum sen zalime (imhal) eder, mühlet verirsin, ama asla (ihmal) etmezsin, zulmü gayretullaha dokunma zirvesine çıkınca zevalini başlatırsın. Bu zalimin zulmü zirveye çıktı, sütüyle beslendiğim ineğimi de, beni de aç bırakmaya başladı artık!

Bu sızlanıştan sonra çok geçmez bir sabah iki kişi gelip Çelebi'mizin kapısını çalar. Yalvarma ve sızlanma sırası onlarda artık:

-Çobanımızın karnında müthiş bir sancı başladı. Yerlere yatıp yuvarlanıyor, bir türlü sancı dinmiyor. Kendisi bunun size yaptığı zulümden olacağını düşünüyor. Siz çok ikaz etmişsiniz, dinlememiş. Ne olur hakkınızı helal edin de çobanımız kurtulsun!

Çelebi Hazretleri ellerini açıp boynunu bükerek şöyle cevap verir:

- Bundan sonra ben de kurtaramam çobanınızı. Çünkü der: Rabb'imizin zulmüne son vermesi için zalime verdiği düşünme mühleti bitmiş, gayretullaha dokunma zirvesine çıkmış olan zulmün zevali de böylece başlamıştır demek ki? Zevali başlayan zulmün cezasını kimse durduramaz artık. Siz buradan dönerken birkaç metre bez tedarik ederek dönünüz. Ola ki çobanınıza kefen lazım ola!

Telaşla koşarlar çobanın evine doğru. Bir de ne görsünler, kapıda su ısıtmak için ateş yakmaya çalışanlar söyleniyorlar:

-Çobanımızı kurtaramadık, şimdi cenaze için sıcak su, birkaç metre de kefen lazım!

Evet, bu bir İlahi kanundur. Zulüm gayretullaha dokunacak dereceye varırsa, zevali kaçınılmaz olur, kimse gelecek İlahi takdir ve tedibin tecellisini önleyemez artık. Tek çare, zulüm zirveye çıkmadan vazgeçip mazlumun hakkını ödeyerek helalliğini almaktır…

Bu sebeple de, kimse bu tarihi misali tek başına kendi üzerine almasın, ama hemen herkes de her devrede kendi tutum ve tavrını gözden geçirmekten de geri kalmasın!.

Çünkü bu İlahi kanun, ülkeler için de, kurumlar için de, şahıslar ve komşular bazında da böyle cereyan etmekte, hemen herkes de her devrede hissesine düşen uyarı dersini alması gerekmektedir.

-Fatebiru ya ülil ebsar! Düşünün ey ibret alıp ikaz olması gereken tutum ve tavrın sahipleri!
 
 
 

25 Ağustos 2015 Salı

Ahmed Şahin - Hacılarımıza hayırlı yolculuklar dilerken…

Ahmed Şahin - Hacılarımıza hayırlı yolculuklar dilerken…


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Hacılarımıza hayırlı yolculuklar dilerken…


Hacı adaylarımızın hayırlı yola çıkmaya başladıkları şu günlerde yol boyunca karşılaşacakları zaruri zorlukları bilerek yola çıkmalarında faydalar var diye düşünüyorum. Çünkü bu bilgilerle yapacakları izdihamlı hac yolculuklarını normal bulacak, şikayetçi yorumlar yapmaya hiç de gerek görmeyeceklerdir inşallah.

     Aslında hepimiz bilmekteyiz ki, hac'da ziyaret mekanları sabittir, genişlemez. Ama ziyaretçi sayısı sabit değildir, onlar her sene artarak gelir ve çoğalırlar. Bu da aynı mekanda çoğalarak toplanan ziyaretçilerin sıkışma ve izdihamlar yaşamalarına sebep olur.

Nitekim hac ayetinin manidar ikazından da bunu anlamaktayız:

-Kime hac farz olursa bilsin ki ,orada itişip kakışma, sataşıp dövüşme yoktur!.(Bakara -197)

Demek ki hac'da tek mekanda çoğalarak toplanan sayısız ziyaretçilerin izdihamları kaçınılmaz olacaktır.

Zaten bu kaçınılmaz izdihamlar da hacımızın kazanması gereken sabır imtihanlarından birini teşkil edecektir.

Bundan dolayı hac boyunca hemen herkesin birbirine tavsiyeleri aynı olmaktadır.

-Sabır ya hacı sabır!

Ziyaret mekanlarının bu mecburi darlığının farkına varamayan hacı efendi ise, hep çevresinin verdiği izdihama takılır, hatasına kilitlenir, düzeltmeye uğraşırsa işi zordur… Sadece sinirlerini değil, edep ve nezaketini de bozabilir.

Böylesine arzu edilmeyen bir gerilimle karşılaşmamak için hayırlı yola çıktığı ilk saatlerde hacı efendi, kendine kendine tembihte bulunarak demeli ki:

-Ben öyle bir yolculuğa çıkıyorum ki, buralarda mekan hep aynıdır, genişlemez; ama ziyaretçi hep aynı değil her sene değişir ve çoğalır. Bu sebeple bazı mekanlarda daralmalar, sıkışmalar kaçınılmaz olur. Ben bunların hepsini de normal karşılamalı, hep kendi kusuruma, hatama yönelmeli, kendi yanlışlarımı düzeltmeye kilitlenmeli, başkalarının yanlışlarıyla zihnen de olsa meşgul olmamalı, baştan sona sabır imtihanını kazanmayı esas almalıyım.

İşte o zaman, maruz kaldığı izdiham ve zorluklar kendisini hiç meşgul etmeyecektir. Çünkü kendi hatasını, kusurunu görüp, onlardan kurtulmaya çalışması, kendini yeterince uğraştıracak, başkalarının hatalarına bakmaya fırsat bulamayacaktır.

Efendimiz (sas) Hazretleri müminin kendi kusurunu görmeye kilitlenmesini ise şöyle bir müjdeyle haber vermektedir:

-Allah kimin hayırlı kul olmasını dilerse, ona kendi kusurunu görme faziletini nasip eyler!.

Demek ki, insanın kendi kusurunu görmeye kilitlenme fazileti, Allah'ın hayırlı kulu olmaya talip olduğunun işaretini teşkil etmektedir.

Ne var ki, insanın kendi kusurunu görmeye yönelme fazileti, yazıldığı, konuşulduğu kadar kolay değildir.

Çünkü insan hep kendi nefsini avukat gibi savunmakta, başkalarının kusuruyla meşgul olmayı savcı gibi rahatlatıcı bulmaktadır. Halbuki kimsenin ayıp ve kusuruyla meşgul olmadan şartlarını yerine getirerek yapılan bir haccın sevabını ise Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle bir müjde ile haber vermektedir:

-Kim kardeşinin ayıbına kusuruna kilitlenmeyip hakkını almadan, gönlünü kırmadan, şartlarını yerine getirerek tamamladığı bir Hac'la evine dönmeyi başarırsa, anasından yeni doğan günahsız çocuk gibi dönmüş olur!

Evet, şartları yerine getirilerek sabırla, feragat ve fedakarlıkla yapılan haccın sonucu, böylesine muhteşem bir masumiyetle dönmek olmaktadır…

Yoksa, yolculuk boyunca çevresini kırıp dökmekten çekinmeyen, kendisini her şeyin en iyisine layık gören, hep en önde giden, en güzel yere oturan, en iyi yerde yatmayı kendi hakkı bilen, bunları temin için de her türlü tartışmayı göze alarak kıran döken bencil ve sabırsız hacı efendiye, anasından yeni doğmuş çocuk gibi masum dönme müjdesi verilmeyecektir herhalde? Hangi sabrı göstermiş, hangi fedakarlıkta ulunmuş ki onun karşılığı olarak verilsin böyle günahsız dönüş mükafatı?.

Muhterem hacılarımıza ‘Dağ meyvesi acıdır fakat şifalıdır' diyerek yorumlarımızın acı kısmından bağışlanmamızı dilerken, gönülden yaptığımız dualarımızda da diyoruz ki:

- Haccınız mebrur, sayiniz meşkur, zenbiniz mağfur; ibadetleriniz de makbul olsun efendim. Sabır ve selametle gidesiniz, şevk ve şükürle affedilmişlerden olarak dönesiniz inşallah…
 
 
 

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Dua alın!

Dua alın!

 Bir gün , (türbesi Kars'ta) Ebül Hasan Harkani hazretlerinden nasihat istediler.
Cevaben;
- Dua alın, buyurdu.

