31 Ocak 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Vesvese

Hekimoğlu İsmail - Vesvese
 
Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK Yazarlar Hekimoğlu İsmail-Vesvese

Vesvese


Nasıl ki aşıda güçsüz mikroplar kana zerk edilerek vücudun savunma mekanizması harekete geçirilirse… Şeytanın kalbe attığı şüphe ve vesveseler, aslında vücuda bağışıklık kazandıran aşı gibidir, Müslüman’ı uyanık tutar.

Vesvese, hayal dünyasında yaşamaya benzer; mesela roman yazan insanın hayali geniştir. İnsan, iyi veya kötü, aklına geleni hayal edebiliyor. Bu durumda Allah’a yalvarır, “Ya Rabbi, beni kötü hayallerden koru!” der, Allah’a sığınır. Bakınız, en kötü hayaller onu en iyi makama götürüyor.

Aynen vesvese, içimizde konuşan bir sestir; kaynağı şeytan, ilk tesir ettiği yer kalbimizdir. Şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Kalbe “Eyvah!” dedirtir. Kalp buna inanırsa, insan ehl-i dalalet olabilir. Çünkü vesvesenin amacı Müslüman’ı ibadetinden alıkoymaktır. En büyük nimet akıldır. Aklın vazifesi İslamiyet’i anlamaktır. Akıl devreye girerse vesvese diye bir şey kalmaz.

Bediüzzaman Hazretleri buyurmuştur ki: “Ey maraz-ı vesvese ile müptela! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer; ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner.”

Herkesin sevdiği, takdir ettiği muhterem bir zatın müridi, kemale erip levh-i mahfuza bakmış, şeyhini cehennemlik görmüş. Bu durumu hayretle ve merakla şeyhine söylemiş. Şeyhi demiş ki: “Ben onu kırk senedir görüyorum.” Yani o şahıs kırk seneden beri kendisinin cehennemlik olduğunu görüyor. “Benim cehennemlik olmam Allah’a aittir. Madem O, böyle münasip görmüş, ben razıyım; vazifem ibadete devam etmektir.” demiş. O anda cehennemlik ibaresi silinmiş. İşte vesvese buna benzer. Acaba ben cennetlik miyim cehennemlik miyim? Sana ne! O, Allah’ın takdiridir. Sen vazifeni yap, Allah’ın işine karışma. İşte akıl, böylece devreye girer, hissiyatı, vesveseyi kenara atar.

Maddi ve manevi dertler, dermandır. Zaten dert yok, derdi icat edenler var. Mesela, çocuk okula gidiyor, “Acaba araba çiğner mi, acaba kaçırırlar mı, döverler mi?” Bu “acaba?”lar anneyi perişan eder. Hâlbuki kadere inan, kederden kurtul. Bu dünya başıboş değil, her şey nizam içinde; senin çocuğun da o nizam içinde, güven altındadır. İman et, rahat et. Eceli dolan ölür, hastalık insanı öldürmez, hasta olmadan ölenler var, büyük hastanelerin, büyük tabipleri de ölüyor. Ömrü biten, gidiyor. Buna mani olacak güç yok.

Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Boş kalanın arkadaşı şeytandır!” Şeytan da vesveseyle o şahsı şaşırtır. Vesveseye maruz kalan insan ibadet etse, okusa veya kazmayı alıp çalışsa ortada vesvese kalmaz. Çünkü durgun sular kurtlanır. Her günah bir nokta gibi kalbe yapışır. Aynen lambanın camına yapışan lekeler gibi. Nasıl ki ampulün camına yapışan lekeler ışığın önünü keser aynı şekilde günahlar kalbe yapışa yapışa kalbin nurunu karartır. Vesveseler, yanlış anlamalar, yanlış konuşmalar birbirini takip eder.

Herkes değişik dönemlerde vesveseye maruz kalabilir. Vesvese sizin için bir hasımdır. Onu küçük görerek, “Allah’ın tevfikiyle altından vurur üstünden çıkarım.” derseniz rahatlıkla onun üstesinden gelebilirsiniz. Araba arıza yaptıkça sürücü tamir etmeyi öğrenir.

Müslüman, Allah’a sığınmalı, Allah’a teslim olmalı. İbrahim Hakkı gibi, narın da hoş nurun da hoş demeli. Bu makama ulaşan Müslüman’da vesvesenin işi olmaz, şeytanın işi olmaz. Şeytanın işi vesvese vermek, insanın görevi o vesveseye kapılmayıp Allah’a sığınmaktır. Ayetle de bildirilmiştir: “Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki O; işitendir, bilendir… ”

Şeytan varsın istediği kadar vesvese versin. Sonunda bir şey koparamayacağını anlayınca vazgeçip gidecektir. Akılla iman el ele verince şeytan bir şey yapamaz. Amma fısıldar ki dikkatli olalım..
 
 
 

30 Ocak 2015 Cuma

MEHMET AKİF İN MISIR HÂTIRALARINDAN

MEHMET AKİF İN MISIR HÂTIRALARINDAN

İstiklâl şairimiz Mehmet Akif Ersoy (1873/1936), Kasta­monu Nasrullah Camii kürsüsünde milli birlik ve bütün­lüğümüzün ehemmiyetine dair nasihatlarda bulunduğu bir cuma vaazında (19. teşrîn-i sânî, 1336/1920), Mısır'­da ikâmet ettiği yıllardaki bir hâtırasını anlatır. Bu hâtıra, bugün içine düştüğümüz buhranların sebeplerine ışık tutması açısından oldukça düşündürücüdür.
Mısır-ı Ulyada (yukarı Mısır) dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslümanla görüştüm. Konu siyasete intikal etti, dedim ki:
- Hayret doğrusu, 15 milyonluk Mısır'da çok az bir kuvvet var (Mısır, 1882 yılında İngilizler tarafından işgal edildi ve bu işgal 32 yıl boyunca hiçbir hukukî statüye dayanmaksızın de­vam etti). Bu kadar az kuvvetle, koca ülke nasıl korunabiliyor. Cevaben o zât dedi ki:
- O yabancı devlet adamlarından biriyle samimi görüşürüz. Söylediklerinizi ben de düşünmüş ve demiştim ki;
-  Günün birinde, mesela Osmanlı Devleti 40 - 50 bin kişilik bir ordu hazırlayarak Mısıra gönderseler ne yaparsınız?
- Hiçbir şey yapamayız. Savunma imkanımız olmadığı için Mısır'larını kendilerine teslim eder çıkarız. Fakat şunu iyi biliniz ki, biz Osmanlılara değil 40 bin kişi, 40 kişi gönderecek kadar fırsat vermeyiz. Ülkelerinde bitmez tükenmez meseleler çıkar­tırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan vakit bulup da bir kere olsun Mısır'a bakamazlar.
"Ey Müslümanlar birbirinize girmeyin, sonra kalplerinize meskenet, korku, acz çöker de, devletiniz, gücünüz, kuvvetiniz gider." Kur'ân-ı Kerim (Âl-i İmran, 103) (İbrahim Refik “Geçmişten Geleceğe Işıklar” s:11)
bu günde biz birbirimizle uğraşmaktan......anladı onu senJ)
 
 

Duası makbul idi

Duası makbul idi
 

Seyyidet Nefise “rahmetullahi aleyha” hazretleri, takvası meşhur, duası makbul, mübarek bir hanımdı.

Hangi hastaya dua etse, hasta derhal şifa bulurdu.

Bir gün İmam-ı Şafii hazretleri hasta oldu.
İyi olması uzayınca, bir talebesini ona gönderip;
- Seyyidet Nefise’ye git de şifa için dua iste! buyurdu.

Talebe;
- Peki efendim, dedi.

Ve gidip çaldı kapıyı.
Kapı açılınca, arzetti:
- Efendim, hocam şu anda çok hasta. Şifa için sizden dua istirham ediyor.

Seyyidet Nefise hazretleri, kaldırdı ellerini.
- Allahü teâlâ hocana hayırlı şifalar versin diye dua etti.

Talebe döndüğünde, hocası iyileşmişti.


Allah rahmet eylesin

Aradan bir müddet geçmişti ki, İmam tekrar hastalandı.

Yine bir talebesine;
- Seyyidet Nefise’ye git de, şifa için dua iste buyurdu.

Talebe;
- Baş üstüne efendim, dedi.

Ve gidip çaldı kapıyı.
Kapı açılınca, arzetti:
- Efendim, hocam şifa için sizden dua istiyor.

Mübarek hanım az tefekkür ettikten sonra ellerini açıp;
- Allahü teâlâ, hocana rahmet eylesin dedi.

Talebe şaşkın vaziyette geri döndüğünde, hocasının hastalığını artmış gördü.

Hazret-i İmam sordu:
- Dua istedin mi evladım?
- Evet efendim.

- Ne dedi?
- Allah hocana rahmet eylesin, dedi.

Hazret-i İmam, duadaki inceliği anlayıp;
- Vefat edeceğimi haber vermiş, diye mırıldandı.

Ve derhal vasiyetini yapıp;
- Ölürsem, cenazemde Seyyidet Nefise de bulunsun, buyurdu.

Fazla zaman geçmemişti ki, vefat etti.
Talebeleri, Seyyidet Nefise hazretlerine vefat haberini verip, vasiyetini bildirdiler.

Ancak o günlerde sıhhati iyi olmadığı için, cenazeye gidemedi.
Bu defa cenazeyi Onun yanına getirdiler.
En geri safta durup, namazını kıldı.

Seyyidet Nefise hazretleri, çok zaman oruçlu olurdu.
Son günlerinde çok zayıf olduğu için oruç tutmamasını söylediler.

Kabul etmedi.
- Otuz yıldır; “Oruçlu iken ruhumu vereyim” diye dua ediyorum, buyurdu.

Oruçluyken, ruhunu teslim etti.
Ve kendi kazdığı mezara defnedildi.
 
 
 

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - Çok Yemenin Zararları

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - Çok Yemenin Zararları

Prof Dr. Mahmud Esad Coşan (1938-2001)

HAYIRLI CUMALAR

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Cumanız mübarek olsun, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri! Allah bu mübarek sevaplı, nurlu günün hayrından, bereketinden en güzel tarzda hissemend olmayı cümlenize nasîb eylesin...

