30 Haziran 2017 Cuma

Gençliğin Önemi ve Gençliğimizin Problemleri-1

Gençliğin Önemi ve Gençliğimizin Problemleri-1

 
Bu hayata doğumla merhaba diyip, hayatımızı belli zaman geçirdikten sonra ölümle karşı karşıya geliyoruz. Yaşadığımız dünya hayatına Yüce Rabbimizin koymuş olduğu kanun bu. Her canlı doğup, gençlik ve yaşlılık hayatını geçirdikten sonra dünyadan ayrılıyor. Bazen hayat yaşlılığa varmadan gençlikte de son bulabiliyor. Bu sebeple ne zaman ayrılacağımızı bilemediğimiz bu dünya hayatında Yaratanın ve insanların razı olacağı davranış şekillerini yapmak suretiyle mutluluğu yakalamamız mümkün olacaktır.
 
İnsan hayatının en verimli çağı gençliğidir. Her şeyin tadının en güzel alındığı, her zorluğun üstesinden gelebilme gücünün en üst seviyede olduğu, hayatın her renginin insana en canlı geldiği zaman dilimidir gençlik. Gençliğini güzellikler içinde geçiren insanlar bahtiyar, gençliğini yanlışlıklar içinde geçirip gençliğinin kıymetini bilmeyenler ise hep üzüntü içerisine olmuşlardır.
 
Genç dilimizde,  yaşı ilerlememiş olan, ihtiyar karşıtı anlamında kullanılmaktadır. Zihin bakımından yeterince gelişmemiş, toy anlamında mecazi anlamı da mevcuttur. Gençlik ise, insan hayatının ergenlikle orta yaş arasındaki dönemini ifade etmektedir. Tariflerden yola çıkarak, gençlik hem maddi anlamda kişinin bedeninde tezahür eden bir zaman dilimi olarak karşımıza çıkmakta, hem de manevi anlamda ruhsal yapıyı teşkil eden duygularımızı ifade eden bir anlam olarak ta ifade edilmektedir.
 
Gençlik dönemi ister kendisine sıkıntı getirmesi anlamında isterse kendine mutlu bir gelecek hazırlaması anlamında insanoğlunun en önemli dönemidir. Gençlik o kadar önemli bir dönemdir ki, Yaratanın razı olacağı bir hayat içerisinde olunması halinde müjdelerin en büyüğü vardır. Bu müjdeyi Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır. “Yedi sınıf insan vardır ki, Yüce Allah hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşının gölgesinde gölgelendirecektir. Bu yedi sınıftan biride Allah’a ibadet ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen gençtir." (1)
 
Gençlik dönemi kişinin buluğ çağına ermesiyle daha farklı bir boyut kazanır. Artık kişi kendisinin fizyolojik yapısını keşfetmeye başlamakta, biyolojik değişimlerini daha yakından takip edebilmektedir. Bu sebeple gençliğin başladığı dönem kişinin eğitim ve öğretim hayatının en yüksek seviyede devam ettiği, zihin melekelerinin daha iyi çalıştığı, enerjinin doruğa çıktığı bir dönemdir. Bu sebeple gençlik çağında bulunan evlatlarımızı kontrol altında tutabilmek çok kolay olmamaktadır.
 
Kültürün aktarılmaya başlandığı, bir milletin geçmişinden getirdiği önemli örf ve geleneklerin insanlara benimsetildiği en önemli dönem gençliktir. Milli ve manevi değerler ışığında kişilerin kimliğinin, karakterlerinin ve kişiliklerinin oturması yine bu döneme rastlamaktadır. Ayrıca ister iyi alışkanlıklar isterse kötü alışkanlıklar olsun bu gençlik dönemi insanoğlunun hayatının birçoğuna aktaracağı alışkanlıkları kazandığı bir çağdır. Arkadaşlık döneminin geliştiği, insanların belki de uzun yıllar hayatlarını ve fikirlerini paylaşacağı insanlarla dostlukların kurulduğu bir dönemdir gençlik. Yine aile yuvasının kurulması, bu yuvanın kurulması neticesinde aile hayatının mutluluk veya sıkıntılar içerisinde devam etmesini sağlayan temeller yine gençlik döneminde atılmaktadır. Saymış olduğumuz ve daha birçok önemli sebeplerden dolayı gençlik hayatı, asla boş verilecek ve umursanmayacak bir dönem değildir. Bunun aksine ihmalin en minimum seviyeye indirilmesi gereken dönemlerin başında gençlik gelmektedir ki, bu dönemin ihmalinin telafisi hem bireylere hem de toplumlara çok yaralar açmakta ve çok zararlar getirmektedir.
 
