30 Kasım 2016 Çarşamba

JAPON MUCİZESİ

JAPON MUCİZESİ

Bilindiği gibi Japonya, dağlık, bazı yanardağlardan oluşan ve hiç bir doğal kaynağı olmayan bir ada ve adacıklar ülkesi.

Toplam yüzölçümü, Türkiye’nin yarısından daha küçük olan ve hemen her gün sallanan ve yıkıcı depremlerle sarsılan bir deprem bölgesi.....

Bu ülkede, Türkiye nüfusunun bir buçuk katından fazla, 127 milyon insan yaşıyor.

Bu olumsuz şartlara ve II.ci Dünya savaşında 2 defa atom bombasına maruz kalıp yerle bir olmasına rağmen japonlar da, Kişi Başına Düşen Millî Gelir, Türkiye’dekinin dört katı; yaklaşık 40 bin dolar!

Niçin, çünkü japonlar, son derece dürüst, çalışkan, eğitime, bilime, insana ve ARGE'ye çok önem veren ciddi bir toplum.
Japonların neden bir mucize gerçekleştirdiklerini bir hikaye ile örnek verelim;

Japonya’da 4. Yüzyılın sonlarına doğru tahtta oturan İmparator Nintoku, bir gün yüksek bir kuleye çıkar ve ülkesine bakar.

Gökyüzüne doğru yükselen tek duman dahi göremeyince, halkının yoksul düştüğünü ve bu yüzden hiç kimsenin evinde pirinç bile pişiremediğini anlar.

Hemen bir ferman çıkaran Nintoku, halkının üç yıl boyunca sadece kendileri için çalışmasını emreder.

Sarayında çalışanları da evlerine gönderir. Sadece kendileri için çalışan ve vergi de ödemeyen halk, üç yılın sonunda bolluğa kavuşur.

Üç yıl sonra tekrar kuleye çıktığında Nintoku, ülkenin her yerinde ocakların tütmekte olduğunu yükselen dumanlardan görür.

Yanındaki eşine, sevinç içinde, “Artık zenginiz” der!

İmparatoriçe ise üç yıl boyunca bakımsızlıktan dolayı her yeri eskiyen, çatısı akan, çiçekleri solmuş sarayı göstererek, “Sen bu halimize zenginlik mi diyorsun?” diye sorar…

Nintoku’nun cevabı yüzyıllardır Japonların aklından çıkmaz;

“Halkın fakirliği, bizim fakirliğimiz, zenginliği de bizim zenginliğimizdir.”

Alıntıdır...



29 Kasım 2016 Salı

Hal

HAL

 

‘Hal’ tasavvuf yolcusunun makamlarından birisidir. Tasavvufçulara göre hal, kulun isteği, celp etme girişimi ve kazanma isteği olmadan kalbine gelen neşe-hüzün, rahatlık-sıkıntı, şevk-dert, heybet-heyecan gibi durumlara denir.

 

Buna göre haller, Allah (c.c.) vergisidir, makamlar ise çalışarak kazanılır. Haller  Allah (c.c.)’ın cömertlik ve lütfundan gelir. Makamlar ise cehd ve gayret ederek ulaşılır. Makamda istikrar vardır, hal ise sürekli değişmektedir.

 

Ebu Ali Dekkak (r.a.)’ın Resûlullah (s.a.v.)’in: “Kalbimi bir örtü bürür de onu kaldırmak için günde Allah Teala’dan yetmiş defa af dilerim.” [1] hadisini açıklarken şöyle dediğini işitmiştim. ‘resûlullah (s.a.v.) halleri itibariyle ebedi ve devamlı bir yükseliş durumunda idi. Bir halden daha yüksek bir hale ulaştığı zaman eski halini düşünür, yeni haline nazaran eski halini bir hicap ve örtü kabul ederdi. O’nun halleri ebedi ve devamlı artış göstermekte idi.’ [2]

 

Hal, tasavvuf yolcusu bir insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintileri yaşaması ve kalp ufkunda cereyân eden gece-gündüz, sabah- akşam, farklılığının duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan kalbini saran sevinç- hüzün, kabz- bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve sezişin devam ve istikrârına ‘makam’, onun zevâl bulup gitmesine de ‘nefsânîlik’ demişler.