 Sordular:
- Kimin duasını alalım efendim?
- Muhtaç olan herkesin. Hele anne baba muhtaçsa, onlara hizmet etmek, ulu bir devlettir, buyurdu.
Ve şunu anlattı:
 
Vaktiyle iki kardeş ve bunların hizmete muhtaç yaşlı bir anneleri vardı.
Her gece biri, sıra ile hizmetini görürlerdi.
Biri Ona hizmet ederken, diğeri ibadet yapardı.
 
Bir gece, ibadet eden kardeşi, ibadetten çok zevk alıp, rica etti kardeşine:
- Bu gece de annemin hizmetine sen bakar mısın?
- Tabii, hayhay!

Kardeşi annesinin hizmetini görürken, o, bütün gece ibadet etti.
Sabaha doğru uyku bastırdı.
Rüyasında şöyle denildi kendisine:
- Ey filan! Kardeşin kârlı çıktı bu işte ve bütün günahları bağışlandı.
 
Çocuk sordu merakla:
- Ya benim günahlarım?
- Sen de, kardeşinin hürmetine affedildin.
Şaşırmıştı:
- Peki, hikmeti nedir bunun?

Dendi ki:
 
- Allahü teâlânın, sizin ibadetinize ihtiyacı yoktur.
  Ama anneniz, sizin hizmetinize muhtaç.
  Ona hizmet etmek, nafile ibadetten daha sevaptır



23 Ağustos 2015 Pazar

Samimiyet en güzel duadır

Samimiyet en güzel duadır

 
Hüseyin Gültekin - [İslami Hayat]

h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
21 Ağustos 2015, 07:20


Efendimiz (s.a.s), dost ve –insaflı olması kaydıyla- düşmanın ittifakıyla her yönden mükemmel bir insandır. Zaten fazilet odur ki onu sadece dost değil düşman dahi kabul etsin. Evet, bir seferinde Hz. Ali ile beraber, Ebu Cehil’e, belki onuncu, belki yirminci kez giderler. Efendimiz (s.a.s) anlatacaklarını anlatır. Cevab-ı sevap göremeden geri dönerken, Hz. Ali, birden Ebu Cehil’e dönüp: “Ey Ebu Cehil! Sen Muhammed’e (s.a.s) gerçekten inanmıyor musun?” diye sorar. O ise tarihe geçecek şu cevabı verir: “Ey Ali, biliyorum ki o Allah’ın peygamberidir.
Ama niçin O?”

Efendimiz’e (s.a.s) –hâşâ!- şair diyen, mecnun diyen, sihirbaz diyen o insanlar, asla ona yalancı diyememişlerdir. Zira 40 yaşına kadar içlerinde yaşayan, çocukluğundan o yaşına kadar hayatının bütün safhalarını bildikleri ve o güne kadar el-Emin olarak isimlendirdikleri o zat, bu yaştan sonra, hem de Cenab-ı Hak adına yalan söyleyecek değildi. Onun hayatı, peygamberliğinin en büyük deliliydi. Hele hayatında öyle olaylar vardı ki Efendimiz (s.a.s), tavrını hiç değiştirmemiş ve samimiyetini daima muhafaza etmişti.

Allah bu dini hâkim kılacak!
İslamiyet’in ilk yıllarıdır. Müslümanların sayısının birer ikişer arttığı, akrabalar arasına, Müslüman olanlar sebebiyle ihtilafların girdiği o zamanlarda müşrikler bu duruma bir son vermek için aralarında anlaşırlar ve içlerinden bir heyet seçip Efendimiz’in (s.a.s) amcası Ebu Talib’e gönderirler.

Teklifleri şudur: “Eğer zengin olmak istiyorsa, aramızda para toplayalım ve O’nu Mekke’nin en zengini yapalım. Eğer evlenmek istiyorsa istediği kızla nikâhlayalım, yok eğer istediği hâkimiyetse, onu Mekke’nin reisi yapalım. Yeter ki bu yeni dini tebliğ etmekten vazgeçsin.” Ebu Talib’in, Efendimiz’e aktardığı bu teklife karşılık O’nun cevabı ne kadar samimidir: “Amcacığım! Eğer Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem. Ya Allah bu dini hâkim kılar ya da ben bu uğurda ölürüm. ”


Günaha bakmaktan nasıl korunurum?
Birisi, Cüneyd-i Bağdâdî'ye: "Gözümü namahreme bakmaktan nasıl koruyabilirim" diye sordu. Cüneyd: "Namahrem gördüğün zaman, Allah Teâlâ’nın seni, senin o namahremi görmenden daha iyi gördüğünü hatırla" buyurdu.

Bal Arısına İlham Edilenler

Bal arısı, Kur'ân-ı Hakîm'de, adına müstakil bir sûre (Nahl) bulunan ve mükemmel özellikleriyle âdeta mucize olan bir hayvandır. Ayette: "Rabb’in bal arısına ilham etti ki: "Dağlardan, ağaçlardan ve (insanların) kurmakta oldukları çardaklardan evler (kovanlar) edin. Sonra her çeşit meyveden ye de Rabbinin (sana) kolaylaştırdığı (ve ilham ettiği sanatı yayma) yollarına gir. O arıların karınlarından, renkleri muhtelif içecekler çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz ki, bunda tefekkür eden bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) kesin bir delil vardır." buyurulmaktadır. (Nahl suresi, 68-69)

Arıya, başta bal olmak üzere her biri ayrı ayrı şifa hazinesi olan değişik kimyevî maddeleri sentezleme kabiliyeti verilmiştir. Bal arısı denince akla daha çok bal gelmektedir. Oysa arıya, yapması için ilham edilen sadece bal değildir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda balın dışında polen, arı sütü, arı zehiri, balmumu ve propolis denen maddeler de bal arısının ürünleri arasında sayılmaktadır.


Günün Hadisi
“Rabbinize karşı gelmekten sakının, beş vakit namazınızı kılın, ramazan orucunuzu tutun, mallarınızın zekâtını verin, yöneticilerinize itaat edin. Böylelikle Rabbinizin cennetine girersiniz.” (Tirmizî)


Günün Sözü
“Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir.”
(Hz. Ebubekir)

http://www.meydangazetesi.com.tr/samimiyet-en-guzel-duadir-makale,1180.html

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Akıl, aklı yaratanı bilmek zorundadır…

Hekimoğlu İsmail - Akıl, aklı yaratanı bilmek zorundadır…


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Akıl, aklı yaratanı bilmek zorundadır…


Allah, mevcudatı benzersiz ve modelsiz, yoktan var etmiş; atomlardan moleküller, moleküllerden elementler, elementlerden her şeyi yaratmış, onlara şekil vermiştir.

Bunların içinde maddeden ibaret olmayan, akıl, şuur ve muhakeme sahibi olan sadece insandır. Bu sebepten manava gidip de “Elbisemin söküğünü tamir eder misin?” desek manav, herhalde aklımızdan şüphe eder. Aynı şekilde terziye gidip “Bir kilo portakal alacağım.” dememiz de hem akla, mantığa aykırıdır hem de olmayacak bir iştir.

Gittiğim bir konferansta salona girince, çantamdan bir poşet çıkarıp masanın üzerine koydum. Herkes merakla seyrediyor, bu adam ne anlatacak diye. Poşetin içindeki toprağı masanın üzerine boşalttım ve söze başladım: Şimdi hayalen şu toprağa sorsak, “Toprak efendi, kabak yapabilir misin?” “Bir çekirdek ver, yeter.” diye cevap verir. “Elma yapabilir misin?” desem, yine “Bir çekirdek ver, yeter.” der. O zaman bu akılsız toprak, pek çok sanatı biliyor. Amma terziden bir kilo portakal isteyince adam sinirlendi, “Ben terziyim.” dedi. Hâlbuki terzi de akıllı bir adam. Bakınız, her insan öğrendiği işi yaparken, akıllı, bilgili insanların yapamadığını şu toprak yapıyor; ıspanak da yapıyor, ceviz de yapıyor. O terzi “Ey toprak, bize iplik lazım, pamuk da yapar mısın?” dese, toprak yine bir tohum ister. Bahçede elma ağacına bakıyoruz; iki metre boyunda, on santim çapındaki odun parçası bir fabrika gibi çalışıyor, zemindeki toprak bir metre sonra elmaya dönüşüyor. Hangi laboratuvar, hangi fabrika tek bir domatesi yapabilir? Demek ki Allah'ın Sani sıfatı bu toprakta tecelli ediyor.