(EMEKLİ OLMADAN İŞYERİNDE KULAKLIKLA; ŞİMDİ İSE YATAĞIMDA KÜÇÜK RADYOMDAN HERGÜN SABAH 9:30'DA VE ÖĞLEDEN SONRA 15'DE M. ESAD HOCAEFENDİNİN AKRA FM'DE SOHBETLERİNİ DİNLİYORUM. Ankara Akra FM: 107.4 )

Bismillâhir-rahmânir-rahîm

Çok Yemenin Zararları

Büyük âlimler, hükemâlar, bunlar demişler ki: "Çok yemek dünya sevgisinden ileri geliyor ki, bunun elli tane afeti vardır." Yâni elli tane felâket var çok yemekte... Onu uzun boylu söylemiş de, onların ellisini saymak için vaktimiz yok.

Onun için Peygamber SAS, sabah yerse akşam yemezmiş, akşam yerse sabah yemezmiş. Eğer biz Peygamber SAS gibi yapsak, ne hasta oluruz, ne bir şey oluruz. Bütün hastalıkların kökü bu çok yemekten... Mide dolgunken tekrar yiyoruz. Saat geldi, vakit geldi... Daha karnımız da acıkmadı. Ama vakit geldi. Vakit gelince tekrar yiyoruz. İki yemek bir arada, mide ne yapsın?..

Onun için bugünkü fenciler, tabiplerimiz de söylüyorlar. Bu fazla yemek ve bugünkü beyaz ekmek... Biz çok hep ekmeğin beyazını alıyoruz. Francala olsa onu alacağız ama, en çok zarar da onun içindeymiş. O bizim dedelerimizin istediği kepeksiz ekmek mi?.. İlk bid'at o oldu. Peygamber Efendimiz zamanında elek yokmuş. Herkes değirmenden geldiği gibi yoğurur pişirir, yermiş.
Sonra kepeği ayıracak eleği bulmuşlar, şimdi de fabrikalarda eleniyor. Kepek kalmıyor.

Şimdi doktorların tavsiyesi:

"--Ekmeğin içerisine kepek katınız. Kepek yeyiniz ki mideniz, barsaklarınız güzel çalışsın!"

Bu has ekmekler buna mani oluyormuş. Onun için insanlar kabız oluyor, şu oluyor, bu oluyor, çok sıkıntılar çekiyorlar... Bu Peygamber'in yolundan ayrılmaktan ibaret oluyor.

Onun için en nihayet, elli tane saydıktan sonra son sözü: "Şeytan seni en nihayet beşeriyet sıfatından soyar, hayvânî bir sıfatla yaşarsın dünyada..." Bu çok yemenin zararının en sonuncusu, beşeriyet sıfatından soyulma. Kalıbın beşeriyen sıfatıdır ama, iç beşeriyetten çok uzaktır.

Onun için diyor ki: "Allah yolcularına lâzım olan, helâlden olsa bile yemeği az yemektir."

Bugün akşam doktorumuz gene diyor ki:

"--Adam karnının doyduğunu, ancak bir saat sonra anlar."

Binâen aleyh, biz tıka basa, doyuncaya kadar yiyoruz; bu zarar... Efendimiz SAS ne dedi:

"--Doymadan evvel kalk!" dedi.

Doymadan evvel kalmak; doyduk zaten amma onun farkında değiliz biz. Daha biraz doyuralım diyoruz. Bu sefer mide şişiyor, sıkıntılar çıkıyor. Haydi hazım tozlarına müracaat ediyoruz.

Helâlden de olsa yemeği azaltmak emredilmiş. "Çok yemekten de çok sakınmak lâzım!" demişler. Peygamber bir kap yemiş. Bize de bir kap yeter. A'zamî iki olsun demişler. Misafir olursa üçe müsaade var. Ama biz bunların hiç birisine kanaat edebildiğimiz yok...

Tokluğa çok devam etme! Açlıkta cismin sıhhati vardır, cesed açlıkta sıhhat bulur, dinçlik olur ve fikri de açık olur. Aç olan adamların fikirleri açık olur. Bak şimdi aşağıda gelecek ne güzel:

Kalbi rahat olur, zekâsı da kâmildir. İhtiyacı da yoktur şuna buna... Bir kere yedi mi, yetiyor zaten ona. Ötekine berikine ihtiyacı olmuyor. Bu surette de kanaat mümkün oluyor kendisine.

Yeyince belâyı da unutuyor, ahireti de unutuyor. Allah'ın azabını da unutuyor, ahireti de unutuyor. Onun işi gücü hemen yemek, içmek... Kıyamet günündeki açlıktan da haberi olmuyor artık. Çünkü tokluk, aklına getirttirmiyor onu. Halbuki açlıkta, ibadete karşı çok şevk olur, rahatlık olur. Bahusus abdestini muhafazada... Aç adam çok dışarıya çıkmaz. Ne idrara çıkar, ne de diğerine çıkar. Az yemiştir, ihtiyacı olmaz.

Az yeyince dışarıya çıkman da az olur. Onun için eskinin insanları, evliyalar on beş günde bir dışarıya çıkınca, amel oldu dermiş annesi oğlu için.

Az yeyince, artacak tabii. Artınca onu başkasına vermenin, tasadduk etmenin de imkânları olacak.
Kıyamet gününde insanların en çok aç olanları, dünyada karınlarını çok doyuran insanlardır. Dünyada karınlarını çok doyuran insanlar, ahirette çok aç kalacak.

Bir kere en büyük felâket: "Karnını doyuranlar melekût âlemine uçamazlar." Allah-u Teàlâ bu insanlara çok büyük kudret, kuvvet vermiştir. Aklımızın idrakinin çok üstünde kudret vardır insanda... Hani Amerika bugün birçok milyonlar, milyarlar harcayaraktan atomlarıyla, bilmem neleriyle havaya uçuyor. O uçuşların hepsi insanda mümkün, hepsi insanda mevcut... Fakat biz bu karınlarımızı doyurmak sûretiyle, kalplerimizi de karartmak sûretiyle, onlardan mahrum olmuşuz.
İnsan melekten de efdal efendi, ne diyorsun sen şimdi?.. Melekten de efdal...

Şimdi bizim Bursamızda Cami-i Kebir'imiz var ya, o Cami-i Kebir'i Yıldırım Bayezit yaptırmış. Emir Buhàrî de Yıldırım'ın damadı. İlk açmış camiyi, damadına demiş ki:

"--Sen kıldıracaksın bugün cumayı..."

"--Benim büyüğüm var burda. O varken ben kıldıramam!" demiş.

"--Kim o?.."

"--Somuncu Baba..."

Somuncu Baba'yı da kimse bilmiyor ama. Evliyaların reisi. Rica etmişler, gelmiş okumuş. Yedi mânâ vermiş Elham'a... Demiş:

"--Üçüncüsünü şu direğin arkasındaki Molla Gürânî anlar. Ondan sonrasını o da anlamaz!" demiş.
Şimdi camiden çıkmış. Üç kapı var ya, her kapıdaki insan diyor ki:

"--Bizim kapıdan çıktı, elini öptük."

O diyor:

"--Bizim kapıdan çıktı, elini öptük."

Öteki diyor:

"-- Bizim kapıdan çıktı, elini öptük."

Ulemâ demiş ki:

"--Böyle şey olmaz! Bu adam bir adamdır, bir kapıdan çıkar." demişler.

Cevap veriyorlar erbabı, diyorlar ki:

"--Sizin aklınız hiç bir şeye ermiyor. Allah-u Teàlâ insana öyle bir kuvvet vermiştir ki, bir insan bütün dünyanın her tarafını dolaşabilir bir anda... Bu kudreti Allah vermiş. Bizdeki ruh o kadar geniş ki, âlemi istilâ eder. Bir atom bu kadar hüner yapıyor da, Allah'ın bize verdiği ruh yapmasın, olur mu canım?..

Şimdi cin var ya, inanırız cinlere. "Eùzü billâhi mineş-şeytànir-racîm" dediğimiz cin, çeşitli kılığa giriyor. Giriyor mu? Kedi olur, köpek olur, insan olur, hayvan olur, ağaç olur, şu olur... Aslında bir cindir işte ama, çeşitli kılığa girmiştir. Allah-u Teàlâ'nın bir cinnîsi böyle çeşitli kılığa girer de, en mükemmel olan insanı çeşitli kılığa giremez mi?.. Siz hiç bir şey bilmiyorsunuz! Hemen kitaplara bakıp olmaz diyorsunuz.

--Bir adam üçe bölünmez ya?..

Üçe bölünmez ama, Allah-u Teàlâ'nın insana verdiği ruh ile, bir insan her tarafta gözükür. "Mekke'de ben bu adamı gördüm." dersin.

--Bu adam burda oturuyor, Mekke'de ne işi var bunun?..

Ama o adamın ruhàniyeti ordadır. Kalıbıyla orda görünür. Yâni insandaki bu kudret, Allah-u Teàlâ'nın verdiği kudrettir, insanın kendi hüneri değil ya... Ama çok a'lâdır. Yalnız biz bunları iptal ediyoruz işte, mahvediyoruz. Neyle? Zevk ü sefâmızla...

Bu yeter bu kadarcık.

HAYIRLI CUMALAR

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN

 ************************


http://esadcosankulliyati.com/arsiv/ramuz/r750817.html



29 Ocak 2015 Perşembe

Dinde kocanın yeri

Dinde kocanın yeri
 

Muhyiddin İskilibi hazretleri “rahmetullahi teâlâ aleyh”, alim ve veli bir zat idi.
Bir gün ona;
- Efendim, dinde kocanın hakkı nedir? diye sordular.

Cevaben şunu anlattı:

Asr-ı saadette bir hanım vardı ki, beyine çok iyi hizmet ederdi.
Akşam eve gelince, paltosunu alır, güler yüzle karşılardı kendisini.

Bir gün üzüntülü geldi adam.

Hanımı merak etti:
- Hayrola bey, neyin var?
- Yok bir şey.

- Üzgün görünüyorsun ama.
- Evet, üzgünüm biraz.