 

Bu ittibarla, ‘hal’e, bir ilahi mevhibe ve gönül yamaçlarının ‘üns’ esintiler, ‘makam’a da insan irade ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mal ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz.

 

Hal; yaratılış, hayata mazhariyet, nur ve rahmet gibi, perdesiz her şeyin gerçek kaynağını gösterir ve hâlis tevhidi ihtar eder. Makam ise, sa’y u gayretin sisli- dumanlı prizması içinde dediğini der ve hakikati o kadar net aksettiremez. Onun içindir ki, kalbe gelen vâridatın duyulup sezilmesi  ve her lâhza, kalplerde ‘kenzen’ bilinen doğru  ayrı bir yol vurulması; içinde biraz da kendimizi anlatmanın bulunduğu o vâridatın kendi rengimize göre ifâde edilmesinden daha kadirşinâsca bir davranış sayılmıştır.

 

Allah Teala’nın kudreti dahilinde bulunan lütufların sonu yoktur. Mutlak ve ideal izzet Hakk’ın hakkı olunca, hakiki manadaki izzete ve yüksekliğe ulaşmak imkansız olur. O halde kul haaleri itibariyle devamlı olarak yükseliş vaziyetinde olacaktır. [3]

 

Bundan dolayıdır ki, Hz. Muahammed (s.a.v.), bir makam münasebetiyle: “Allah sizin cisim ve sûretlerinize değil, kalplerinize nazar eder (bakar)..” diyerek Allah (c.c.) katında önemsenen noktayı hatırlatıp, halkça yönelinecek mihrâbı iş’ar ile âyineyi, tecelliye tevcih buyurmak istemiştir. Derecesi daha düşük bir rivayette, kalpleri yanında ameller de zikredilerek; “Allah sizin kalplerinize ve amellerinize bakar...” beyanı ise, hâlin devamıyla ulaşılan ‘makam’a hal hatırına bir iltifâttır.

 

Hal; mutlak iradenin muradına uygun vakitlerde, ara ara gelen tecelliler.. bu tecellilerin yayılma sahası kalp ufku.. avlayıp bir kalıba ifrağ eden de his ve şuurdur. Bu itibarla makama, dalgaları inmiş, istikrara ulaşmış bir pâye nazarıyla bakılmasına karşılık; hal, yüksek takdîrlere bağlı gel- gitlerin ağında, her zuhur bir evvelkisinden ayrı ve farklı kareler içinde, sürekli belirip kaybolan ve tıpkı güneşten gelen değişik boy ve renklerdeki dalga paketlerine benzetilebilir.

 

Hassas ruh ve marifetle uyanmış şuurlar, suyun üzerindeki kabarcıklarda, güneşin akislerini gördükleri gibi, gönül yamaçlarında da, hâl dalgalanmalarını öyle görür, hisseder ve ayrı ayrı anlayarak ona karşılık verirler.. Kalp balansını iyi ayarlayamamış, dolayısıyla da bağlantısız kalmış kopuk ruhlar, bunları birer vehim ve hayal sanabilirler; varlığa Hakk’ın nûruyla bakanlar için bunlar çok açık gerçeklerdir.

 

En büyük Hal insanı olan Peygamber (s.a.v.), bir önceki mazhariyetlerini, bir sonraki durumu itibariyle derin gördüğünden o derin hâlin nuruyla Allah (c.c.) gönüllerimizi donatsın! “Ben günde yetmiş defa istiğfar ediyorum...” buyururlardı.