İslam Dini gençliğin güzel geçirilmesine çok önem vermiş, bu zaman diliminde insanlığın hayatını sıkıntıya sokacak davranışlar yasaklanmıştır. Bu dönemde yetişen bireylerin görev ve sorumluluklarını tam anlamıyla yerine getirebilme gücünü kazandırma vazifesi başta anne ve babalara, sonra da bütün topluma düşmektedir.
 
Gençlerimize hem maddi alanda hem de manevi alanda vermemiz gereken birçok önemli hususlar mevcuttur. Manevi hayatlarının gelişmesinde ilk başta vermemiz gereken en önemli sorumlulukların başında inanç gelmektedir. Bu manada Allah’ı, Peygamberimizi, Kitabımızı ve Dinimizi tanımanın kalbe yerleşeceği çağ gençlik çağıdır. İman alanında bireyin sağlam bir inançla donatılması gelecekte hatalara düşmesini engelleyecekken, inanç problemlerinin en çok yaşandığı gençlik döneminde bu problemler bitirilmezse hayatın kalan kısmında dünya ve ahiret açısından sıkıntılar getirecek bir hayat yaşanmaya başlanacaktır. Bu sebeple gençlerimize kazandıracağımız en önemli değerlerin başında iman ve inanç hususları gelmektedir. Sevgili Peygamberimizin ifadesiyle, hiç bir doğan çocuk yoktur ki; (İslam) fıtratı üzere doğmuş olmasın! Sonra annesi; babası onu Yahûdileştirir, Hıristiyanlaştırır ve müşrikleştirirler. (2) Bu sebeple iman açısından ana-babalara çok görevler düşmektedir.
 
İman ilkelerinden sonra bir başka önemli husus ise, ibadetlerdir. Gençlerimize Allah’ın razı olacağı bir ibadet hayatını kendilerine aktarmalı ve ibadet hayatlarının gelişmelerine yardımcı olmalıyız. İbadetlerin başında ise namazgelmektedir. Çünkü namazın önemini Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de bizlere şöyle bildirmektedir.
 
اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
 
“(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı biliyor." (3) Kendimiz namaz kıldığımız gibi gençlerimize de namaz kılma alışkanlığını kazandırmalıyız. Bu hususta Sevgili Peygamberimiz bir hadiste “çocuklarınız yedi yaşına geldikleri zaman onlara namazı emredin" (4) buyurmuş, namaz kılmayı çocuklarımızın hayatına dahil etmemizi bizlerden istemiştir. Bir başka ibadet ise Efendimizin ifadesiyle kişiye kalkan vazifesi sunan oruçtur. Oruç insanları kötülükten koruyan bir ibadettir. Yüce Rabbimiz bir ayette bu hususa şöyle dikkat çekmektedir. “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı." (5)
 
Namaz ve oruç ibadetlerinin farz olunmasındaki hikmetleri daha iyi kavrayabilirsek şunu görmekteyiz ki, namazın kılınması ve orucun tutulması kişiyi kumar, içki, uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklardan, zina gibi fuhşiyattan, hırsızlık gibi haramlardan ve saygısızlık, yalan, hile, aldatma gibi ahlaki kötülüklerden koruyacaktır. Sadece namaz ve oruç değil, Yüce Rabbimizin bizlere emrettiği bütün ibadetlerin insanoğlunun hayatına aktarılmaya başlandığı en önemli zaman dilimi gençliktir. Bu sebeple gençlerimizin ibadet hayatlarını güzelleştirmek için onlara örnek olmalı ve ibadet yapmaları için güzel sözler ve güzel davranış modelleriyle teşvik olmalıyız.
 
Gençlerimizin hayatına aktarmamız gereken bir başka önemli husus ise ahlaki ilkelerdir. Ahlaksızlık bir insan için en büyük yıkımdır. Bu yıkım hem maddi alanda, hem bedeni alanda, hem de manevi alanda gerçekleşmektedir. İslam Peygamberinin gönderilme amacı olarak ahlaki güzelliklerin tamamlanması ilkesinin ön planda tutulması, Peygamber Efendimizin ahlaki yaşantısının “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin" (6)  ayetiyle yüceltilmesi unutulmamalıdır. Ahlaki ilkelerin hayata aktarılacağı ve yaşantı haline dönüştürüleceği en önemli çağ gençliktir.
 