Teselli etti onu:
- Üzüntünün sebebi ahiretse, Allahü teâlâ arttırsın. Yok dünya içinse, üzülme boş yere.

Adam şaşırdı:
- Neden hanım?
- Dert, “Ahiret derdi”dir bey. Dünya için üzülmeye değer mi?


Cennete kolay girer

Bir gün de sohbetinde;
- Beyinin hukukunu gözetmeyen kadın, Allahü teâlânın hakkını gözetmemiş sayılır, buyurdu.

Sordular:
- Ya rızasını kazanırsa efendim?
- O zaman Cennete kolay girer, buyurdu.

Ve ilave etti:
- Peygamber efendimiz aleyhisselam; “İnsanın insana secde etmesi caiz olsaydı, hanımların beylerine secde etmelerini emrederdim” buyuruyor.


Beyinin rızasını al!

Bir gün de akrabasından bir hanım;
- Efendim, Allah’ın rızasını kazanmak istiyorum, ne yapayım? diye sordu bu zata.

Cevaben;
- Beyinin rızasını kazan, buyurdu.

Ve şunu anlattı:
Fatıma validemiz, bir gün Resulullahın hanesine gelip ağlamaya başladı.

Efendimiz merak ettiler:
- Kızım niçin ağlıyorsun?
Arzetti:
- Babacığım! Bu sabah Ali ile konuşuyorduk. Bir kelimem yüzünden kırıldı bana. Ben de çıkıp buraya geldim.

Buyurdular ki:
- Hemen evine dön kızım! Beyinden özür dile. Bir hanımın beyi ondan razı değilse, Allah da razı olmaz.
Ve sordular ona:
- Kızım, kadın için en üstün amel nedir biliyor musun?- Bilmiyorum babacığım.

- Kocasına itaat etmektir. Beyini razı eden kadına müjdeler olsun. Onun bu hali, bin yıllık nafile ibadetten üstündür.
 
 
 

Haftanın Esma'ül Hüsna'sı: Bais

Haftanın Esma'ül Hüsna'sı: Bais


Ya Bais

Ya Bais, alemlerin Rabbi olan Allah'ımızın bir ismidir. Bais'in kelime anlamı bir nesnenin belirlenmiş olan bir yere harekete geçirilmiş, yönlendirilmiş olmasıdır. Hangi nesneye göre söylendiyse, manası farklı bir şekilde açıklanır.
 
Bais kelimesinin kullanılışına göre anlamları nedir?
 
  • Bais beşeridir: Bu anlam bir eşeği harekete geçirmek, bir insanı bir yere göndermek anlamında kullanılabilir.
  • Bais ilahidir: Bu anlamı iki şekilde açıklanabilir. Birincisi bir şeyi yoktan var etmek anlamını taşır. Bu Cenab-ı Hakka mahsustur. İkinci anlamı ise, bir ölüyü diriltmek anlamını taşır. 


Ya Bais anlamı nedir?

Peygamberleri gönderen, mahlukatın hepsini ahirette yeniden diriltmiş olan. Peygamberimizi göndermekle bize hatırlatma yapan Allah, bizi bu dünyaya göndermiş ve sınamaktadır. Ölümümüzden sonra bizleri ahirette yeniden dirilterek, hesaba çekecektir.

Ya Bais isminin faziletleri ve zikri nedir?

Ya Bais isminin zikir adeti 573, zikir saati güneş ve zikir günü Pazar'dır. Bu isim alacakları ve iradeyi geri alabilmek için okunur. Okuyan kişi ibadetini isteyerek ve severek yerine getirir. İçinde Allah korkusu meydana gelir. Sıkıntılardan, dertlerden düşman korkusundan kurtulmak için günde 573 defa okunmalıdır. Dedikodulardan sakınmak için 7073 defa okunmalıdır. Uykuya yatmadan önce elini göğsüne koyarak, 100 defa Ya Bais diyen kişi, düşmanlarına üstün olur, takdir kazanır.

Kuran'ı Kerim'de Bais isminin kullanılışında çıkan manalar nedir?

  • Resul göndermek; Sonra Allah bizlere müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. (Bakara 2/213)
  • Tayin etmek; Peygamberleri onlara Allah bilin ki, Talut'u sizlere komutan olarak gönderdi. (Bakara 2/207)
  • Musallat etmek; Bunlardan birincisinin zamanı geldiğinde üzerinize güçlü kullarımızı gönderdik. (İsra 17/5)
  • Ölüleri diriltmek; O ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltecek acaba dedi. Bunun üzerine Allah onu öldürerek, yüz sene bıraktı ve sonra yeniden diriltti. (Bakara 2/259)
  • Uykudan uyandırmak; Biz aralarında sormaları için onları uyandırdık. (Kehf 18/19)     
  • Hakim tayin etmek; Her toplumdan bir şehit gönderdiğimizde, artık ne kafir olanların özür dilemesine izin verilir, ne de  onlardan izin istenir. (Nahl 16/84)
  • Kabirden çıkmamak; Kıyamet vaktinin geleceğin şüphe yoktur. Allah kabirde olanları diriltecektir. (Hacc 22/7)
  • Kullarının kalplerine hayırlı şeylere yönelmeleri için ilhamlar yollamak. 




28 Ocak 2015 Çarşamba

Devemi arıyorum

Devemi arıyorum
 

Belh padişahı İbrahim Edhem, altın işlemeli tahtında uyurken, bir takım tıkırtılar duyup uyandı.
Kulak kabarttı.

Sesler damdan geliyordu.
Damda birisi vardı.

Sinirle bağırdı:
- Hey! Sen kimsin?
- Yabancı değilim.

- Ne arıyorsun burada?
- Devem kayboldu da, onu arıyorum.

Fena halde canı sıkılmıştı:
- Ey şaşkın, hiç damda deve aranır mı?

Meçhul şahıs cevabı yapıştırdı:
- Asıl şaşkın sensin ki, altın taht ve ipekli yumuşak yataklar içinde Rabbini arıyorsun. Bu, daha garip değil mi?

Ve ses kesildi.
Tıkırtılar falan artık duyulmadı.

İbrahim Edhemin kalbine korku geldi.
Bunu, bir ikâz-ı ilahi sayıp, çeki düzen verdi kendine.


Kendini aldatma

Bir gün de, sarayında ziyafet veriyordu.
Devlet erkanından da kalabalık bir heyet hazır bulunuyordu.

İbrahim Edhem, kendine mahsus şatafatlı yerine henüz oturmuştu ki, heybetli biri girdi saray kapısından.

Nöbetçiler, onun heybetinden çekinip, “Sen kimsin?” diye soramadı bile.
Bu garip zat, sağa sola bakmadan, doğruca gidip, hükümdarın karşısına dikildi.

İbrahim Edhem karşısında bu pervasız kişiyi görünce fena halde canı sıkıldı.
Ve sordu sertçe:
- Kimsin sen, ne ararsın burada?

- Yolcuyum, bu handa konaklamak istedim de.

İbrahim Edhem yükseltti sesini:
- Be adam burası han değil, saraydır saray!

Heybetli zat sordu:
- Peki, senden önce kim vardı bu sarayda?
- Sultan babam vardı.

- Ondan önce kim vardı?
- Filanca hükümdar.

- Ondan önce?
- Falan sultan.

Böylece geçmiş padişahların birçoğunu saydırdıktan sonra sordu:
- Bu sultanlara ne oldu?
- Hepsi öldüler.

O zat taşı gediğine koydu:
- Bu nasıl saraydır ki, insanların biri gelir biri gider. Böyle olan yerlere, saray değil, “Han” denir.

Sonra ekledi:
- Ey İbrahim, kendini aldatma! Gün gelir, sen de göçersin bu yerden.

Ve süratle çıkıp gitti.
İbrahim Edhem çok duygulanmıştı.

Ardından yetişip sordu:
- Sahi, sen kimsin?
- “Hızır”ım.
 
 
 

Ahmed Şahin - Cumada hutbe okunurken sünnet kılınır mı?

Ahmed Şahin - Cumada hutbe okunurken sünnet kılınır mı?


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK
 

Cumada hutbe okunurken sünnet kılınır mı?


Soru: Cuma namazı için arkadaşımla camiye gittik. Ancak geç kaldığımızı camiye girince anladık. Herkes sünneti kılmış hocaefendi de hutbe okumak üzere cemaatin içinden minbere doğru gidiyordu.

Ben hemen oturdum, arkadaşım ise acele ile sünneti kılmaya yöneldi. Çevreden el kol işaretiyle oturması ifade edilmişse de sünneti kıldı. Tabii ben sünneti terk etmiş oldum. Namazdan sonra cemaatten, hutbe başlamak üzere iken sünnet kılınmaz, diyenler olduğu gibi, henüz hutbe başlamadığından sünnet kılınır, diyenler de oldu. Ben de acele ile kılsam iyi olacaktı galiba, diye pişmanlık duydum. Bu konuyu kime sordumsa farklı cevaplar aldım, şüpheden kurtulamadım. Şimdi sorum şöyle olacak: Cumaya geç kalıp da hutbe okunmak üzere iken camiye gelenler, sünneti terk mi etmeliler benim gibi. Yoksa acele ile sünneti kılıp sonra hutbeyi dinlemeyi mi tercih etmeliler arkadaşım gibi? Böyle durumlarla çok karşılaştığımızdan dolayı bu duruma bir açıklık getirmeniz çok faydalı olacaktır bizim gibi cumaya geç kalanlar için, diye düşünüyorum?

Cevap: Önce cuma namazını kısaca bir tarif ederek başlayalım isterseniz.

-Bilindiği üzere cuma namazı on rekatlı bir namazdır. Baştan dört rekat sünneti kılınır, hutbe okunduktan sonra iki rekat da cuma farzı kılınır, bundan sonra da dört rekat son sünnet kılınarak on rekatlı cuma namazı tamamlanmış olur.