 

 

Allah (c.c.)’ın kulunu ulaştırdığı hiçbir mana ve hal yoktur ki, ondan daha üstün olanını yaratmak ve kulunu oraya ulaştırmak O’nun kudreti dahilinde olmasın. [4]

 



[1] Müslim, Zikir, s. 41. 
[2] Kuşeyri Risalesi, S. Uludağ. 
[3] A.g.e. 
[4] Kuşeyri Risalesi, S. Uludağ.
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ WEB SİTESİNDEN ALINMIŞTIR.
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=583
 

BİRİ ÇAMUR GÖRDÜ, ÖBÜRÜ YILDIZLARI

BİRİ ÇAMUR GÖRDÜ, ÖBÜRÜ YILDIZLARI

Savaş sırasında eşim Kaliforniya'da Mojave Çölü yakınlarındaki bir ordu eğitim kampındaydı. Onun yanında olmak için ben de orda kalıyordum. Oradan nefret ediyordum. Daha önce kendimi hiç bu kadar kötü hissetmemiştim.

Kocam Mojave Çölü'ndeki harekatlara katılıyor, ben de küçük, derme çatma bir kulübede yalnız kalıyordum. Sıcaklık dayanılmazdı. Kaktüsün gölgesindeki sıcaklık 45 dereceyi buluyordu. Konuşacak tek kişi yoktu. Rüzgar durmadan esiyordu ve yediğim her lokma, aldığım her soluk kumla doluydu! Tamamen harap olmuştum.


Kendimi o kadar üzgün hissediyordum ki aileme bir mektup yazdım. Pes ettiğimi, eve geri döneceğimi söyledim. Buraya bir dakika daha katlanamayacağımı yazdım. Hapiste olmayı tercih ederdim.

Babam mektubuma, sonsuza dek hafızamda çınlayacak, hayatımı bütünüyle değiştiren bir cümle ile karşılık verdi:


İki kişi hapishane parmaklıklarından dışarı baktı. Biri çamur gördü, diğeri yıldızları.

Bu cümleyi tekrar tekrar okudum. Kendimden utanıyordum. Şu anki durumumda kendim için neyin iyi olduğunu bulmaya karar verdim: Yıldızlara bakacaktım.

Yerlilerle arkadaşlık kurdum, tepkileri beni hayrete düşürüyordu. Dokumalarına ve çanak çömleklerine ilgi gösterdiğimde, bana turistlere bile satmayı reddettikleri, en sevdikleri parçaları hediye ediyorlardı.


Kaktüslerin, oradaki ağaçların büyüleyici şekillerini inceledim. Çölde günbatımını izledim ve milyonlarca yıl önce çölün kumlarının okyanus tabanı olduğu zamandan kalma deniz kabukları aradım.

Bendeki bu şaşırtıcı değişimin nedeni neydi? Mojave Çölü değişmemişti. Ama ben değişmiştim. Zihinsel tavrımı değiştirmiştim.


Böylece mahvolma düşüncemi hayatımın en heyecan verici tecrübesine dönüştürdüm.
Keşfettiğim bu yeni dünya beni harekete geçirdi.
O kadar heyecanlandım ki bu dünya hakkında bir kitap bile yazdım.

Kendi oluşturduğum hapishaneden dışarı bakıp, yıldızları bulmuştum.





28 Kasım 2016 Pazartesi

HAKK’I TAVSİYE

HAKK’I  TAVSİYE
 
‘Hakk’ kelimesinin aslı, uygunluk, karşılık ve denk gelmektir.
 
İslâm kültürünün ve Kur’an kavramlarının en önemlilerinden ve en zengin anlam taşıyanlardan biri de ‘hakk’ kelimesidir.
 
Bu kelime mastar, isim ve sıfat olarak değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Masdar olarak anlamı, sabit olan ve var oluşun gerçek olması demektir. Bu da zihinde tasarlanan şey ve  bilgi ile bilinenlerin birbirine uygun olması şeklinde anlaşılır.
 
Buradan hareketle bazen düşüncenin doğruluğuna hakk, bazen de görülenin, bilinenin kararlı ve sabit oluşuna hakk denilir. Eğer zihinde tasarlanan gözleme uygun ise buna isabet ve doğruluk; söz, fikir, karar ve iradenin amaca uygunluğu yönünden ise buna da adalet ve hikmet denir. Böylece hakk o işin sıfatı olur.
 