Çünkü o toprak, zerre zerre Allah'ın emrindedir. Toprağın aklı yok, fakat külli aklın nezaretinde verilen her vazifeyi yapmaktadır. Toprak gibi bir şeyden her şeyi yaratan Allah'tır.

Bir şahıs tefsir okumuş, “Kur'an diyor ki, Allah Adem'i topraktan yarattı, topraktan insan olur mu?” diye açıklama istedi. İşte burada şuur devreye giriyor. Evvela insanın yapısına bakalım. İnsanın yapısındaki elementler aynen toprakta vardır, insanın yapısı eşittir toprak. Yani “Topraktan yarattık” ibaresini kimya, biyoloji anlatıyor. Toprakla insanın farklı olmasının sebebi insanın yapısındaki elementlerin kimyevi karışımının farklı olmasındandır. Mesela yanıcı iki gazdan Allah suyu yaratıyor. Su, hidrojene de oksijene de benzemiyor. Aynı şekilde vitamin tabletini suda eritseniz değişen bir şey olmaz. Yani vitaminli suda bulunan gıdalar, ekmekte, ette, elmada da var. O zaman ikisinin de yapısı aynı amma vitaminli suyla yediğimiz gıdalar görünüş bakımından birbirine benzemiyor. Bunun için, çeşitli elementlerden yaratılan insan da toprağa benzemiyor.

İnsanın yediği, giydiği, kullandığı her şeyin, kademe kademe geri gidildiğinde topraktan yaratıldığı görülür. İnsanı topraktan yaratan Allah, o toprağı yine insanın istifadesine vermiştir. İnsanı topraktan ve diğer canlılardan üstün kılan da şuurdur. Çünkü ancak insan ne yaptığını bilir. Mesela insan topraktan putlar yapmış, toprak itiraz edememiş, yine insan itiraz etmiş, “Allah'tan başka ilah yoktur!” demiş. Asma, çamur yemiş, üzüm gibi güzel gıdalar ikram etmiş. Bu üzümleri yiyip Allah'a şükreden insandır. Bu üzümlerden şarap ve benzeri içkileri yaparak sarhoş olup suç işleyen de insandır.

Akıl tabiata soru sorar, aldığı cevaplarla okul ders kitapları yazılır. Aklın vazifesi Kur'an'ı, İslamiyet'i anlamasıdır; akıl, aklı yaratanı bilmek zorundadır. Kâinat nizamından dini nizama, oradan vücudumuzdaki nizama ulaşıp, insanın başıboş kalamayacağını anlamak ve itaat etmek akıllılıktır. Nasıl ki toprak Allah'a itaat etti, Allah da ondan her şeyi yarattı, insan da bundan ders almalı, Allah'ın emrine göre hareket etmelidir.

Akıl aklı yaratanın emrine girmezse Allah'ın emrinde olan toprak, bazen, Allah'ın Kudret, Kadir sıfatlarını hatırlatmak için sallanır. Nankörlük edip Allah'ın verdiği sıhhatle, servetle günah işleyenler, depremle, ayaklarını sağlam yere basmadıklarını bir daha anlarlar.

Ve anlarlar ki toprak gibi bir şeyden her şeyi yaratan, onları insanlara “Rızık” olarak veren, toprak olan insanları tekrar diriltip, onlara hayatlarının hesabını soracaktır.
 
 
 

21 Ağustos 2015 Cuma

Cennet Gençlerinin Efendileri

Cennet Gençlerinin Efendileri

 
Cemil Tokpınar
c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
21 Ağustos 2015, 07:19


 Ne acıdır ki, birçok Müslüman genç, kendilerine dünyada ve ahirette hiçbir faydası olmayan birtakım ünlüleri örnek almaktadır. Oysa her konuda bizleri aydınlatan Peygamber Efendimiz (s.a.v.), gençlere kimlerin model olacağını belirtirken şöyle buyurmuştur:

"Gökten daha önce hiç inmemiş olan bir melek geldi, selâm verdi. Sonra Hasan ve Hüseyin'in Cennet gençlerinin, Fâtıma'nın da Cennet kadınlarının efendisi olduğunu müjdeledi." (Tirmizî, Menâkıb: 31)
Resulüllah (a.s.m.), Cennet gençlerinin efendilerini belirtmekle bütün gençleri de onların hayatını örnek almaya teşvik etmiş oluyordu.

Çünkü, Cennette gençlerin efendisi olmak büyük bir makamdır. Bu makama ulaşan insanların hayatlarını, ahlâklarını, İslâma hizmet edişlerini örnek alan gençler onlara yaklaşmış olurlar. Onları seven, onlar gibi yaşayan gençler, Allah'ın inâyetiyle Cennette o efendilere komşu olurlar.
Peygamberimizin (a.s.m.) "Cennet gençlerinin efendisi" olarak müjdelediği sahabeler, gençliklerini Allah'a ibâdet ve Onun dinine hizmet yolunda geçirmişler, yaşayışlarıyla bütün gençlere örnek olmuşlardır.

Bugünkü yazımızda Peygamberimizin (s.a.v.) torunları olan bu iki sahabenin ibret verici hayatlarından kısa bölümler vererek, onları çok özet de olsa tanıtmış olacağız.

Hz. Hasan (r.a.): Fedakârlık ve feragatin zirvesi
Babasının vefâtından sonra Müslümanlar Hz. Hüseyin’e biat ederek kendilerine halife seçtiler. Sonraki günlerde ona biat edenler 40 bini buldu. Irak, Hicaz, Horasan, Yemen, Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan Müslümanların halifesi oldu. Ancak Mısır ve Şam halkı onun halifeliğini tanımadılar. Zaten onlar daha önce Hz. Muâviye’ye (r.a.) biat etmişlerdi.

Müslümanlar arasında birlik temin edilememişti. Nitekim halifeliğin yedinci ayında iki tarafın da ordusu Medâyin’de karşı karşıya geldi. Hz. Hasan’ın ordusu çok güçlüydü.


Müslüman kanı dökülmesini engelledi

Ancak Hz. Hasan Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. Bunun için Hz. Muaviye’nin yaptığı teklifi kabul ederek, iki şartla halifelikten vazgeçti. Bu şartlar, bundan böyle halifelerin Müslümanlar tarafından seçilmesi ve oğlu Yezid’i veliaht tâyin etmemesi ile fakirlere sadaka olarak vermek için her yıl bir miktar para göndermesiydi.

Hz. Hasan’ın güçlü olduğu halde sırf Müslüman kanı dökülmesin diye hakkından vazgeçmesi, büyük bir fedâkârlık örneğidir. Bu şekilde Peygamberimizin de (a.s.m.) bir mûcizesi ortaya çıkmış oluyordu. Peygamberimiz, bir defasında torununa hitap ederek, “Bu benim oğlumdur, şeref sahibi bir efendidir. Yakında Allah’ın oğlum vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük fırkanın arasını ıslah edeceğini umuyorum” buyurmuştu. Hz. Hasan Hicretin 49. yılında 46 yaşında iken zehirlenerek şehit edildi.


Şehitlerin serdarı: Hz. Hüseyin (r.a.)

Peygamberimizin (a.s.m.) mübârek neslini devam ettirecek olan ikinci torunu Hz. Hüseyin (r.a.) Hicretin dördüncü yılında dünyayı şereflendirdi. Bundan sonra Peygamberimiz (a.s.m.), kızı Hz. Fâtıma'nın evine daha sık gidiyor, onları sevip okşuyordu. Onlar hakkında, "Hasan ve Hüseyin benim dünyada kokladığım iki reyhânımdır" buyurmuştu. Bir gün Peygamber Efendimiz onun hakkında, "Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim. Allah'ı seven Hüseyin'i sever. Hüseyin torunlardan bir torundur" demiştir. Peygamberimizin vefatından sonra babası Hz. Ali'nin (r.a.) terbiyesi altında büyüyen Hz. Hüseyin'in bütün hayatı sadelik içerisinde geçti.


ÖRNEK bir hayat

Hz. Muâviye'nin vefatından sonra oğlu Yezid'in halifeliğini kabul etmedi. Çünkü Yezid, zâlim ve fasık birisiydi. Allah'ın emirlerine uygun hareket etmiyordu. Hz. Hüseyin'in böyle birine biat etmesi düşünülemezdi. Onun Yezid'e biat etmediğini gören Kûfeliler, Hz. Hüseyin'i dâvet ederek ona biat edeceklerini söylediler. O da yanına yakınlarını ve çocuklarını alarak Kûfe'ye hareket etti.