Bundan sonra isteyenler her öğlede kıldıkları öğle farzı ile iki rekat sünneti de kaza namazı niyetiyle yine kılarlar. Bu kısa cuma namazı tarifinden sonra gelelim en başta kılınacak ilk sünneti kılmanın vaktine. Dıştaki ezan okunduktan sonra camide herkes kalkar, ilk olarak dört rekatlı ilk sünneti kılar. Bundan sonra imam hutbe okumak niyetiyle minbere doğru yürümeye başladığı andan itibaren ilk sünneti kılma vakti bitmiş olur. Çünkü hutbe dinlenecek bundan sonra.

Bu konuda ilmihallerde verilen bilgilerde şöyle denmektedir:

-Cumaya geç kalıp da imam hutbeye çıkmak üzere iken camiye gelen kimse, artık sünneti kılamaz, oturup hutbeyi dinlemeye başlar, kılamadığı ilk sünneti de cumanın farzından sonra kılar.

-Şayet imam hutbe için ayağa kalkmadan gelip sünnete başlamış da, imam da ondan sonra hutbeye yönelmişse, başladığı sünneti uzatmadan iki rekat olarak kılar, hemen hutbeyi dinlemeye yönelir.

Anlaşılan odur ki, cuma namazı için camiye erken gelmeli, ilk sünneti hutbe başlamadan kılmalı, hutbe başlamışsa sünneti farzdan sonra kılmaya niyetlenerek hutbeyi dinlemeyi tercih etmelidir.

-Hutbe okunurken cemâat başka bir şeyle meşgul olmayıp olanca dikkatiyle hutbeyi dinlemeye kilitlenmelidir.

Bundan dolayı hutbe okunurken birine söz söylemek, el, kol işaretiyle yol göstermek gibi şeylerle meşgul olmak harama yakın şekilde mekruh görülmüştür.

-Hutbede geçen bazı dualara gizlice amin denebilir. Yine sessizce salavat da getirilebilir.

-Ayrıca hutbe okunurken camiye gelenler dikkatleri dağıtmamak için buldukları boş yere oturmayı tercih etmeliler. İleriye geçmeye uğraşarak dikkatleri dağıtma sorumluluğunu yüklenmemeliler.

-Hutbeyi dinlerken iki dizi üzerine oturmakta zorluk çekenler, bağdaş kurup oturarak hutbeyi rahatlıkla dinleyebilirler. Bunda bir mahzur da akla gelmemelidir.

Gelelim cumaya erken veya da geç gelenlerin alacakları sevap karnelerine. Cumaya erken gelmeyi teşvik eden Buhari hadisinde şöyle önemli bir sevap sıralamasına da dikkat çekilmektedir:

-“Cuma günü melekler mescidin kapılarını tutarlar, insanları geliş sırasına göre yazarlar. Gelişlerine göre; deve bağışlamış, sığır bağışlamış, koyun bağışlamış, tavuk bağışlamış, serçe bağışlamış ve yumurta bağışlamış.. gibi sevap kazandıklarını kaydederler!” a.sahin@za­man.com.tr
 


  

Haftanın Hikayesi: Bekarlık Sultanlıktır

Haftanın Hikayesi: Bekarlık Sultanlıktır

Adam işten evine gelmiş ve karısına;
-"Hayatım, işyerinden en sevdiğim arkadaşımı bu akşam yemeğe çağırdım..."
Karısı sinirlenmiş:

-Neeee! Sen delirdin miii.....!!!Ortalığı görmüyor musuuuun..???


 Ev darmadağannn...!!! Nermin'ler bendeydi bugüüünnn...!!! (vır,vır,vır,vır)


 Üstelik yemek de yapmadımmm...Zaten alışverişe de çıkmamıştım...!!! (Car,car,car,car,car)


 Geçen akşamdan kalan bulaşıkları bile yıkamadım henüz...(Dır,dır,dır,dır.)


En sevdiğim pembe dizi bugun televizyonda;onu izlemek istiyordummm...!!!(,lak , lak, lak....)

 Hem bu akşam Nalan'la telefonla konuşma günüm; biliyorsun
Çarşamba akşamları 23.00'dan sonra %70 indirim var..."

Fırsat bulan adam araya girer iki kelime eder:
-"Biliyorum canim, biliyorum..."

 "Biliyorsan arkadaşını neden çağırdın ozzzamaannnnan...!!!???"

 -"O salak, bu aralar "evlenmek istiyorum" diye tutturdu da hayatım...!"



 

27 Ocak 2015 Salı

Limonlu su içmek için 8 neden

Limonlu su içmek için 8 neden




 Her gün mutlaka bir bardak limonlu suyunuzu için.

1. Cildinizi temizler
Su içmek kendi başına vücudunuzu toksinlerden arındırır ama içine C vitamini eklendiğinde kanınızdaki toksinleri de temizlenir ve cildiniz kızarıklıklardan ve ince çizgilerden kurtulur.

2. Ph seviyenizi düzenler
Ph seviyenizi düzenlemek sizi pek çok hastalığa karşı korur.

3. İmmün sisteminizi güçlendirir
Limonun içindeki potasyum kan basıncını düzenler, beyni uyarır ve soğuk algınlığı ile savaşır.

4. Kilo vermenizi sağlar
Limonlu su içmek yemek aşermenizin önüne geçer, metabolizmanızı güçlendirir ve şişkinliğinizi atmanızı sağlar.

5. Akşamdan kalmalığınızı yok eder
Limonlu su midenizi sakinleştirir ve antiseptik işlevi görerek detoks yapmanızı sağlar.

6. Nefesi tazeler
Limonlu su, sigara, baharatlı yemek ya da alkolden dolayı kötü kokan nefesinizi tazeler.

7. Beynin ve sinir sistemininin daha hızlı çalışmasını sağlar
İçeriğindeki potasyum sayesinde depresyonunuzdan kurtulmanızı, unutkanlığınızı atmanızı ve beyin sisinin ortadan kalkmasını sağlar.

8. Solunum problemlerinize yardımcı olur
Eğer solunum yollarınızda probleminiz varsa, limonlu su sizin için ideal içecektir! Limon, antibakteriyel özelliği sayesinde göğüs enfeksiyonlarınızdan kurtulmanızı ve öksürüklerinizin rahatlamasını sağlar.

Sevdiklerinizi bilgilendirmek için PAYLAŞINIZ ..

Düşündüren Bilgilendiren sayfasından alınmıştır.


Ceylanın oğlu

Ceylanın oğlu
 

Ebül Abbas El Basir hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” asıl ismi Ahmed ise de, “İbnül gazale” diye tanınır.

İbnül gazale, “Ceylanın oğlu” manasına geliyor.

Hikayesi şöyle:

O, doğduğunda iki gözü de a’ma idi.
Babası o yerin sultanı olup, seferdeydi o zaman.

Annesi durumu görünce, çok üzüldü.
“Bu sakat çocuğu beyim istemez” diye düşündü hemen.

Ve çok yanlış bir kararla bebeğini bir beze sarıp, gizlice çıktı evden.
Şehir dışında, tenha bir yere bırakıp eve döndü.

O, çocuğunu tenhaya terk ettiyse de, Cenâb-ı Hak zayi etmedi onu.
Bir ceylan gönderip, muntazam süt verdirdi ona.

Birkaç gün sonra, babası eve döndü.
Ve çocuğu sordu hemen:

- Hanım, bebeğimiz nerde?
- Sorma bey.

- Hayrola ne oldu?
- Bir erkek çocuğumuz oldu, ama doğar doğmaz vefat etti.

- Ya!
- Evet, maalesef öyle oldu.

Sultan boynunu büküp, tevekkülle fısıldadı:
- Rabbim onu aldıysa, daha hayırlısını ihsan eder.

Aradan günler geçti.
Sultan, adamlarını alıp ava çıktı bir gün.

Bölgeyi çevirip, kontrole aldılar.
Sonra daralttılar halkayı.

O ara bir ceylan gördü sultan.
Okunu gerip tam fırlatacaktı ki, durdu birden.
Zira yanında bir karaltı görmüştü ceylanın.

Merakla koşup yanına gittiğinde ne görse iyi, bir erkek çocuğu.
Çok güzel, sevimli, nur topu gibi.
Şefkatle alıp bastı bağrına.

Kendi çocuğuymuş gibi bir hisse kapıldı.
“O ölenin yerine, oğlum bu olsun” diye geçirdi içinden.

Avı bırakıp koştu eve.
Hanımı kucağındaki çocuğu görünce sordu:

- Hayrola bey, kim bu çocuk?
- Bizim çocuğumuz.

- Bizim mi?
- Evet, o ölenin yerine bunu gönderdi Cenâb-ı Hak.

- Hiçbir şey anlamadım.

Beyi anlattı olanları:
- Av yerinde buldum. Bir ceylan emziriyordu. Alıp eve getirdim. Bak ne sevimli.

Kadın bakar bakmaz bir tuhaf oldu.
Tanımıştı onu.

Evet, bu kendi çocuğuydu.
Kucaklayıp, şefkatle sarıldı yavrusuna.

Hatasını anlayıp, ağlayarak tövbe etti.
Hakikati anlattı beyine.
İkisi de sevinip şükrettiler.
 
 
 

Ahmed Şahin - Hatem-i Esam’dan düşündüren örnekler!

Ahmed Şahin - Hatem-i Esam’dan düşündüren örnekler!


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

Hatem-i Esam’dan düşündüren örnekler!


Hicri 237’de Horasan’da vefat etmiş bulunan bu tasavvuf büyüğünün hayatı baştan sona ibretli misaller ile doludur.

Okunup ders alınacak nice hallerinden bazılarını birlikte okuyalım isterseniz. Bakalım asırlar öncesinden günümüze ne mesajlar veriyor, ne türlü değerlendirmeler sunuyor ünlü tasavvuf büyüğü bizlere bir daha görelim.

Hatim’e, Hatem-i Esam (Sağır Hatem) lakabı takılmasına sebep olan olayı önce kısaca bir hatırlayalım isterseniz.

Bir gün huzurundaki yaşlı bir ziyaretçi karnındaki sıkışan gazı tutamaz, sesli şekilde dışarı çıkarır. Ama bundan da çok utanır, yüzü kızarır. Maneviyat büyüğü hemen söylenir:

-Benim kulaklarımda duyma ağırlığı var. Ne soracaksanız yakınımdan yüksek sesle sorun. Uzaktaki sesi duyamıyorum.. diye uyarıda bulunur.