Gerçekleşen olaylar hakkında ‘tahakkuk etti’ denir ki bu, olayın hakk olarak, yerinde, bir gerçek olarak meydana geldiğini anlatır.
 
Hakk, sözlükte, batılın zıddı, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik (hakikat), İslâm, mal-mülk, vacip, sadık, yaraşır, kesin şey manasındadır.
 
                                          Kur’an’daki Anlamları
 
Kur’an-ı Kerim bu kelimeyi birkaç anlamda kullanmaktadır:
1- Bir şeyi hikmetin gereğine göre (nasıl gerekiyorsa ona göre) yapan anlamında. Bu anlamda ‘hakk’ Allah’ın (c.c.) bir sıfatıdır.
 
“İşte burada (bu durumda) velâyet (velilik, dostluk) hakk olan Allah’a aittir. O, sevap bakımından ve sonuç bakımından hayırlıdır.” [1] âyetindeki hakk kelimesi Allah’ın bir sıfatıdır.
 
2- Hikmetin gereği olarak var edilen şeyler. Allah (c.c.)’ın fiilleri bu anlamda hakk’tır. Güneşin ve ayın yaratılması hakkında  “.. Allah, bunları ancak hakk ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için âyetlerini böyle birer birer açıklamaktadır.”[2]
 
3- Bir şey hakkında aslına uygun olarak inanç taşıma anşamında. Bir kimse hakkında ‘onun yeniden diriliş ve cennet konusundaki inancı hakk’tır’ dememiz gibi. “...Allah inananları, ayrılığa düştükleri hakka, kendi izniyle eriştirdi.” [3]
 
4- Gereğine göre, gerektiği kadarıyla ve gerektiği zamanda meydana gelen söz ve iş anlamında. Bir kimse için ‘senin sözün haktır’ dememiz gibi.
 
“Eğer hakk, onların istek ve tutkularına uyacak olsaydı, hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan her kes ve her şey fesada (bozulmaya) uğrardı...” [4]
 
5- Borç anlamında kullanılmıştır. [5]
       
6- Hisse ve pay anlamında kullanılmıştır.
 
“Ve onların mallarında belirli bir hak vardır; isteyenler ve yoksul olanlar için.” [6]
 
7- Adalet anlamında kullanılmıştır.
 
“Allah hakk ile hükmeder. Oysa O’nu bırakıp da tapmakta oldukları (şeyler) ise, hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.” [7]
 
‘Hakk’ kelimesinin Arapça’daki çoğulu ‘hukuk’, ‘hikak’ ya da ‘hakaik’tir.
Aynı kökten gelen ‘ihkak’, gerçekleştirmek, 
‘İhkak-ı hakk’, hakkı olanı gerçekleştirmek,
‘İstihkak’, hak sahibi olmak,
‘Ehakk’, daha hak, daha doğru,
‘Hakîk’, daha layık,
‘el-Hâkka’ ise Kur’an’ın 69. Sûresinin adı olup, gerçekleşen olay, yani kıyamet anlamına gelmektedir.
 
‘el-Hakk’, Rabbimizin güzel isimlerinden biridir. Allah’ın (c.c.) bir adı olarak Hakk, inkârı mümkün olmayan, varlığı kabul edilmesi gereken, gerçek var olan, varlığı ile ilâhlığı kesin olan, hikmetinin gereğine göre eşyayı yaratan, hakkı ortaya koyan, sözünde doğru olan, her hakkın kendisinden alındığı gerçek, var olan Mevcud manalarına gelir.
 
 
                                     Hak Kavramının Anlam Sahası
 
Allah (c.c.) enfüste (subje) ve afakta (obje) ne yaratmışsa bunları birbirine uyumlu ve yerli yerinde yaratmıştır. Hepsinin hakimi O’ dur. Onun dışındaki her şey onun yaratmasıyla (tahakkuk) eder. Allah (c.c.) her bir varlığa belli bir şekil, ecel ve görev vermiştir. Bunların hepsi de yerli yerindedir. Her bir varlığın alemde Allah’a (c.c.) bağlı olarak bir hakikatı (gerçekliği), bir sınırı ve birbirlerine karşı hukukları vardır. Allah (c.c.) her şeyi (HAKK) ile yarattığını haber veriyor. [8]
 
Allah (c.c.) ‘bizatihi vücud’tur. Yani o varlığı kendi mevcut oluşunun gereğidir. Hiç kimseye muhtaç değildir.
 