Yezid, Hz. Hüseyin'in bu hareketine çok kızdı. Kûfe Valisi Ubeydullah bin Ziyad'a bir ordu hazırlamasını emretti. Yezid'in taraftarları onu susuz, taşsız ve ağaçsız bir yerde konaklamaya mecbur etti. Yezid'in adamları ise suyun başını tuttular. Hüseyin (r.a.) bunların kendisini öldürmeye kararlı olduklarını görünce, yanındakilerin ayrılmasını istedi. Ancak yakınları bunu kabul etmediler.

Hz. Hüseyin'in bütün barış teşebbüsleri neticesiz kaldı. Gözü dönmüş güruh, mutlaka onu şehit etmek istiyordu. Hemen saldırıya geçtiler. Hz. Hüseyin'in yanındakiler ve kendisi şehit edildi. Onun başını keserek Yezid'e gönderdiler. Tarih Hicretin 61. yılını gösteriyordu. Bir gün sonra Gadiriyye Köyü halkı şehitleri defnettiler. Hz. Hüseyin'in kabrini gizlemek istedilerse de ondan yayılan hoş koku kabrini belirledi.


Peygamberimiz: Onları seven beni sevmiş olur 
   
Peygamberimiz, torunlarının fazileti hakkında şöyle demiştir:

“Hasan ve Hüseyin benim oğullarımdır. Onları seven beni sevmiş olur. Beni seveni Allah sever. Allah kimi severse onu Cennetine koyar. Kim onları sevmez ve düşmanlık ederse bana düşmanlık etmiş olur. Bana düşmanlık edeni Allah sevmez. Allah kimi sevmezse onu Cehenneme koyar.”
 
 

 

20 Ağustos 2015 Perşembe

Aslıhan Erkişi - Esmiyor

Aslıhan Erkişi - Esmiyor

 
Aslıhan Erkişi

a.erkisi@meydangazetesi.com.tr
18 Ağustos 2015, 08:00

 
Neden acaba?
Kendinizi üstü açık, uzun, cam bir silindirin içinde hayal edin. Hadi biraz da abartalım: Deniz, havuz, şelaleler, ağaçlar var. Ama kocaman bir fanusun içindesiniz ve etrafınız sarılı.


Esmiyor!
Nasıl essin ki!
İşte aynen öyle etrafımız sarılı ve gün geçtikçe daha çok sarılıyor. Çarpık kentleşme, binaların gün boyunca ısınmasıyla iklimin de ısınmasına sebep oluyor. Uzun uzun binalar yan yana dip dibe yapılar. Yoksa hava şöyle kıvrıla kıvrıla yanağınıza konacak ama geçecek yer bulamıyor. Onun bir suçu yok. Esmiyor değil, tabiatı gereği esecek, görevini yerine getirecek ama estirmiyorlar.
“Yeryüzüne iyi muamele et. O babanızın malı değil, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız” der bir Kızılderili atasözü…
Kıydığımız her ağaç, çocuklarımızdan kopardığımız nefestir. Onların alamadığı her soluk bize vebaldir.


Esmiyor!
Nasıl essin ki?
O evlerde oturanlar bilir. Dirsek teması dizilmiş cadde boyu uzanan, bağzılarının balkonlarından karşı balkonun neredeyse 1 metre olduğu, perdelerin sıkı sıkıya kapatılmak zorunda kalındığı gayri insanı, tabii olmayan muhitlerde daha çok söylenir:


Esmiyor!
Nasıl essin ki?
Bu dip dibe binalarda mahremiyetimiz de kalmadı. Bu erozyon nereye kadar devam edecek?
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anladığında” mı bitecek?
Bu söz de bir Kızılderili atasözüydü…
Aslında biz büyük bir sevgi medeniyetinin çocukları değil miydik?

Geçenlerde bir arkadaşımdan duyduğum hadise beni o kadar etkiledi ki. Konuyla ilgili olduğundan kısaca anlatmak isterim.

Önemli bir zatın bulunduğu araç, trafik kazası sonucu bir ağaca çarpar. Ağaç neredeyse motorun ortasına kadar geldiğinden öğrencisi o büyük zata döner;
- “Efendim ağacı kesmemiz gerekecek” der.
Nasıl bir cevap beklerdiniz?

O güzel gönüllü adam der ki;
-Bir usta getirin ağacı kesmek yerine arabayı söksün.
Öyle de yaparlar. Sonra öğrencisinden bir beyaz çarşaf, su ve biraz da toprak getirmesini ister. Öğrencisi, hocasının bunlarla ne yapacağını merak eder. Bir kenarda toprağın üzerine suyu döker çamur haline getirir. Sonra o çamuru dudaklarında belli belirsiz kıpırdanmalarla belli ki dua ederek ağacın yaralarına şefkatle sürmeye başlar. Sonra çarşafı bir yaraya sargı yapar gibi ağacın gövdesini çarşafla sarar.
 

Ne büyük ders öğrenciye değil mi? Aslında bizim kaybettiğimiz ruhumuz bu. O büyük insan bu hatırasıyla bize kaybettiğimiz ruhumuzu hatırlattı. Bu hassasiyetin okullarda okutulduğunu, hutbelerde okunduğunu, televizyonlarda hatırlatıldığını düşünsenize. Çocuklarımızın gençlerimizin ve bütün bir milletin yaratılmışlara karşı bakışının değiştiğini, sevginin büyüdüğünü görmez mi insan.

Medeniyetimiz varken aslında Kızılderili atasözlerine çok da ihtiyacımız yok ama doğru söze ne denir.
Son bir Kızılderili atasözüyle veda edeyim:

İnsanlar, tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır. İnsanın gözleri öyle kelimelerle konuşur ki; dil, onları telaffuz edemez.

Gönülden esen muhabbetle…
 
 
 

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Duygu sapması, eşcinsellik soruları üzerine

Ahmed Şahin - Duygu sapması, eşcinsellik soruları üzerine


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Duygu sapması, eşcinsellik soruları üzerine


Günümüzde cinsellik konusundaki sınırsız tahrik ve teşhirler, bazı bünyelerde hormon bozulmasına sebep oluyor, duygu sapması meydana getiriyor..

Bu yüzden erkeğe ilgi duymaya başlayan erkekler oluştuğu gibi, kadına ilgi duyan kadınlar da oluşabiliyor.

Buradaki cinsel sapma duyguları konusunda sorular şöyle geliyor:

Bu insanlardaki duygu sapmasına nasıl bakılabilir, ne denebilir, nasıl çare aranabilir? Bunlar ilk yaratılışlarına bakmadan sonradan meydana gelen bu duygu sapmalarının gereği ne ise ona mı uymalılar? Yoksa ilk yaratışlarının gereği olan duygu ne ise ona mı bağlı kalmalı, ona kuvvet verip onu mu korumaya çalışmalılar? Yani yaratılışı kadınsa kadın duygusunda, erkekse erkek duygusunda kalmayı vazgeçilmez vasıfları mı kabul etmeliler?”

İslamî anlayış içindeki tespitlerimize göre, insanlar ilk yaratılışlarının gereği olan duygu ne ise onda sabit ve ona sadık kalmalı, sonradan meydana gelen bir duygu sapmasına yönelmeyi asla makul ve meşru saymamalılar... Yani yaratılışında erkek olan, giyimi, kuşamı ve her türlü davranışlarıyla yine erkek olarak kalmayı esas almalı; kadın olan da her haliyle yine kadın olarak kalmayı vazgeçilmez vasfı bilmeli, sonradan meydana gelebilen bir duygu sapmasının peşine düşüp de cinsiyet değiştirmek gibi bir yanılgıya yönelmemelidir.

Bilindiği üzere insanın kimliğini yaratılıştaki cinsel organı ispat eder. İşte bu organın gereği ne ise onda kalmalı, sonradan bunun aksi duygu duymayı bir gerekçe olarak görüp de zıt duyguya sapmamalıdır.

Şayet gerçekten de bir duygu sapması oluyor da erkek olduğu halde kadınsı duygu duyuyor; kadın olduğu halde erkeksi duygu taşıyorsa bunun çaresi, bu duygu sapmasına uymak değil, bunu geriye atıp yaratılışının gereği olan ilk duyguya kuvvet kazandırmak, o duyguyu öne almak, onun için gerekli olan ortamı sağlayıp tüm tedavi çeşitlerine de değer vermek olmalıdır. Şu ya da bu telkinle sonuçsuz cinsiyet değiştirme eğilimine sapmamalıdır.