Mahcup ziyaretçi rahatlamış şekilde sorusunu sorup cevabını aldıktan sonra çıkıp giderken, iyi ki Hazretin kulağı duymuyormuş, yoksa ne olurdu halim? diye rahatlamış halde gider evine.

İşte bu olaydan sonra Hatim’in adı, Hatem-i Esam, Sağır Hatem olarak kalır.

Bir ara Hatem-i Esam diye tanınmasından dolayı üzgün olup olmadığı sorulur kendisine.

Hazretin yorumu düşündürücüdür. Bakın nasıl cevap verir maneviyat büyüğü:

- Ben sağırlığımdan memnunum. Çünkü der, yanımdakiler duymaz diye kusurlarımı rahatça konuşabiliyorlar. Ben de kolayca dinliyor, o kusurları bir daha tekrar etmeme tedbiri alıyorum.

Demek ki benim sağırlığım bana çok şey kazandırıyor, sizin duyarlılığınız ise size çok şey kaybettiriyor.

Bundan sonrasını da şöyle tamamlar Hatem-i Esam Hazretleri:

- İsterseniz siz de sizi övenlere kulağınızı tıkayın da kusurlarınızı sayanlara açın ki, herkes size geriden neler söylüyor bilesiniz, kusurlarınızdan kurtulma imkanı bulup ahirete kusurlarından arınmış olarak gitme fırsatı elde etmiş olasınız.

Hatem-i Esam vakitlerinin çoğunu tefekkürle değerlendirirdi. Bir gün namazdan sonraki tefekküründe hayatının geçmişiyle geleceğini düşünmeye başladı, ömür günlerinin bir anda gelip geçtiğini hesap ederek daha verimli şekilde nasıl yaşayabilirim diye tefekkürünü derinleştirdiği sırada Hatem’in:

- Ölüm yiyeceğim! Kefen giyeceğim! Mezarda yatacağım! Var mı bir diyeceğin? diye bağırdığını duydular çevresindekiler.

Bu sözlerden bir şey anlamayan yakınları sordular:

-Kiminle konuşuyorsun böyle ki, “Ölüm yiyeceğim, kefen giyeceğim, mezarda yatacağım!” diye çıkışıyorsun? Şöyle cevap verdi Hatem-i Esam Hazretleri:

- Ben tefekküre başladığım sırada şeytan yaklaşıp vesvese vermeye başlıyor:

-Burada oturup tefekküre dalıyorsun, sana geçim lazım değil mi? Ne yiyeceksin gelecekte, ne? Ben de:

- “Ölüm yiyeceğim ölüm!” diye cevap verdim. Bu defa da, “Ne giyeceksin, ne?” diye sordu şeytan. Ben de:

-“Kefen giyeceğim kefen!” dedim. “Nerede yatacaksın?” diye ekleyince de, “Mezarda yatacağım mezarda.” dedim. Bundan sonra ümidini kesmiş olacak ki bir başka zayıf zamanımda yakalamak niyetiyle def olup gitti.

Demek ki şeytan tefekkürde derinleşenlere böylesine vesvese veriyor, onları vazgeçirmek için ihtiyaçlarını hatırlatarak caydırmak istiyor. Onlar ise tefekkürle kazandıkları iman kuvvetiyle şeytanın vesvesesine boyun eğmiyor, uzaklaştırmayı böyle başarıyorlar.

Hatem–i Esam Hazretleri namazlarını da, tefekkürüne denk düşen bir derinlik içinde kılıyordu.

Ona ‘namazlarımızı nasıl kılmalıyız’ diye soranlara şöyle tavsiyelerde bulunduğunu görüyoruz:

-Önce temiz bir kalple niyet ederek abdestini al. Dışını su ile temizlerken içini de tövbe, istiğfarla temizle. Sonra seccadene geç, Kâbe’yi hayalen iki kaşının arasına al. Bundan sonra, cenneti sağında, cehennemi de solunda tasavvur et. Sırat köprüsünü ise ayağının altında bil. Azrail Aleyhisselam’ı da peşinde bekliyor kabul ederek ‘Allahü ekber’ deyip namaza dur.

- Hürmetle Fatiha ve zamm-ı sureyi oku, tevazu ile rükua eğil, tefekkürle tesbihleri tekrar et. Tezellül ile secdeye in, yüzünü yerlere sür. Manalarını düşünerek tahiyyat ve salavatları oku. Hamd ve şükür duygularıyla selamını ver, ibadetini huzurla tamamla!

-İşte der, bu namazdır, seni dünya kötülüklerinden kurtarıp ahiret iyiliklerine kavuşturacak namaz! Bilmem bizim bu tefekkür derinliği ile namaz zenginliğinden hissemiz ne kadardır?
 
 
 
 

26 Ocak 2015 Pazartesi

Haftanın Kuran-ı Kerim mesajları – 31


Haftanın Kuran-ı Kerim mesajları – 31


 


1 -  Nebe sûresi 31-34. âyet

 

“(Allah'tan derin bir saygı ile) korkup (fenalıklardan) sakınanlara kurtuluş, başarıya erişme, bahçeler, bağlar, göğüsleri yeni kabarmış yaşıtlar; dolu dolu kadehler vardır.”

 

***************

 

2 -  Bakara sûresi 110. âyet


“Namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin. Dünyada hayır olarak ne yapıp gönderirseniz, mutlaka onun mükâfatını âhirette Allah katında bulursunuz. Zira Allah işlediğiniz her şeyi görmektedir.”

 

***************

 

3 - Meryem sûresi 59,60. âyetler

 

59- “Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. (Cehennemdeki "Gayya" vadisini boylayacaklardır.) “

 

60- “Fakat tevbe edip iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır. Bunlar cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklardır. “

 

***************

 

4 - Enam sûresi 103. âyet


“Gözler O’na erişemez. O’nun ilmi ise bütün gözleri ihata eder.(Gözlerin görmediği her şeye nüfuz eden, her şeyden haberdar olan) latîf ve habîr O’dur.”

 

*****************

 

5 - Nur sûresi 30. âyet

 

“Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle!Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır.”

 

******************

 

6 -  Nur sûresi 31. âyet

 

“İnanan kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar ve açığa çıkanlardan (el, yüz ve ayaklar) başka ziynetlerini göstermesinler ve örtülerini/başörtülerini göğüslerinin/yakalarının üstünü örtecek şekilde omuzlarından aşağıya doğru salsınlar. Ziynetlerini kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından, üvey oğullarından, kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin ya da kız kardeşlerinin oğullarından, kendi (mü'min) kadınlarından yahut yasal olarak sahip oldukları cariyelerinden veya kendilerine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkek hizmetçilerinden ya da kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan çocuklardan başka kimsenin önünde açığa vurmasınlar. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye (dikkat çekmek için) ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!”

 

********************

 

7 – Ali İmran sûresi 103. âyet

 

“Hep birlikte Allah'ın ipine (İslam'a/Kur'an'a) sımsıkı tutunun (hayatınızı ona göre düzenleyin) ve (İslam'la çelişen davranışlarınızla gruplara ayrılarak) birbirinizden kopmayın! Allah'ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini düşünün ki, cahiliyet devrinde birbirinize düşmanlar iken o, sizin kalpleriniz arasında ülfet (yakınlık) meydana getirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da oraya düşmekten sizi (İslam ile) O kurtardı. İşte Allah size âyetlerini böylece açıklıyor ki, doğru yola eresiniz.”

 

********************

 

8 - Maide sûresi 5. âyet

 

“Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılındı. Ehl-i kitabın kestikleri ve diğer yiyecekleri size helâldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. Namuslu, zinaya girmemiş ve gizli dostlar edinmemiş insanlar halinde yaşamanız şartıyla, müminlerden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önceki Ehl-i kitaptan hür ve iffetli kadınlar da, mehirlerini verip nikâhladığınızda size helâldir. Kim imanı inkâr ederse bütün yaptığı işler boşa gider ve o, âhirette de ziyana uğrayanlardan olur.”

 

********************

 

9 - Maide sûresi 35. âyet

 

“Ey inananlar! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. O'na (Hak ve rızasını kazandıracak faaliyetler göstererek) daha yakın olmaya çalışın ve O'nun yolunda (İslam'ın hayatımıza hâkimiyeti için) gayret gösterin ki kurtuluşa eresiniz.”

 

*******************

 

10 -  Bakara sûresi 120. âyet

 

“Sen onların inanç sistemini benimsemedikçe, ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar seni asla kabullenmeyecekler. Onlara şöyle de: Allah’ın rehberliği var ya, işte gerçek rehberlik odur. Eğer sana gelen (mutlak hakikatin) bilgisinden sonra onların keyfî sistemine uyarsan, Allah’ın elinden seni kurtaracak ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulabilirsin.”

 

 

 

 

Hatan ibadetine vesile olur.

Hatan ibadetine vesile olur.



Hatanı da Allah kaderde hayırla yaratır.
Hatanı fark ettiğin için şükredersin.
Allah'tan bağışlanma dilersin.
Tevbe edersin.
Aynı hataya düşmemek için dua edersin....
Hatandan ders çıkarırsın.
Korkun artar, Allah'a yönelirsin.
Hatan ibadetine vesile olur.




1985 Yılından Önce Doğanlar :))

1985 Yılından Önce Doğanlar :))



50 - 60 - 70 - 80' li yıllarda mı büyüdün? nasıl oldu da hayatta kalmayı başardın?

1.- Arabaların emniyet kemeri, kafalıkları, ve kesinlikle hava yastıkları yoktu.

2.- Arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi.

3.- Bebek yatakları ve oyuncaklar renkliydi. Ya da en azından kurşunlu, muhtelif zehirli maddeler ile boyanmıştı....
4.- Prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin ve kimyasal ev temizliyicilerinin üzerinde çocuk kilitleri yoktu...

5.- Kasksız bisiklete biniliyordu.

6.- Steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan yada muhtelif başka kaynaklardan su içiliniyordu...

7.- Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti.

8,- Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu. İnanılmaz ...