Diğer varlıklar ise (hakk) oluşlarını Mutlak varlık ve Gerçek ‘el-Hakk’ olan Cenab-ı Hakk’a borçludur. Onların varlığı Allah’a (c.c.) bağlı olarak ‘liğayrihi’
Vücut’tur, hak oluşları başkasına bağlıdır.
 
Hakk, aslında değişmeyen ve aklın inkar edemeyeceği derecede gerçek olan şey demektir. O aynı zamanda doğrudur, isabetlidir, amaca uygundur, arzu edilene denk düşen şeydir. Bu bakımdan her an ve her yerde değişmeyen (mevcut olan) Allah (c.c.) gerçek hakk’tır. O, yarattıklarını hakk üzere yarattığı için onlar da Allah’a (c.c.) göre hakk’tırlar. Hakk’tan gelen O’ndan kaynaklanan her şey de tıpkı O’nun zatı gibi hakk’tır. Ondan gelen vahiy de hakk’tır. Onun gönderdiği din de hakk’tır.
 
Hakk’ın tam karşıtı ‘batıl’dır. Batıl hakka göre temelsiz, boş, gerçek olmayan, uymayan ve geçersizdir. Hakk, suyun kendisi, batıl ise onun üzerinde biriken köpüktür. Köpük kaybolup gider, su kalır. Hakk her zaman kalıcıdır, yerindedir, uygundur, üstündür. Hakk gelince zaten batıl yok olup gider. Batıl hakkın karşısında tutunamaz. Zaten yok olmak (tıpkı köpük gibi) onun doğasında vardır. Çünkü onun bir gerçekliği ve geçerliliği yoktur. [9]
 
Batıl, hakkın yerine geçmeye çalışırsa, ya da hakka engel olmaya çalışırsa, Hakk olan Allah (c.c.), hakkı batılın tepesine indirir ve onu darmadağın eder. [10]
 
Allah (c.c.) kendi kelimeleriyle batılı ortadan kaldırıp yok eder ve hakk’ı pekiştirir. O, suçlular ve müşrikler istemese de Hakk’ı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak ister. [11]
 
Kur’an-ı Kerim’de (247) yerde geçen hakk kelimesi, aynı anlamlarıyla Hadislerde de geniş olarak yer almıştır.  Hz Peygamber (s.a.v.)’in uzun bir duasında geçen, “Allah’ım Sen haksın, senin vadin haktır, sana kavuşmak hakk’tır, senin sözün hakk’tır, cennet hakk’tır, cehennem hakk’tır, peygamberler hakk’tır, Muhammed hakk’tır, kıyamet hakk’tır.” [12]cümlelerinde temel inanç esasları Hakk olarak ifade buyurulmuştur.
 
İslâm hukukunda hakk’lar ve yükümlülükler bizzat insanlara Hakim olan Allah (c.c.) tarafından belirlenmiştir. İlâhi irade tarafından belirlenen bütün hakk’lar sabittir yani değişmez özelliktedir.
 
Bugün yaygın olarak kullanılan ‘insan, hayvan, çocuk ve kadın hakları’ deyimleri 19. Yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmaya başladı. İlk ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ ise ancak 1947 yılında ilân edildi. Halbuki bütün bu hakk’lar, daha geniş ve kesin bir şekilde, İslâm’ın gelişi ile yedinci yüzyılda bütün dünyaya ilân edilmiş ve uygulamaya konulmuştu. [13]
                                     
                                           Hakkı Tavsiye Nedir?
 