Bundan dolayı anne-babalar, çocukluk günlerinden itibaren tedbir alırlar, erkek çocuğa erkek giyim kuşamı, kızlara da kız giyim kuşamı giydirir ki duygu sapmasına zemin hazırlayacak bir ortam oluşmasın hayatın başında çocuklarında.

Bu sebeple yaratılışta kadın olanlar, kadın gibi giyinir, kuşanır, kadın gibi davranırlar; erkek olanlar da erkek gibi giyinir, kuşanır erkekçe davranır, kadına benzeyecek davranışlardan kaçınırlar. Peygamberimiz, kadına benzeyen erkeğe, erkeğe benzeyen kadına Allah'ın lanet ettiği uyarısında bulunmuş, her cins, kendine ait yaratılıştaki özelliğini korumasını emretmiştir.

Her cinsin yaratılıştaki ilk özelliğini korumadaki tespitimizden sonra gelelim yaratılışta var olabilecek iki organ sahiplerinin durumlarını nasıl tespit edecekleri konusuna.

Bir insanda hem erkeklik hem de kadınlık organı birlikte bulunsa, yani yaratılışında iki cinsin de işareti mevcut olsa, bunlar durumlarını işaretlere bakarak tespit ederler. Mesela göğüsleri büyümüyor, sakalı büyüyor; kadınlık değil, erkeklik organından idrar yapıyorsa.. bu işaretler erkeklik yönünün ağır bastığını ifade ediyor demektir. Aksi ise aksini işaretlemiş sayılır.. Kestirilemiyorsa baskın olan duygusu ne ise, o geçerli kabul edilir..

Sözün özü: Bu köşenin sınırlarını aşan genişlikte hükümleri bulunan bu konunun ilk hükmü, yaratılıştaki ilk duruma bağlı kalmaktır. Sapan duygular tedavi ile yaratılışa uygun hale getirilir, sapmalara normaldir diyerek teşvikte bulunulmaz, toplumda bir ahlakî bozulma ve çözülmelere zemin hazırlayacak yanlışlara yönelmek meşru sayılmaz..

Cinsiyeti konusunda şüpheye düşen erkek görüntülü kimse, camideki erkek cemaatin en arkasında namazda yerini alır, ibadetlerini en geride yapmayı tercih eder.

Bu gibi sapma duygularına maruz kalanlar, dinin haram-helal hükümlerine kesinlikle bağlı kalmayı esas almalı, sonradan musallat olan bu kötü duyguların etkisinden kurtarması için Allah'a iltica edip kurtulma duaları yapmalı, yanlış duygularla mücadele azmini ve ümidini yitirmemelidir. Sonunda ilk yaratılışa dönmek kesinleşir, yeter ki yanlış duygularla (tedavilerle de olsa) mücadeleye ara verilmesin.
 
 
 

18 Ağustos 2015 Salı

Ahmed Şahin - ‘Sakın deme, benim namazım nerede, gerçek namaz nerede?'

Ahmed Şahin - ‘Sakın deme, benim namazım nerede, gerçek namaz nerede?'


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

‘Sakın deme, benim namazım nerede, gerçek namaz nerede?'


Çoktandır cevap verme fırsatı bulamadığım namaz sorularının cevaplarını arz etmeye çalışacağım bugün inşallah.

Soru: Sizi okumaya başladıktan sonra ihmal ettiğim namazlarımı aralıksız kılmaya başladım. Bununla da kalmayıp geçmişte kılamadığım namazlarımı da kaza etme gayretine girdim. Bulduğum her fırsatta namazlarımı hep kaza etme azmi içindeyim. Ancak bazı söylentiler beni tereddüde düşürdü. Kaza namazı her zaman kılınamazmış. Bir günde üç kerahet vakti varmış, bu üç vakitte namaz kılınması uygun olmazmış. Namaz kılınmayan bu üç vaktin başlayıp bitimine ait vereceğiniz bilgiye ihtiyaç duyuyor, cevabınızı ümitle bekliyorum.

Cevap: Gerçekten de günün bütün vakitlerinde kaza namazı kılmak caizdir. Ancak üç kerahet vakti müstesna. Bu üç kerahet vakti girince namaz kılınmaz. Bu vakitleri de kısaca şöyle tarif edebiliriz.

Birinci kerahet vakti: Sabah namazından sonra güneşin doğuş dakikasıyla başlar, 45 dakika devam eder. Bu 45 dakika geçtikten sonra öğleye on dakika kalıncaya kadar namaz kılma serbestliği sürer.

İkinci kerahet vakti: Öğle namazına 10 dakika kalınca başlar, on dakika sonra kerahet vakti de bitmiş olur. Öğle namazı başlar.

Üçüncü kerahet vakti ise: İkindiden sonra akşam namazına 45 dakika kalınca başlar, akşam namazı vakti girmesiyle de bitmiş olur.

Demek ki sabah güneşin doğuşuyla, akşam da güneşin batışıyla başlayan kerahet vakitlerinin müddetleri 45'er dakikadır. Öğleye yakın zamandaki kerahet vaktinin müddeti ise son görüşe göre sadece 10 dakikadan ibarettir.

Bu üç vaktin dışında dilediğin vakitlerde istediğin kadar kaza namazı kılar, namaz borçlarından kısa zamanda da kurtulabilirsin. Böylece nakitten de kıymetli olan vaktini en iyi değerlendiren bir mümin olma vasfını da kazanmış olursun.

Soru: Yolculukta seferi olarak kısa kılacağım namazı yolda kılamayıp da evime dönünce kılacak olsam, tam olarak mı kılacağım, yoksa seferi olarak borçlandığım gibi kısa mı kaza edeceğim?

Cevap: Namazlar nasıl borçlanılmışsa öyle kaza edilir. Seferde borçlanılan namaz evde de kılınsa seferi gibi kısa kılınır. Evde farz olan namaz seferde kılınacak olsa, farz olduğu gibi tamam kaza edilir.

Soru: Bazen namaz kılarken kalbimiz, gönlümüz bir sürü dünyevî konularla dolup taşıyor.

Bu defa da bizim kıldığımız böyle dalgın ve yorgun namazlar sahih oluyor mu acaba diye endişeye kapılıyor, derin üzüntüye maruz kalıyoruz. Bu perişan halimize siz nasıl bakıyorsunuz? İbadetlerimizdeki bunca dalgınlığımıza rağmen yine de ümitli olalım mı? Rabb'imizin sınırsız af ve mağfiretinden ümit kesilmemeli mi yine de?

Cevap: Hepimizi derinden ilgilendiren bu önemli konuda Bediüzzaman Hazretleri'nden gelen bir müjdeli uyarı, hepimizi sevindirip ümit ve şevk veriyor. İsterseniz bu şevk veren ümit dolu açıklamayı birlikte okuyalım kendi ifadesinden.

Namazlarını derin bir huşu içinde kılma hassasiyetine sahip olan Hazreti Üstad, ümit veren ifadesinde bakın ne diyor ümitsizlere:

“Sakın deme, ‘Benim kıldığım bu namazım nerede, şu hakiki namaz nerede?' Zira, bir hurma çekirdeği hurma ağacı gibi, kendi ağacını -içinde taşır ve- tavsif eder. Fark, yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi, senin ve benim gibi avamdan birinin -velev ki hissetmese de- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şuurun taalluk etmese de!. Fakat kılanların derecelerine göre inkişaf ve tenevvürü ayrıdır. Bir hurma çekirdeğinden ta mükemmel bir hurma ağacına kadar dereceler bulunduğu gibi, namazın derecelerinde de böyle daha fazla mertebeler bulunur. O mertebelerde de o nurdan hisseler söz konusu olur.”

Demek ki, ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur. Endişe ile baktığımız namazlarımızın da hakiki namazdan bir hissesi vardır inşallah. Ancak o hisseyi hurma çekirdeği derecesinde bırakmayıp hurma ağacı haline getirmek için göstermemiz gereken azim ve gayreti de sürdürmemiz gerekmektedir. a.sahin@za­man.com.tr
 
 
 
 

16 Ağustos 2015 Pazar

En Kârlı Alışveriş

En Kârlı Alışveriş

 
Hüseyin Gültekin - [İslami Hayat]

h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
14 Ağustos 2015, 00:01
 

Cenab-ı Hak, bir ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır: “Allah, Cennet karşılığında müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111)

Ayette, mümin kişinin, bu dünyada sahip olduğu en kıymetli şeyleri olan canını ve malını Cenab-ı Hakk’a satması gerektiği açıkça belirtilmiş, sanki emredilmiştir. Buradaki satmaktan maksadın, bunların bizzat kendilerinin satılmasından ziyade, onlardaki tasarrufun satılması şeklinde olduğunu düşünebiliriz. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın, böyle bir alışverişe ihtiyacı olmadığı gibi, insanların da Rabbimizle, dünyevi manada bir ticaret yapmaya hadleri yoktur.