9.- Okul öğlen bitiyordu... Ve öğlen yemeği için evimize geliyorduk.

10.- Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu.Kendimizden başka kimse sorumlu değildi.

11.- Bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk, ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk ve hiç kilo sorunumuz olmazdı - çünkü hep dışarda oynardık , aktif olarak ...

12.- Dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk... aynı bardaktan içebiliyorduk, ve kimse bu yüzden ölmüyordu.

13.- Playstation, Nintendo 64, X boxes, Vídeo oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız , Dolby surround, Cep telefonumuz, Bilgisayarımız, Internet de Chat odalarımız YOKTU.
onun yerine ARKADAŞLARIMIZ vardı bolca!!!

14.- Yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmıyarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk!!!

15.- Evet dışarda, o acımasız korkunç dünyada! Korumamız olmadan! nasıl mümkün oluyordu bu?
Tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu.

16.- Bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse Psikoloğa ya da Pedagoğa gönderilmiyordu. Kimsede Dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu.

17.- Özgürlüğümüz , üzüntülerimiz , başarılarımız , görevlerimiz vardı
...ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk.

Soru: nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık???

Ve daha da önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik???

Sen de bu jenerasyondan mısın? Şimdiki çocuklar büyük bir olasılık ile bizim yaşama şeklimizi sıkıcı bulacaklar - fakat- bizler

çok güzel ve mutlu yaşadık!!!!!

DİMİ AMA ?



Cehennemi getirin!

Cehennemi getirin!
 

Mahşer günü, Hak teâlâ emreder meleklere:
- Cehennemi getirin!
Melekler, derhal gidip bu emri Cehenneme bildirirler.

Cehennem sorar:
- Beni niye çağırıyor?
- Seninle küffârın cezasını verecek. Sen, bunun için yaratıldın.

Ve onu, yetmişbin zincirle çekerler.
Her zincirde yetmiş bin halka, her halkada, yetmiş bin melek vardır ki, herbiri tek başına dağları devirir.

Cehennem, mahşer meydanına bir yıllık mesafededir o vakit.
Öyle şiddetli bağırması ve ateş saçması vardır ki, yedi kat gökleri siyah dumana boğar.

Bir ara kurtulur meleklerin ellerinden.
Gümbürtüsü ve şiddeti, bir yıllık mesafedeki mahşer meydanında duyulur.

Ehl-i mahşer, o vakit korku ile birbirlerine sarılır ve sorarlar:
- Bu ses nedir?

Denir ki:
- Cehennem, meleklerin elinden kurtulmuş, buraya geliyormuş.

Bunu duyanların dizlerinin bağı çözülür.
Ve oldukları yere yığılırlar.

Peygamberlere bile korku gelir.
Herbiri Arş-ı alâya sarılır;
- Nefsi! Nefsi! derler.

Yani;
- Ya Rabbi! Bugün nefsimden başka bir şey istemem! derler.

Ama Peygamber efendimiz aleyhisselam farklıdır.

O vakit;
- Ümmeti! Ümmeti! der.

Yani ümmetini düşünüp;
- “Ya Rabbi! Ümmetime selamet ver!” diye yalvarır.


Ne merhametli Peygamber

O anda Cehennemden öyle korkunç sesler peyda olur ki, insanlar, korkularından yüzleri üzerine kapaklanırlar.

O gün, Cenâb-ı Haktan gayri kimseden ümit yoktur.
Ehl-i mahşer, korkusundan kımıldanamayacak haldedirler.

İşte o zor anda, Resulullah efendimiz bir kurtarıcı olarak çıkar ortaya ve Cehennemi durdurup kendine tâbi kılar.

Ve emreder:
- Git yerine. Tâ ki, ehlin sana güruh güruh gelsinler!
Cehennem boyun büker:
- Baş üstüne ya Muhammed! der.

Ve ehl-i mahşerden uzaklaşıp, yerine gider.
Ehl-i mahşer rahat bir nefes alır o zaman.

Onun bu şefkatini gören mahşer halkı, aynı şeyi söylerler birbirlerine:
- Ne merhametli bir Peygamber!
Nitekim Hak teâlâ; “Seni, alemlere rahmet olarak gönderdik” buyuruyor Onun hakkında.
“Sallallahü aleyhi ve sellem”.
 
 
 

24 Ocak 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâm’dır

Hekimoğlu İsmail - Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâm’dır


Hekimoğlu İsmail

Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâm’dır


Hadis-i şerifte buyuruluyor ki, “Mü’minler bir vücudun azaları gibidir.” Nasıl ki bir mikrop vücuda girse hemen akyuvarlar harekete geçer, her organ, her hücre birlik ve beraberlik içinde, o mikrobu öldürmeye çalışır. Aynı şekilde İslam milletine de bir yerden zarar gelecek olsa akyuvarların yaptığını yapmak zorundayız. İttihad-ı İslâm; İslâm birliği demektir yani Müslümanların bütününü tek bir millet olarak değerlendirir.

Mademki Müslümanlar bir vücut gibidir; bu vücudun kuvvetli olması lazım… O zaman, her Müslüman tek tek hem bilgili olmalı hem de bildikleriyle amel etmeli ki, böyle mü’minlerden meydana gelen ümmet de kuvvetli olsun. Rabb’imiz bir, kitabımız bir peygamberimiz bir. Bu birler bizi, birlik ve beraberliğe götürmelidir.

Müslüman’ım diyen herkes İslam birliğine dâhildir. Bunun için İslamiyet’i öğrenmek de öğretmek de hepimizin üzerine vazifedir. Hayatım boyunca gördüm ki cemaat ve tarikat büyüklerinin hepsi, imandan, İslam’dan yana.

Mesela 1980’li yıllarda Millî Görüş’ten bir arkadaşın davetiyle Avustralya’ya gitmiştim. Oraya gittiğimi duyan İskenderpaşa cemaatinden bir arkadaşımız dedi ki, “Burada külliyeye benzer bir yurt yapacağız, paraya ihtiyacımız var, bir konuşma yapsanız…” Kabul ettim, büyük bir salonu dolduran insanlara hitaben dedim ki: “Kardeşlerim, İngilizlerin yönetiminde bulunan dünyanın en büyük adasındayız. Bir kardeşimiz arsa verdi, inşaat yapacağız. Usta olanlar ustalık yapsın, biz de ırgat olalım, maliyeti aşağı çekelim.”

Arka taraflarından bir hanım çantasını salladı, dedi ki: “Küpelerim, bileziklerim bunun içinde, hepsini veriyorum.” Dedim ki: “Yenge hanım, bunun yarısını veriniz.” “Hayır” dedi, “Benim hayrıma lütfen mani olmayınız.” Peki dedik, aldık. Bir başka şahıs elinde bir kâğıt sallıyordu; “Bu evimin tapusudur. Veriyorum; satın, okul yapın, yurt yapın!” Dedim ki, “Kardeşim, ikinci bir evin varsa ver.” “Hayır, evlatlarıma torunlarıma dünyalık değil âhiretlik bırakmak istiyorum, hepsini alın.” diye cevap verdi.

O inşaat bitti, yurt oldu, beni birkaç yıl sonra tekrar çağırdılar, gittim. O gün bir şahıs söz aldı: “Haylaz bir oğlum vardı. Canının istediği gibi yaşar, beni çok üzerdi. Bu yurda verdim, bir gün oğlumu ziyarete geldim. Baktım ki, önlüğü bağlamış, mutfakta tabakları kaşıkları topluyor. Gözlerime inanamadım. Bu haylazı nasıl adam yaptıklarına hayret ettim.”

Avustralya’da kıtasında başta Melbourne dahil il, ilçe dolaştık. Hangi cemaat, tarikat beni davet ederse gidiyorum. Mezheplerin esasında iman birliği vardır. Öyleyse biz Müslüman’ız, İslam milletindeniz; İslamiyet’i yanlış anlayanlara ve anlatanlara karşıyız. İşte, ittihad-ı İslam kafalarda yer ederse, İslam milleti filizlenir; en azından Müslüman Müslüman’a muhalefet etmez.

Nitekim Bediüzzaman bu hususta “Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâm’dır... Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husûmeti ise cehalet ve zaruret ve nifak’adır.” demiştir. Her cemaatten, her kesimden Müslümanların bir arada bulunması gücümüzü artırır; bu yönüyle ittihad-ı İslam farzdır.

Bu durum aileden devlete kadar uzar. Fertler kazanırsa millet kazanır, millet kazanırsa devlet kazanır, devlet kazanırsa ülke kazanır, kalkınır; ekonomide birlik sağlanır, ürettiğimiz malı satabiliriz, teknolojide ilerleyebiliriz, düşmanlarımıza karşı güçleniriz.

Bize gayret yaraşır, merhamet Allah’ındır. Müslüman’ın vazifesi İslamiyet’i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır.
 
 
 

23 Ocak 2015 Cuma

Bugün Sana Kendi Nefsin Yeter


Bugün Sana Kendi Nefsin Yeter
 
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ, 14)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“İnsanların en kârlısı, ömrü uzun, ameli güzel olandır.” (Tirmizî, Zühd 21, 22)
Amel defterlerimizde gizli ve saklısıyla her hâlimizi göreceğiz. Kendi hay
​​
atımızı, filmimizi seyredeceğiz. Namazlarımızı nasıl kılmışız? Oruçlarımızı nasıl tutmuşuz? Sadece şekil olarak mı ibadet etmişiz, yoksa ruhumuz ve kalbimizle de kulluğumuzu yerine getirebilmiş miyiz? Allâh’ın dünyada iken bize sayısız nimetlerine karşı neler yapmışız? Lutfedilen ruh, akıl, zekâ, para, mal, mülkün ne kadarını infak edebilmişiz? Ne kadarını boşa harcamışız? Allâh’ı ve Hz. Peygamber’i ne kadar sevmişiz ve ne kadar Allâh ve Rasûlü’nün ahlâkına bürünebilmişiz?


Bütün bunlar yarın amel defterimizde bize gösterilecek ve kıyâmet ekranlarında seyrettirilecektir.
​​
Ancak asıl mesele, burada görüp hâlimizi seyredebilmek ve gerekli tedbiri alabilmektir. (Osman Nûri Topbaş, Emsalsiz Örnek Şahsiyet Hz. Muhammed Mustafa (sav), Erkam Yay.)