Mümin kişi, kendi varlığının bilincine ermiş ve görevlerinin farkına varmış kimsedir. İman ve amel-i Salih (iyi amel), insanın hakk yolda yürümesini sağlar. Büyük emaneti yüklenmiş insanlar, kendilerini kutardıktan başka birbirlerine yardımcı olur ve iyilikleri birbirine tavsiye ederler.
 
Birbirlerini seven, sayan, kenetlenmiş ve birbirini destekleyen, yeryüzünde hak ve adalet üzere yaşayan İslâm toplumunun en önemli özelliklerinden biri de işte budur. İslâm, kuvvetli, iyilik sever, şuurlu, iyilik ve hakk bekçiliğinde kararlı, dostluğu ve sabrı birbirine tavsiye eden şefkatli, birbirine destek olan bir toplum ister ki, Kur’an bunu ‘Hakkı Tavsiye’ şeklinde ifade etmektedir.
 
“Asra and olsun ki, hiç şüphesiz insan hüsrandadır. Ancak iman edenlerle salih amel işleyenler, bir de birbirine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunu dışındadır.” [14]
 
Ayetteki ‘Hakkı tavsiye’ ve ‘sabrı tavsiye’ deyimleri, karşılıklı olarak birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmek anlamını ifade için ‘tefaül’ babında kullanılmıştır. Toplumsal mutluluğun dört temel taşı olan iman, güzel amel, hakkı ve sabrı tavsiye bu sûrede bir arada kurtuluş reçetesi olarak sunulmuştur.
 
İşte Asr sûresinin bu âyetleri müminlerin birbirine hakkı tavsiye etmesinin bir zorunluluk olduğunu gösteriyor. Çünkü hakka sarılmak zordur. Hakkın önünde pek çok engeller vardır. Nefsin arzuları, menfaatler, toplumun  düşünceleri, azgınların zulmü, karanlık düşünceler ve zalimlerin  adaletsizlikleri vs. bunlar arasındadır. Toplumda güzel şeyleri birbirine tavsiye etmek, birbirine hatırlatıp  teşvik etmek amaç ve hedef birliğini sağlar. Oradaki bireyleri aynı yöne yönlendirir. Bu da onların birlikte çalışıp güçlenmelerini sağlar. Hakkı bekleyen herkese kendisinden başka da onun bekçilerinin bulunduğunu hissettirerek onlara tavsiye etmeyi ve onları teşvik etmeyi sağlar. Onlarla birlikte olmak kendisini utandırmaz aksine sevindirir. Hakkın kendisi olan bu din ise, bu örnekte olduğu gibi birbirine bağlı, birbirini destekleyen, birbiriyle yardımlaşan ve birbirine tavsiyelerde bulunan bir topluluğun bekçiliği altında ancak gerçekleşebilir.
 
Ashab-ı Kiram’dan iki kişi karşılaştığında, biri diğerine Asr sûresini okuyup birbirleriyle selamlaşır ondan sonra ayrılırlardı. Çünkü onlar bu ilâhi prensibi biliyorlardı. Çünkü onlar, iman ve doğruluk üzerinde birleşmişlerdi. Hakkı tavsiyenin ve sabrı tavsiyenin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Çünkü onların her ikisi de İslâm nizamını korumaya söz vermişler bu esaslara dayalı İslâm toplumunun birer bireyi olduklarını çok iyi kavramışlardı. (1)
 
İmam Şafi Asr sûresi için şöyle demiştir. ‘Kitap olarak sadece Asr sûresi inmiş olsaydı yeterdi.’
 
Ya Rabbi, bizi Hakkı Hakk olarak bilen ve ona uyan; batılı da batıl olarak bilen ve ondan uzaklaşan ve böylece Sen’in yolundan ayrılmayan kullarından eyle! Bizi asla Hakk’tan ayırma ve batıla saptırma! Sen Hakk’sın, gönderdiğin Peygamberlerin Hakk’tır, Meleklerin Hakk’tır, Kitapların Hakk’tır, Gönderdiğin Dinin hakk’tır, Kıyamet  günü Hakk’tır, Kader Hakk’tır, Ölümden sonra dirilme Hakk’tır, Mizan Hakk’tır, Cennet Hakk’tır, Cehennem Hakk’tır.
 