Bu açıdan bakacak olursak insan, gerek canı gerekse malı hususunda bir tasarrufta bulunurken, Cenab-ı Allah’ın emir ve yasaklarını göz önünde bulundurur, O’nun hoşnutluğunu esas alırsa bu alışveriş gerçekleşmiş demektir. Bu alışverişte insan, kâr içinde kâr elde eder.

Bu kârlar başlıca beş tanedir

Fani malı bekâ bulur. Ölümle birlikte, bu dünyada bırakacak olduğumuz bütün mâmelekimiz, önceden ahirete göndermişiz gibi orada da karşımıza çıkar. Bu sefer, hiç tükenmeyecek bir şekilde sahip oluruz.

Cennet gibi bir fiyat verilir. Rabbimiz, bu alışverişle birlikte, malımızı ahirette ebedi bir şekilde teslim edeceği gibi aynı zamanda cennet gibi bir nimeti de bize verir.

Her âzâ ve hâssenin kıymeti birden bine çıkar. Mesela aklımız bir alettir. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp, dünya ve nefis hesabına çalıştırırsak bereketsiz, basit bir alet olurken onu, Rabbimizin rızasını tahsil uğruna kullansak o zaman gerçek kıymetini bulur.

İnsan zayıftır, belâları çoktur, fakirdir. Çoğu zaman sahip olduklarını koruyamaz. Bunları Allah’a satmakla ebedi bir korumaya almış olur.

Sattığı bütün âzâ ve aletlerin ibadetleri, tesbihatları ve ücretleri, en muhtaç olduğu bir zamanda Cennet meyveleri suretinde kendisine verilir.

“Yâ Rab! Kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar, bizi emanette emin kıl. Amin..” (Risale-i Nur Külliyatı, 6. Sözden)

Halifeyi Ağlatan Çocuk

 Sıcak mı sıcak bir yaz gününde, herkesin bir gölgeye sığındığı bir anda, ezan vaktinin yaklaştığını gören halife, abdestini almış, ağır ağır camiye gidiyordu. Bir çocuğun, adeta koşarcasına hızlı adımlarla gittiğini gördü. Küçük çocuğun acele edişinin mutlaka bir sebebi vardı ama neydi? Derdi varsa, derdine çare bulmak halifenin göreviydi.

Halife, çocuğa usulca yaklaşarak sordu: “Yavrucuğum nedir bu telâşın? Bir derdin mi var?”Çocuk, halifeyi tanıyamamıştı. "Camiye gidiyorum amcacığım" diye cevap verdi. Halife çok şaşırmıştı.

Çocuk henüz küçüktü ama sözleri büyük adam sözleriydi. Halife devam etti: "Yavrucuğum senin yaşın daha küçük! Namaz sana farz değildir. Niçin bu kadar telaşlanıyorsun?

Çocuk, kınarcasına halifeye baktı: "Amca! Bu işin büyüğü küçüğü olur mu? Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü. Üstelik benden de küçüktü. En iyisi her yaşta buna hazır olmalı. Hem bu yaşta namaza alışmazsam, büyüyünce kılmak zor gelebilir." Halifeyi derin bir düşünce aldı. Gözlerinden yaşlar boşalırken ağzından şu cümleler döküldü: "Ey rabbim! Büyüklerde bulunması gereken ruhu taşıyan bir çocuk!

http://www.meydangazetesi.com.tr/en-krli-alisveris-makale,1128.html


15 Ağustos 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Sevk-i İlahi, kâinat nizamının gereğidir…

Hekimoğlu İsmail - Sevk-i İlahi, kâinat nizamının gereğidir…


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Yazarlar Hekimoğlu İsmail-Ben İslamiyet'i seçtim!

Sevk-i İlahi, kâinat nizamının gereğidir…


Üstad Bediüzzaman, canlılardaki saika duygusunu açıklarken “Şuuru olmaksızın bir şeye sevk olunmaktır.” buyurmuştur.

Çiçeklerin tozları uçuşur, bunları birbiriyle buluşturan, meyveleri sebzeleri yaratan Allah'tır. Allah rüzgârla bulutları kırsal bölgeye sevk ediyor; yağmur buralara rahmet olarak yağıyor, canlıların rızkı bollaşıyor. Suyu yaratmak, buharları belli bir yerde tutmak, onu susuzların imdadına sevk etmek, sadece ve sadece Rezzak-ı Kerim'in işidir.

Sevk-i İlahi, kâinat nizamı içinde bir şubedir. Yani kâinattaki nizam olmasa dersek, karışıklık olsun, trafik kaideleri olmasın, polis olmasın, kanun olmasın hatta güneş doğmasın, gezegenler yörüngelerinde durmasın demiş oluruz. Sevk-i İlahi olmasaydı, hiçbir şey olmazdı. Çünkü her şey Allah'ın sıfatlarının tecellisidir. Çünkü Allah var, O'nun sıfatları da var; o sıfatlar tecelli edecek, her şey yaratılacak, bir nizama konulacak.

Kâinatı yaratan Allah'tır. Bizi bu dünyaya getiren, ahirete götürüyor. Öyleyse başımıza gelen her olayda Allah'ın sevki vardır.

Sevk-i İlahi'ye, yani Allah'ın kararına, lütfuna razı olmak lazım.

Her şeyi yaratan her şeyi bilir, kâinattaki düzen bozulmuyorsa, o düzeni devam ettiren olduğu içindir, her şeye gücü yeten Zat'ın her yarattığını vazifelendirdiği ve onu vazifesine sevk ettiği içindir…

Herkes kendi hayatında sevk-i İlahi'yi görebilir.

Müslüman ise “Bunda da bir hayır vardır.” der ve rahat eder. Şu dünyada öyle felaketler var ki, bu felaketler karşısında insan bazen çıldıracak duruma gelir. Amma her gecenin bir gündüzü vardır, gereği gibi iman eden Müslüman için kader, fırtınaya tutulmuş geminin yanaştığı liman gibidir.

Müslüman'a yakışan, Allah'tan razı olmaktır... Bu felaketlerin bütününden insanı koruyacak olan Allah'tır. Müslüman'a tek söz düşer; “Bunda da bir hayır vardır!”

İnsan, hücrelerinin sayısı kadar felaketlere namzettir. Başına gelen felaketlere kader nazarıyla bakamadığı için pek çok arkadaş bunalım geçirdi. Onlara diyorum ki: “Depresyona girmemenin birinci koşulu geçmiş ve gelecekle meşgul olmamaktır. Geçmişi bırak değiştiremezsin, geleceği bırak hükmedemezsin; o tarlalar dikenlidir. Bulunduğun ânı İslam'a uydur.”

Üstad Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki, “Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yâni, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu, adalet-i İlâhiye'nin bir nevi tecellisidir.”

İnsanın elinden mükemmel bir şey çıkmaz, insan mutlaka hata eder. Sevk-i İlâhi, onu bir yerlere sevk eder. Acemi kaptan gibi “Deniz bitti!” dememelidir insan, ümitli olmalıdır.
 
 
 

14 Ağustos 2015 Cuma

KUR’ÂN TEFEKKÜRE DAVET EDER

KUR’ÂN TEFEKKÜRE DAVET EDER

 
Cemil Tokpınar - [İslami Hayat]

c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
14 Ağustos 2015, 01:00


Yıllar önceydi... İlâhiyat Fakültesindeyiz, genciz, heyecanlıyız. Her gün ülkeyi yeniden kuruyor, “Ülke nasıl kurtulur”, “İslâm nasıl yayılır”ın bin bir çeşit formüllerini konuşuyoruz.

Bahar mevsimi. Yer, okulun bahçesi. Her taraf yemyeşil.

Yine bir gün bir arkadaşla toplumun ıslah edilip güzel ahlakın nasıl hâkim olabileceğini tartışırken ben, önce imanın güçlendirilmesi, fertlerin eğitilip kaliteli hâle getirilmesi gerektiği ve ancak aşamalı bir yenilenmeyle bu hedefe varılabileceğini savundum.