--
 

 

Ayakta duramıyordu

Ayakta duramıyordu
 

Ebu Bekri Susi “rahmetullahi aleyh” hazretleri, bir gün, talebesiyle sohbet ediyordu ki, içeri bir genç girdi.

Elbisesi kir pas içinde, üstelik sarhoştu.
Ayakta duramıyordu.

Talebeler tiksindiler ondan.
O genç, nihayet bir kenara yığılıp kaldı.

Ebu Bekri Susi hazretleri derse ara verip döndü talebeye:
- Evlatlarım, onu böyle görünce, hemen hakkında kötü düşünmeyin, buyurdu. O da sizin gibi Allah’ın bir kuludur. Halis tövbe ederse, sizden yakın olur Allah’a.

Ve ekledi:
- Kim bilir belki de o, bu yola sizden daha ehildir. Belli mi olur.

Biraz tefekkürden sonra buyurdu ki:
- Bana öyle geliyor ki, gün gelir, bu genç benim bu yerimde insanlara nasihat eder.

Ve emretti talebeye:
- Haydi, şimdi onu incitmeden götürüp, yatırın bir yatağa!

Talebeler;
- Baş üstüne hocam! dediler.

Ve derhal bir yatak bulup, yatırdılar o genci oraya.

Birazdan genç kendine geldi.
Ve etrafına bakınıp sordu merakla:
- Ben nerdeyim?

Çocuklar cevap verdiler:
- Burası bir dergah.

- Ya, kim getirdi beni buraya?
- Hocamızın emriyle biz getirdik

- Hocanız kim sizin?
- Ebu Bekri Susi hazretleri.

Genç bu ismi duyunca, birden toparlanıp edeble diz çöktü.
Çocuklar, hocalarının kendisi hakkında buyurduklarını naklettiler ona.

O, bunları duyunca, kalbi değişti birden.
Bütün kötü fiillerine pişmanlık duydu.

Bütün hücrelerine kadar nedamet ateşiyle yandı tutuştu.
Günahlarına tövbe edip, maneviyatta yükselmeye başladı.

Öyle dönüş yaptı ki, kısa zaman içinde zirvelere yükseldi.
Ebu Bekri Susi hazretlerinin bir numaralı talebesi oldu.

Sarhoş olarak ve bilmeden girdiği bu dergahtan, büyük bir alim olarak çıktı.

Bir müddet sonra Ebu Bekri Susi hazretleri vefat edince, onun yerine bu geçip, halkı irşad etmeye başladı.

E, ne demişler:
“Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır”.
***

Başarı nedir?
Ebu Bekri Susi hazretleri, bir gün talebesine sordu:
- Başarı nedir bilir misiniz?

Gençler boyun büktüler:
- Bilmiyoruz efendim.

Buyurdu ki:
- Başarı, öldükten sonra, ahirette işe yarayan şeydir.

Sonra izah etti:
- Bir şey, ahirette işe yaramayacaksa, ona başarı denmez. Muvaffak olmuş insan, kendini ateşten koruyana denir.

Ve ekledi:
- Kendisini “Cehennem ateşi”nden koruyamayan insan, ne yaparsa yapsın muvaffak olmuş sayılmaz.
 
 
 

Elif Türeci - Hayatın Amacı

Elif Türeci - Hayatın Amacı

Hayatın Amacı

O güne kadar hayatımın amacını hiç derin düşünmemiş, ne amaçla yaratıldığım üzerinde hiç kafa yormamıştım. Ama o gün bir şey oldu…

Diğer günler gibi sıradan bir gündü. Çocuklarımı okula gönderdikten sonra, her zamanki gibi odalarına daldım. İki erkek çocuğun odası kadar dağınık bir oda olamazdı herhalde. Neyse ki yataklarını düzeltmişlerdi. Ortalığı topladıktan sonra çalışma masasının üzerindeki kitapları rafa yerleştirmeye başladım.

Küçük oğlumun kitaplığında 3. sınıfa giderken alıp, yakınlarına anılarını yazdırdığı hatıra defteri gözüme ilişti.. Alıp açtım. İlk sayfasını bana ayırmış ve ben şunları yazmışım: “Sevgili yavrum. Yaşamın en önemli amacı bir evlat sahibi olmak. Ben bu amacıma 2 kez ulaştım….” şeklinde devam ediyordu satırlar.

Düşündüm, bunda bir yanlışlık olmalıydı. Neden insanın amacı yalnızca çocuk sahibi olmak olmalıydı. Diğer tüm canlılar da doğuyor, büyüyor, yiyor-içiyor ve üremiyor muydu? O halde insanın amacının daha farklı olması gerekmez miydi?

Yatağa oturup düşünmeye başladım. Ne için yaşıyorum, amacım ne? Kariyer yapmak, aile kurmak, mal mülk edinmek, hayatın tadını çıkarmak, bunlar mıydı amacım?... Dünyada peşinden koşturarak elde ettiğim her şey sonunda yok olmayacak mı? Yani hayatımın amacı olarak gördüğüm her şey yok olmaya mahkum. Peki bütün bu yok olacak şeyler, benim nasıl amacım olabilirdi?

Büyük oğlumun kitaplığında duran Kur’an mealini aldım. Gelişigüzel bir sayfa açtım. Sebe Suresi çıktı karşıma. 37. ayette şöyle yazıyordu: : “Bizim Katımız’da sizi (bize) yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak üzere kat kat mükafaat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.”

O halde insanı ne evlatları, ne malları Allah’a yaklaştırmıyordu. Daha fazlasına ulaşmak için bilgisayarı açtım. Kur’an Fihristi’nde kafama takılan kelimeleri arattım. İşte Mülk Suresi, 2.ayet: “"O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı..."

Davranış ve eylem; bunlar ahirete yönelik salih ameller olmalıydı. Ama ben dahil birçok insanın dünya hayatındaki davranışlarımızın çoğu, anlamsız bir hırstan kaynaklanıyor ve dünyevi çıkarlara yönelik. Oysa bunlar hırs yapılacak ve tutkuyla arzu edilecek şeyler olmamalı. Ölümle birlikte tümü anlamını yitirecek çünkü.
İnsanı ne amaçla yarattığını yukarıdaki ayetle haber veren Allah, yaratma amacının ne olmadığını da bildiriyordu:
“Biz, bir ’oyun ve oyalanma konusu’ olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. Eğer bir ’oyun ve oyalanma’ edinmek isteseydik, bunu, Kendi Katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık.” (Enbiya Suresi, 16-17)

Şu an Hadid Suresi’nden bir ayet okuyordum: “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ’(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ’çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir.” (Hadid Suresi, 20)

Demek ki hiçbiri insanın asıl hedefi olabilecek konular değil. Bunlar yalnızca araç. İnsanın, Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmesi için birer araç. Hepsi Allah’ın verdiği nimetler. O zaman, Allah’ı, ölümü, yapayalnız Allah huzurunda sorgulanacağını ve ahireti unutarak yalnızca bunları amaç edinmek büyük yanılgı.


Dünya hayatı, Kur’an’ın ifadesiyle bir ‘göz kırpma süresi’ kadar çabuk geçip giderken bizler hep dünyadaki mutluluğu arıyoruz. “Hayat çok kısa o yüzden aşkı, sevgiyi ve tüm duyguları yaşayalım, mutlu olalım” diyerek… Yalnızca nefsimizin bencil tutkularını tatmin etmeye çalışarak. Oysa nefis hasta bir hayvan gibi, sürekli bizden yiyor, çalıyor. Biz besledikçe güçleniyor, sağlığına kavuşuyor, zarar veriyor. O halde beslemeyip, öldürmeli. Ve kısacık ömrün kısacık günlerini yalnız Allah rızası için yaşamalı…


“De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır." (Enam Suresi, 162)
 
 
 

22 Ocak 2015 Perşembe

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - Zayıflara İkram Edin!

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - Zayıflara İkram Edin!

Prof Dr. Mahmud Esad Coşan (1938-2001)

HAYIRLI CUMALAR

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Cumanız mübarek olsun, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri! Allah bu mübarek sevaplı, nurlu günün hayrından, bereketinden en güzel tarzda hissemend olmayı cümlenize nasîb eylesin...

(EMEKLİ OLMADAN İŞYERİNDE KULAKLIKLA; ŞİMDİ İSE YATAĞIMDA KÜÇÜK RADYOMDAN HERGÜN SABAH 9:30'DA VE ÖĞLEDEN SONRA 15'DE M. ESAD HOCAEFENDİNİN AKRA FM'DE SOHBETLERİNİ DİNLİYORUM. Ankara Akra FM: 107.4 )

Bismillâhir-rahmânir-rahîm

Zayıflara İkram Edin!


RE. 8/8 (Ebğûnî) Cenâb-ı Peygamber buyuruyor: "Beni ve benim rızamı istiyorsanız, , benimle olmak istiyorsanız, beni seviyorsanız, (duafâeküm) siz zaiflerinize ikram edin, zuafânıza ikram edin!"
İnsanda şey var ya, bir şeyler geliyor insanın aklına, düşünceler gelir. Şimdi bu şikayet tarzıyla değil de, adaletsizliğin icabı. Şimdi maaş veriliyor tabii herkese. Maaş verirken,

--Senin derecen hangi dereceden?

--İlk mektepten.

--Senin aylığın bu kadar...

Orta mektep bu kadar, lise bu kadar, üniversite de bu kadar...

Şimdi kapıcı, bir dairenin kapıcısı, ilk mektepten şehadetnâmesi var. Kaç para alır? İlk mektep şehadetnâmesi sahibi ne alacaksa, o da onu alır.

Fatih camisinden, farz edelim imam efendi... Onun da ilk mektep şehadetnâmesi var elinde, o da aynı parayı alır. Yâni takdirsizliğe bakın! Şimdi bir caminin imamıyla, bir kapıcının müsavâtı adalet midir?.. Ama anlatamazsınız bunu. Bu adam bu kadar sene tahsil etmiş, okumuş, Kur'an'ını öğrenmiş, ibadetini öğrenmiş, nasihat etmesini öğrenmiş, bir şeyler öğrenmiş de, bugün onu ilk mektebin insanıyla beraber müsâvi tutuyorsunuz.