Bizi Hakk’ı tavsiye eden ve sabrı tavsiye eden kullarından eyle! Amin. 
 


[1] Kehf sûresi,  18/44. 
[2] Yunus sûresi,  10/5. 
[3] Mü’minün sûresi,  23/71. 
[4] Bakara sûresi,  2/282. 
[5] Mearic sûresi,  70/24-25. 
[6] Ğafir sûresi,  40/20. 
[7] Ahkâf sûresi,  46/3. 
[8] İsra sûresi,  17/81. 
[9] Enbiya sûresi,  21/18. 
[10] Enfal sûresi,  8/8. 
[11] Buharî, Teheccüd
[12] İslâmın Temel Kavramları, H.K. Ece. 
[13] Asr sûresi,  103/1-3. 
[14] Fizilali’l-Kur’an, S. Kutup.
BU YAZI AŞAĞIDAKİ WEB SİTESİNDEN ALINMIŞTIR.
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=582
 

İPEK BÖCEĞİ

İPEK BÖCEĞİ

Birisi ipek böceğini tohum halinde iken görür. “İpek böceği nedir? Sorusuna onun verdiği cevap şudur: “Darı tanesi gibi bir şey…

İpek böceğini yerde sürünen bir kurt halinde iken gören ikinci adam aynı soruya : “İpek böceği ağır ağır hareket eden pek çirkin bir kurtçuktur cevabını verir. ...

Üçüncü adam ipek böceği tarifi ipek böceğinin yumurta halidir: “İpek böceği dut dalları arasında ufak ipek bir yumurtadır.

Dördüncü adam ipek böceğini gördüğünde ipek böceği artık kozasından çıkmıştır. O da; “İpek böceği, bir nevi kelebektir tarifini yapar.

Hakkında hüküm vereceğiniz insanları birer ipek böceği gibi düşünebilirsiniz. Acaba o insan kurtçuk devresinde midir? Kozasını mı örmektedir? Yoksa kozasından çıkmış mıdır?

İnsanın şartları sürekli değişen bir yolculukta olduğunu göz ardı ederseniz bir ipek böceğine; “O bir kurtçuktur…. çirkindir” deme hatasına düşebilirsiniz. Öyleyse insanlar hakkında hüküm vermeden önce kendi geçirdiğiniz safhalara bir göz atmanız ne kadar faydalı olur.


Sizin “çirkin bir kurtçuk ya da “dut dalları arasında yumuşak bir yumurta safhanız olmamış mıdır? Biz hakkında ağır hükümler verdiğimiz birçok insanın karşımıza bizim hakkımızda ağır hükümlerde bulunmayacak bir olgunlukla çıktığına şahit olmuşuzdur.

Hadiseler, meydana gelişleri esnasında bazen önemli, bazen önemsiz, bazen çirkin, bazen faydalı, bazen güzel görünebilir. İlk sebebi bilmeden varacağı neticeyi tahmin dahi edemeden son hükmü vermek hiç de doğru olmasa gerektir.


O çirkin kurtçuğun ipek gibi çok değer verdiğimiz, çok güzel bulduğumuz bir mal üreten bir fabrika olacağını nereden bilebiliriz?

Her mağlubu kınamayınız. Siz daha her savaşı görmediniz. Başkaları hakkında konuşmaya girişmeden önce kendiniz hakkında konuşmaya başlayınız. Bakın bakalım, bir başkası için söylemeyi düşündüğünüz sözlerden geriye ne kalacak?


Ana rahmindeki çocuğa bu dünyanın güzelliklerinden ne kadar bahsetseniz boştur. O, dünyanın “zindan olduğunu” iddia edip duracaktır. Öyle değil mi?
 





27 Kasım 2016 Pazar

AVUCUNUZU AÇMAYI DENEDİNİZ Mİ?

AVUCUNUZU AÇMAYI DENEDİNİZ Mİ?

Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır.


Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur.

Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz.

Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması imkansızdır.


Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu esir eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü esir etmiştir. 

 Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.