Muhatabım ise çok heyecanlı ve sabırsız bir şekilde ”Allah’ım, sabır ver ama hemen şimdi ver” diyen adam misali, siyasi yolla her şey bir anda olsun bitsin istiyordu. Sözünün bir yerinde ise alaycı bir ifadeyle, “Siz zaten böylesiniz. ‘Aaa.. Ağaca bak! Aman Allah’ım, şu kuş ne biçim yaratılmış’ diye insanları oyalıyorsunuz” demesin mi?

Kur’an niçin sivrisinekten bahseder?

Birden aklıma Asr-ı Saadet’te yaşanan bir olay geldi. Kur’ân âyetleri indikçe itiraz eden müşrikler, Allah’ın sinekten, arıdan, karıncadan, örümcekten bahsetmesi üzerine, “Allah böyle küçük şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi?” diyorlardı.

Cenab-ı Hak ise bu itiraza şöyle cevap veriyordu:

“Şüphesiz ki Allah sivrisinekle veya ondan daha küçüğüyle misal vermekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden gelen hak olduğunu bilirler. İnkâr edenler ise ‘Allah bu misalle
ne demek istedi?’ derler.” (Bakara Sûresi: 26)

Ona dedim: “Senin imanını tenzih ederim ama imanî tefekkürü küçümsemen bana bu âyeti hatırlattı.”
Bir müddet daha konuştuk, sonra ayrıldık.

İmanî tefekküre küçümseyici tavırlarla yaklaşan veya önemsemeyen dindarlarla başka zamanlarda da karşılaştım.

Oysa kâinat kitabını tefsir eden Kur’ân tevhid ve tefekküre o kadar ehemmiyet veriyor ki, neredeyse beş yüz yerde imânî tefekkürü işliyor, hatırlatıyor, teşvik ediyor.

Bunun için derin araştırmalar yapmaya da gerek yok.

Kur’ân’ın meâlini okuyan herkes bunu görebilir. Rûm, Hadîd, Gâşiye sûreleri yoğun bir şekilde tevhid ve tefekkürden bahseder.

Her an Allah’ın huzurunda olma şuuru

Osmanlı’nın son zamanlarında bir paşa, fizik ve kimyaya merak salmış ve mütevazı bir laboratuvar kurmuş. Bir gün hizmetçisi cam çubuklar, kavanozlar, fanuslar ve garip maddelerle dolu bu yeri temizlerken şaşırmış.

“Paşam” demiş, “Nedir bunlar?”

“Sen bilir misin” demiş paşa, “Ateş nasıl yanar, su nasıl akar?”

Hizmetçi cevap vermiş:

“Bunu bilmeyecek ne var paşam. Su akar, ateş yakar.”

Donup kalan paşa, böyle bir mantığa bir şey anlatamayacağını düşünmüş ve üstelememiş.

İşte etrafımızı çepeçevre kuşatan hikmet delillerine böylesine bir bilgiçlik edasıyla yaklaşmak, aslında hiçbir şey bilmediğimizi gösterir.

Asıl hüner, ülfet ve âdiyat perdesini yırtıp, her gün gördüğümüz varlıkların ve olayların kudret-i İlâhiyenin birer mucizesi olduğunu bilmektir.

İşte Kur’ân bunu yapmaktadır.

Yüce kitabımızın mükemmel bir tefsiri olan Risâle-i Nur’un yaptığı da, büyük bir ‘tefekkür programı’ sunmaktır.

Bu eserlerde, insanı her an ve her zaman iman şuuruyla dolduracak tefekkürün nasıl yapılacağı, bir varlığın hangi yönleriyle Allah’ı, sıfatlarını ve isimlerini gösterdiği anlatılarak, insana hazır bir program takdim edilir.

Bu programı okuyup uygulayan bir kimse ‘huzur-u dâimî’ ye mazhar olur. Bu öyle bir nîmettir ki, kişi her an Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek, hissederek hareket eder. Böylece imanın aksiyona, yani fiile, amel ve ibadete yön vermesi sağlanır.

Her Müslümanın, slogandan öte, “Acaba huzur-u dâimî şuurunu kazanabildim mi? Her yerde, her zaman Rabbimle birlikte olduğumu hissedebiliyor muyum?” diye durup düşünmesi gerekir.
Gerisi ise ancak boş laftan ibarettir.

Sure isimleri bile mesaj yüklü

İsterseniz Kur’ân’daki sûre isimlerine bir göz atalım

Bakara, Ra’d, Nahl, Neml, Ankebut, Necm, Kamer, Hadîd, Buruc, Şems, Leyl, Tîn... İlk bakışta gözümüze çarpan bu isimler, “inek, gök gürültüsü, arı, karınca, örümcek, yıldız, ay, demir, burçlar, güneş, gece, incir” mânâlarını taşıyor.

Her birinde derin hikmetler, geniş tefekkürî dersler anlatılıyor.

Âlemlerin Rabbi, yarattığı mahlûkata o kadar ehemmiyet veriyor ki! Meselâ incir meyvesinin üzerine dahi yemin ediyor, “And olsun incire” diyor.

Elbette incirin maddî değerine, mânâ-yı ismî olan “kendisine bakan yönüne” değil, onda tecellî eden isim ve sıfatların üzerine yemin ediyor.

İncir o kadar büyük hikmetleri ve tefekkür derslerini taşıyor ki, onun Yaratıcısını anlatan mânâ-yı harfî yönü, üzerine yemin edilecek kadar büyük bir kutsiyet ve mübareklik kazanıyor.

Zaman zaman küçük ve önemsiz sorunlar için, “incir çekirdeğini bile doldurmayan şeyler” deriz. Tabiî ki bu bakış, hacmi itibariyledir.

Oysa o çekirdek, Allah’a ettiği bin bir şehâdetle o kadar büyüktür ki, onu doldurmak mümkün olmaz.

Gâşiye Sûresi de bu bakımdan çok mühimdir. Burada bizi tefekküre davet eden Rabbimiz, mealen şöyle buyurur: “Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış? Göğe bakmazlar mı, nasıl yükseltilmiş? Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikilmiş? Yeryüzüne bakmazlar mı, nasıl yayılmış?” (Gâşiye Suresi: 17-20)

Bunun gibi yüzlerce âyete karşı ilgisiz kalmak ve tefekkürü gereksiz görmek, olsa olsa büyük bir cehaletin neticesidir.

http://www.meydangazetesi.com.tr/kurn-tefekkure-davet-eder-makale,1127.html

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - İrade dışı gelen musibetleri doğru yorumluyor muyuz?

Ahmed Şahin - İrade dışı gelen musibetleri doğru yorumluyor muyuz?


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

İrade dışı gelen musibetleri doğru yorumluyor muyuz?


Dini hayatını ümit ve şevk içinde yaşamak isteyen mümin, hayatta eksik olmayan musibet imtihanlarını derin bir teslimiyet ve tevekkülle karşılayarak, yorumlarını mümine mahsus şekilde yapar.

Benimsediği doğru bilgi ve yaptığı isabetli yorumlar sayesinde de maruz kaldığı musibetleri hakkında hayra çevirmesini bilir, ümitsizlik ve yeise maruz kalmadan İslami hayatını yaşama aşk ve azmini ömür boyu sürdürür.

İşte bu durumda bizler mümine mahsus şekilde hayata bakışta ne durumdayız acaba?

İrademiz dışında gelen musibetlere biz de mümine mahsus özellikte bakabiliyor, ona göre yorumlayabiliyor muyuz?

Mesela, hayatta maruz kaldığımız olaylar bizi ya üzüyor ya da sevindiriyor. Üzen olaylara karşı sabır, sevindiren olaylara karşı da şükür hissiyle mukabele ediyor muyuz? Rabb'imizin müminden beklediği de bu bakış şekli değil mi? Sıkıntılar karşısında sevabı artıran sabır, sevinçler karşısında da nimeti artıran şükür değil mi?

İşte bu özel ve güzel yorum sayesinde inanmış insan, hayatta yıkılmıyor, karşılaştığı irade dışı musibetleri böyle yorumlarıyla hep hayra çevirebiliyor, imtihanı kazanıyor.

Nitekim Efendimiz (sas), inanmış insanın bu örnek değerlendirmesini şöyle haber veriyor bizlere:

-Hayret edilir müminin olayları değerlendirmesine! Üzücü bir sıkıntı ile karşılaşsa, sabreder kazanır; sevindirici bir iyilikle karşılaşsa şükreder yine kazanır!

Yani mümin, bu özel ve güzel yorumu sayesinde hep kazanır, hiç kaybetmez. Ümitsizliğe düşmez!