--E ne yapayım, sizi de okuyaydınız arkadan!

--E, var mıydı o zaman senin mektebin?..

Bundan evvelki devirlerde camilerin kendilerinin kadrosu varmış. Meselâ Fatih Camiindekiler sekiz altın alırmış, on altın alırmış. On altın ne eder? Sekiz bin lira yapar, altı yedi bin lira yapar. Ama alıyor iki bin lira...

Binâen aleyh, "Siz Allah'ın rızasını istiyor, Peygamberinin rızasını da istiyorsanız ve gàyelerinize de ulaşmak istiyorsanız, zuafânızı himaye ediniz!.. Zuafânızı himaye ediniz!" Ne kadar güzel!..

Peygamber SAS zuafa tabakasıyla beraber oldu. Onlardan ayrılmadı hiç... Hatta zenginler geldiler:

"--Yâ Rasûlallah, bu fukarayı aramızdan çıkar da, bizimle ayrı sohbet yap! Biz bu fukaraların, zuafâların arasına girmek istemiyoruz. Onlar gitsinler, bizimle konuş. Sonra biz gidelim, onlar gene gelsin..." dediler.

Allah Celle ve A'lâ buyurdu ki:



(Vasbir nefseke meallezîne yed'ùne rabbehüm bil-ğadâti vel-aşiyyi yürîdûne vechehû) [Sabah akşam Rablerinin rızasını diyleyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret!] Bu fukaralardan ayrılma, o zenginlerin lâfına da bakma! İster gelsinler, ister gelmesinler... Onun canı istediği vakitte camiye gelir, istediği vakitte gelmez. Ama fukara her zaman ibadettedir.

Binâen aleyh, siz Allah-u Teàlâ'nın rızasını istiyorsanız, onun ikramına da lâyık olmak istiyorsanız zuafânızı himaye ediniz!..

Niçin?.. Sebebi: (Feinnemâ türzekùn) "Siz zuafâlarınızın sayesinde merzuk olursunuz."

Dün arkadaş gelmiş, Şuhut tarafından:

"--Yağmurdan mahsüller yerde çürüyor." diyor. "Allah bereketi verdi ama, mahsülü kaldırıp da ambara koymak müşkül. Bütün gün yağmur. Islaktan kaldırıp da, makine işleyemiyor. Çürüyecek mahsül, eğer böyle giderse. Konya ovası da böyle..." diyor.

Onun için, himaye, rızıklarınızın bol olması, zuafânıza olan yardımın neticesidir.

İkincisi: (Ve tünsarûn) "Muharebelerde nusret edişiniz, gàlib gelişiniz de, (biduafâiküm) o zayıflarınızın sebebiyledir. Allah onlara acır, ondan dolayı size yardım eder."

Meleklerini de yollar, başka kuvvetler de yollar. Her çeşit imdatları var Cenâb-ı Hakk'ın. Bakarsın o sûretle de nusrete erişirsiniz.


HAYIRLI CUMALAR

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN

 ************************


http://esadcosankulliyati.com/arsiv/ramuz/r750817.html



​İnsan Vücudunda İşleyen Kusursuz Sistemlerden Bazıları:

İnsan Vücudunda İşleyen Kusursuz Sistemlerden Bazıları:

 



Human body anatomy
 
​​
İnsan Vücudunda İşleyen Kusursuz Sistemlerden Bazıları:
Ortalama yetişkin bir insanın günde;

103.689 kere kalbi atar.

23.040 defa nefes alır

750 büyük kasını hareket ettirir.

Saatte derisinden 600.000 partikül düşürür.

Beyni bir günde 86 milyon bayt bilgiyi kaydedebilir.

Kalbi her gün vücudunda 12.000 mil boyunca 8000 galon kan pompalar.

Yaklaşık olarak 300 kere vücudundaki tüm kan böbreklerden geçer.

Her saniye yaklaşık olarak 8.000.000 (8 milyon) kan hücresi vücudunda ölür ve aynı sayıda kan hücresi oluşur.

Vücudunda yaklaşık 5.6 litre kana sahiptir. Bu 5.6 litre kan her dakika tam 3 kere vücudu dolaşır.

Vücudundaki kan tam 19.000 km yol alır. Bu ise Amerika’nın bir kıyısından diğer kıyısı arasındaki uzaklığın 4 katıdır.
​​

Yaklaşık 15.000 kere göz kırpar. Her kırpmada 200’den fazla kasını hareket ettirir.

 
 
BİR NEFES ALIP VERMENİN BİLE ŞÜKRÜNÜ YERİNE GETİREMEZKEN, VERDİĞİ BUNCA NİMETLER İÇİN ŞU KILDIĞIM BEŞ VAKİT NAMAZI YETERLİ GÖRMÜYORUM. HER AN ALLAH'I HATIRLAMALIYIZ VE ELHAMDÜLİLLAH DEMELİYİZ.
 
ALLAH'IM VERDİĞİN SAĞLIĞIM VE SAYMAKTAN ACİZ OLDUGUM NİMETLER İÇİN SANA BİNLERCE HAMDOLSUN.
 

 

​​

İsmail Aybey - Bu Diziler Kimi Anlatıyor?

İsmail Aybey - Bu Diziler Kimi Anlatıyor?



Geçenlerde bir gazetede, 2014 yılında 60 tane dizinin yayından kalktığını okudum. 15 tane yeni dizinin de yayına girmesi bekleniyormuş. Evet, gün geçmiyor ki yeni bir dizi başlamasın. Birkaç bölüm devam ediyor, tutarsa tutuyor tutmazsa yayından kaldırılıyor.

Çocukluğumda, TRT'de oynayan 'Bizimkiler' dizisi vardı hatırladığım. Herkes onu izlerdi. Peki şimdi nasıl? Şöyle televizyonlara bir bakın, her kanalda günde en az 2-3 dizinin oynadığını göreceksiniz.

Bizim toplumumuzda, diziler hastalık halini almış. Hemen hemen her ailenin takip ettiği -haftada- en az 3-4 dizi var. Bir diziye başlayan, devamını merak ettiği için öbür haftayı sabırsızlıkla bekliyor. Ne acib bir durum değil mi?

Bu dizi furyasına, muhafazakar kesimlerde dahil tabi ki. Yani elinde tespih, reklam arasında namaz kılan ninelerden tutun da 'şu dizi başlamadan namazımızı' kılalım diyen dedelere kadar her kesimi kuşatmış diziler.

Beni en çok acıtan husus ise televizyondaki dizilerin bizim yaşantımızı yansıtmaması. Hayır, bizim dünyamız değil bu anlatılanlar. Böyle olmasın rağmen izliyoruz, biz izledikçe de bitmiyor bu dizilerin önü arkası...

Dizilerin hemen hemen hepsinin konusu aynı. Genelde hep zengin dizileri. Dizideki oyuncular evine gittiğinde kapıyı hizmetçiler açıyor. Hangi birimizin eve gittiğinde kapısını hizmetçi açıyor söyler misiniz? Şoförleri ayrı, aşçıları ayrı... Hepsinin altında son model araba...

Bir de dizide oynayan oyunculara dikkat edin. Tamamen görselliğe hitap eden, genellikle mankenlikten oyunculuğa geçen kadın oyuncuların suratlarında bir kilo makyaj, türlü renklerle boyalı saçlar, mini etekler, uzun topuklu ayakkabılar...

Bayanların cinsel obje olarak kullanılmasına alışığız gerçi biz. Alışveriş mağazalarında, gazetelerde, dergilerde, reklamlarda, her yerde arz-ı endam eden, açık saçık giyinen bayanlar var hep. Mesela araba reklamlarına bakın, araba sergiliyoruz diye kadınları sergiliyorlar. Fuarlarda güya araba izlemeye gelen erkeklere bakın, manken bayanların fotolarını çekiyorlar cep telefonlarıyla.

Peki, bizi anlatmayan bu diziler ne anlatıyor ya da ne var bu dizilerde? Zenginlik, israf, entrika, aldatma, yalan, dolan... Geçtiğimiz yıllarda, edebiyatımızdan uyarlanarak dizisi yapılan ve amcasının karısıyla aşk yaşayan genci anlatan 'Aşk-ı Memnu' dizisini yadırgamadan nasıl da izledik?

Ayakkabısını çıkararak evine giren Anadolu insanının, ayakkabılarıyla evlerine giren sosyete insanının yaşantısını anlatan diziyi her hafta sonu merakla beklemesi size de garip gelmiyor mu?

Hayat, dizilerde anlatıldığı gibi giyinip süslenmekten, gezip tozmaktan, yiyip içmekten ibaret değildir. Gerçek Müslüman, 'Haftaya acaba dizide neler olacak?' diye merak etmez. Çünkü inanan müslümanın, daha büyük davası vardır: Son nefeste imanını koruyup kaybetme davası. Eğer son nefeste imanını kurtarana ebedi cennet, kurtaramayana ise cehennem vardır. Son nefeste imanı kurtarmak ise yaşantıyla ilgilidir. Daha da mühimi, Yaradan'ın rızasını kazanmak gibi bir davası vardır. Asıl gayemiz bu olmalıdır. Yoksa dizilerin yalancı dünyasına kendimizi kaptırırsak, Allah muhafaza asıl gayemizi unuturuz. Zaten çoğu kanallar, programlar, diziler buna hizmet ediyor.

Silkinerek kendimize gelmemizin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Toplum olarak böyle boş, gayesiz dizileri izlemeye devam ettiğimiz sürece bu diziler bitmeyecektir.

Katıldığım bir konferansta, bir yazar abimiz şöyle bir ifade kullanmıştı: 'Sarhoşunun bile Allah! diye nara attığı toplumumuzdan ümit kesilmez'

Yine de ben ümidimi kaybetmiş değilim.

Sizin de ümidinizin kaybolmaması dileğiyle...


http://www.bendeyazarim.com/Yazar/News/16223/Bu-Diziler-Kimi-Anlatiyor-Ismail-AYBEY