Bizleri de tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur.

Yapmamız gereken; elimizi açıp benliğimizi, bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla hür olmaktır!


 Bu örnekle benzeştirirsek; sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark ettiğimiz pek söylenemez:


— Kütüphanenin raflarını dolduran ve çoğunu okumadığımız kitaplara sahip olmak,


— Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,


— Oturmadığımız koltuk takımları, kullanmadığımız, faydalanmadığımız daha nelere sahip olmak,


— Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize, zarar verse bile bir futbol takımı taraftarlığına sahip olmak,


— Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 10–20 kat büyük ve devasa evlere sahip olmak,


— Belki bir kez giydikten sonra uzun süre dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz, aldığımız günün modasına uygun kıyafetlere sahip olmak,


— Çoğunlukla konuşmaktan, mesaj göndermekten ve alarm özelliğinden fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak,


— Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak; tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlığa sahip olmak…


Ya da sahip olduğumuzu sanmak...


 O maymun gibi; avucumuzda tuttuğumuz sürece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz? 


 Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vazgeçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz? 


 Ah bunu bir anlayabilsek...

 

 


26 Kasım 2016 Cumartesi

HAYIRLI EVLAT DUASI

HAYIRLI EVLAT DUASI

Fatma hanım, sırtına ekin destesini aldı ve düşünceyle ilerlemeye başladı. Birden kayınvâlidesinin sesiyle kendine geldi:


"- Kız Fatma çabuk buraya gel. Sarı inek doğuruyor, yardım et!.."

Can havliyle sırtındaki destesini indirdi ve ahıra koştu. Aman Yâ Rabbi… Hayvan da olsa, ne kadar acı çekiyordu. Fatma hanım, kayınvâlidesiyle birlikte hayvanın doğum yapmasına yardım ediyordu.

Kayınvâlidesi:
"- Bir hayli zor olacak galiba!.." dedi.
"- Evet zora benziyor. Dana toplu herhâlde." diye mırıldandı Fatma hanım da… Fatma, hayvan acı çekmesin diye şifâ âyetlerini, ardından bildiği bütün sûreleri okumaya başladı.


Kayınvâlidesi:
"- Deli kız, ineğe de okunur mu?" dedi.
Fatma ise:
"- Ana bak, çok acı çekiyor, yüreğim dayanmıyor." diye cevap verdi, gözyaşlarıyla...


Bir saat zorlu bir çabanın ardından, sarı kızın bir tosunu oldu. Sarı kız hemen şefkatle onu yalayıp kokladı. Fatma'nın bütün merhameti, sanki gözlerinden yaşlarla ılık ılık akıyordu.

Kayınvâlidesi:
"- Bak, ineğin bile yavrusu oldu. Dört senedir bu kapıdasın, bir torun veremedin kucağımıza!" dedi.


Fatma ise:
"- Allâhu teâlâ hayırlı evlat versin, ana." dedi.
Kayınvâlidesi ise:
"- Hayırlı, hayırsız!.. Bir evlâdın olsun. Bizi ele güne dil ettin ya!.." dedi öfkeyle…


Fatma, ikindi namazından sonra duâ için secdeye vardı ve:

"Rabbim dört yıldır senden hayırlı evlâd istiyorum. Olmuyor Rabbim! Hep hayırlı istiyorum, ben âciz hâlimle nasıl hayırsız bir evlâtla baş edebilirim. Ben kendimi ıslâh edemezken onu nasıl ıslâh edeyim." diye gözyaşlarıyla yıkanan, salavâtlarla taçlanan duâsını bitirdi.

Dört kez hâmile kalmış, ama hepsini kaybetmişti. Ve ısrarla "hayırlı evlat ver" diye duâ etti, etti. Birkaç ay sonra rüyasında bir ses:


"- Kızım, hayırlı bir kız evlâdın olacak, adını Hediye koy." dedi. O, yine hep "hayırlısını" istedi.

Nihâyet Allâh'ın lutf u keremiyle yavrucuğuna kavuştu.
İsmini, Ayşe Hediye koydu.