Yeter ki, iradesi dışında gelen bu gibi sıkıntıların zahmetine kilitlenip de arkasındaki rahmeti düşünemez hale gelmesin. Zahmetlerin gidip rahmetin baki kalacağı gerçeğini unutmasın, sıkıntılara sabırla bakmasını bilsin, ders alıp ikaz olsun.

Kaldı ki, inanmış insanın musibetlere bakışı bundan ibaret de değildir. İnanmış insan maruz kaldığı musibetleri düşünürken daha da derinleşerek der ki:

-Dünyamıza gelen musibetler, öyle korkulacak kadar büyük musibetler sayılmaz. Sonunda mümin benimsediği sağlam sabrı sayesinde yine kazanır. Asıl korkulacak musibet, dinimize gelecek musibettir! Yani, dini yaşama aşk ve şevkini (Allah korusun) kaybetme musibeti! Çünkü dini yaşama aşk ve şevkimize gelecek musibetin insana kazandıracak hiçbir teselli tarafı yoktur. Tümüyle musibettir!

İşte bu fevkalade önemli noktaya dikkat çeken Basra'nın büyük velisi Sehl bin Abdullah, kendisine şikâyette bulunan bir adamın “Sabah namazı için camiye geldiğimde evime giren hırsız tüm altınlarımı, gümüşlerimi çalmış!” diye üzüntüsünü açıklaması üzerine büyük veli şu tarihi uyarıda bulunarak diyor ki:

-Evine hırsız girip altınlarını çalma yerine, kafana şeytan girip şüphe vererek imanını çalsa olacaktı halin? Korkacaksanız dininizi yaşama aşk ve şevkinize gelecek musibetten korkun, dünyanıza gelecek musibetten değil. Çünkü diyor büyük veli:

-Ahirete altınsız, gümüşsüz gidebilirsiniz ama, imansız, amelsiz gidemezsiniz. Rabb'imiz İslam'ı yaşama aşk ve şevkimizi ömür boyu korusun, bir aşk ve şevk eksikliği musibetine maruz kalmaktan muhafaza buyursun!

-Ne dersiniz, biz de hayatta eksik olmayan sıkıntı ve musibetlere böyle geniş açıdan da bakabiliyor muyuz? Dünyada karşılaştığımız zorlukları ya sabrederek ya da şükrederek hakkımızda hayra çevirebiliyor muyuz? Ayrıca asıl musibet dünyamıza değil dini yaşama aşk ve şevkimize gelebilecek musibettir, diye de endişe duyuyor muyuz? Çünkü dünyevi musibetin sonunda zahmet gider, rahmeti kalır. Ama dini yaşama aşk ve şevkimizi kaybetme musibetinin sonunda hiçbir rahmet yoktur. O, tümüyle musibettir!

İşte burada söylenecek tek söz:

-Fatebiru ya ülil ebsar! Bu önemli konuyu mümine mahsus şekilde düşünün ey basiret sahipleri!
 
 
 

11 Ağustos 2015 Salı

Ahmed Şahin - Yaz kıyafetiyle de tam tesettürlü olunabilir!

Ahmed Şahin - Yaz kıyafetiyle de tam tesettürlü olunabilir!


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Yaz kıyafetiyle de tam tesettürlü olunabilir!


Sıcakların arttığı yaz mevsiminde muhatap olduğumuz özel sorulara yine muhatap olmaktayız. Her yaz mevsiminde ısrarla sorulan bu gibi önemli sorularda özetle deniyor ki:

-Yazın sıcak günlerinde kalın kıyafetlerle tesettürlü dolaşmak insanı zorluyor. İnce yaz kumaşlarıyla da tesettürlü olunamaz mı? Mutlaka kalın kış kumaşı ve hantal model taşıma mecburiyeti söz konusu mu yazın bu sıcak günlerinde?

Her yaz mevsiminde sorulan bu mealdeki sorulara, tesettürün tarifini yaparak çok net şekilde cevap vermiştim geçmişte. İsterseniz tesettürün o net tarifine bir daha göz atalım. Bakalım yaz giyimleriyle de tesettür ne kadar kolaymış bir daha görelim. İşte size tesettürlü giyimin bir cümle içinde tarifi:

-Tesettürlü giyim: ‘El-yüz dışında' tüm bedeni örten bol bir giyimden ibarettir!

Bu kısa tariften de anlaşılıyor ki, sıcakta taşınması zor kalın kış kumaşı ve hantal modeller giyme mecburiyeti yoktur tesettürlü giyimin tarifinde.

Bu tarife göre, sıcak yaz aylarında kolayca taşınacak kumaşlarla da tesettürlü olunabileceği gibi, soğuk kış aylarında da ihtiyaç duyulan kalın kumaşlarla da tesettürlü olunabilmektedir.

Nitekim sıcak Arabistan'daki hanımın tesettürlü giyimi çarşaf gibi ince ve bol giyimlerden oluşurken, soğuk Sibirya'daki hanımın tesettürlü giyimi de içi liflerle dolu kalın tulumlardan oluşabilmektedir.

Sibirya'daki hanım ince çarşaf giyse anında donar, Arabistan'daki hanım da kalın tulum giyse anında yanar!

Demek ki iklimlerin sıcak-soğuk ihtiyacına göre tesettürlü giyim modelleri, kumaş çeşitleri rahatça tercih edilebilir, belli bir kumaş ve model çeşidi mecburiyeti söz konusu olmaz. Yeter ki, seçilen bu giyim modellerinin ihmal edilemez ilk şartı, beden hatlarını teşhir etmeyen bollukta ve bedene yapışmayan genişlikte olsun.

Tesettürlü giyimin bolluğu konusundaki şarta çarpıcı şekilde dikkat çeken Efendimiz (sas) Hazretleri, dikiş yerlerini patlatacak derecede dar giyinerek bedenlerini teşhirde bulunanların aslında giyinmemişlerden sayıldıkları uyarısında bulunduğu hadisinde;

-'Kasiyatün, ariyatün!' tabirini kullanmıştır. Yani giyinmişler ama yine de giyinmemişler gibi sayılmaktalar!

Demek ki, giyindikleri kumaş, ya altını gösterecek derecede ince ve şeffaftır ya da beden hatlarını teşhir edecek şekilde, dikişleri patlatacak derecede dar ki, giyindikleri halde giyinmemişler gibi görünmekteler.

Hadisteki bu ‘giyindikleri halde giyinmemişler gibi' uyarısı, bedenlerine yapıştırır şekilde dar giyimleri tercih edenlerin kulaklarında hep yankılanmalıdır.

Burada hemen ifade etmeliyim ki, arz ettiğimiz ölçülere uygun şekilde hazırlanan tesettürlü giyimin modelleri çok, çeşidi de fazladır. İklim şartlarına, kültür zenginliğine, sosyal çevresine, iç dünyasındaki isteklerine göre tesettürlü giyim modelleri oluşturmak ve beğendiğini de tercih etmek mümkündür. Hatta etek, tunik, ferace altında giyilen sirval denen şalvar gibi geniş pantolon'un dahi tesettür temin ettiğini uygulamada görmek kabildir. Nitekim arabaya binip inerken, merdivenden çıkıp inerken etek altından giyilen geniş pantolonun daha da koruyucu olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Yeter ki pantolonun üzerinde kabalarını kapatan bir örtü olsun, kabaları teşhir söz konusu olmasın.

Ayrıca dikkatli hanımların, tesettürlü giyimlerini çirkin göstermekten kaçınmak gibi bir sorumlulukları da vardır. Çünkü tesettürlü giyim bir örnek giyim ise, bu örneğin herkesin sevebileceği ‘ben de böyle giyinebilirim, ne güzel giyinmiş bu hanımefendi' diyebileceği sevimlilikte ve kullanışlılıkta olmasına da dikkat etmesi gerekir. Tesettürlü bir giyimin uçlarının zemindeki tozları, çamurları süpürdüğünü görenlerin ‘ne güzel giyinmiş bu hanım' diye sempati ile bakacaklarını düşünmek makul olmasa gerektir!

Bununla beraber bizde ‘ya hep, ya hiç'çilik yoktur! Tesettürü baştan tam olarak gerçekleştiremeyenler, ne kadarını yapabiliyorlarsa onunla başlayabilirler. Yeter ki tesettürün arz ettiğimiz kesin sınırlarını bilsinler, ne kadarını gerçekleştirebildiğinin farkında olsunlar, ileride kalan eksiğini de tamamlama niyet ve azminde bulunsunlar, böylece inançlarını korusunlar.