Ahmet ÜNAL
Uzman Vaiz

 1 Buhâri, Ezan 36
2 Müslim, Kader, 23
3Ankebut, 29/45
4 Ebu Davut, Salat, 26
5 Bakara, 2/183

--


Cemalnur Sargut - AŞKIN HAKİKATİ

Cemalnur Sargut - AŞKIN HAKİKATİ

Her şey aşkla zuhura gelir
.............................................................................

Gel gör ki Hz. Mevlânâ, “Ben ol da bil’’ demiş! Aşk öyle bir kudreti kuvvet, öyle bir güç, öyle bir enerjidir ki, her şeyi yakıp yıkar. Fuzûlî’nin dediği gibi, “Âşık oldur kim kılar cânın fedâ cânanına!” Yani aşk bir muhatap arar. Yani illa birine, yani ikinci bir varlığa çekilmek ister ve onun önünde kendi nefsini yok etmek ister. İşte aşkın hakîkati budur. Yani, ezelî ve ebedî bir varlık için kendine ait her şeyden vaz geçebilmektir. Diri olan hakîkat için yok olabilmektir. İşte “Âşık oldur kim kılar cânın fedâ cânanına” cümlesinin mânâsı budur. Burada mesele kendini öldürmek değil, nefsini yok etmek derken arzu ve isteklerini yok etmek demektir. Hani gençken sevdiğimiz bizden bir şey istese, hiç sevmediğimiz şeyleri bile yapardık ya, işte onun gibi... Hele bu sevginin Allah olduğunu, yaratılışın aşkla başladığını, her şeyin aşktan zuhura geldiğini fark ederseniz, aşkla gelen mecburen aşka çekilecektir. Dolasıyla her cüz’ün her parçanın, kendi küllüne çekilme mecburiyeti vardır. İşte buna aşk deniyor.

.............................................................................
Tasavvufta Aşkın tarifi nedir?
.............................................................................

İlk kez tasavvufta aşk tanımı ile karşılaştığımda, kafamda bir sürü soru belirdi. Dedim ki bu aşkın bir ilâhî, bir de beşerî olanı var. Acaba insanın ilâhî olana geçmeden önce beşerî olanı tatbik etmesi mi gerekir? O bir yol mudur? Bir güzergah mı açar? Tabii, o bir eğitim sürecidir. Allah aşkına lâyık olmayan, henüz hakîkati görmeyen veya idrak etmeyen kimse Allah’a ait isimleri gördüğü çeşitli kişilerde, o külle doğru yönelişi arar. Belki ona aşk denmez de bir çekiliş, bir beğeni, bir cazibe ve oraya doğru yönelme olarak isimlendirebilir. Ama gerçek aşkta kendi varlığından tamamen vazgeçme vardır. Birine âşık bile olsanız, Leylâ ile Mecnun aşkı gibi, o benim olsun diye tutturmuyorsanız, ya da ona ait olmayı istemiyorsanız, onu sadece sevmenin zevkini yaşıyorsanız o aşk Allah’a götüren aşktır.

.............................................................................
İlahi aşkta Allah kulunu cezbeder
.............................................................................

Konferanslarda hep anlatıyorum; belki insanlar bıktılar ama bildiğiniz gibi Leylâ güzellikle hiç alâkası olmayan bir kadınmış. Mecnun da ona çok âşık. Hârun Reşit “Bunun neresini seviyorsun’’ diye sorduğunda Mecnun’un verdiği cevap çok önemli: “Sen kadehe takılıyorsun, ben içindeki şarabın zevkini tattım bir kere!’’ Öyleyse sevgide dış görünüş aranmaz, sevmek başka bir şeydir: “Ben güzele güzel demem / Güzel benim olmayınca...” Ya da “Güzelliğin on para etmez / Bu bendeki aşk olmasa…’’ Evet, oradaki güzelin benim olması, güzelin bana ait olması demek değildir. O güzeldeki Allah’a ait ismin bende olması demektir. İşin hakîkati budur. Ben de o isim var ve ben o isimle sana doğru çekiliyorum. O ismi tanıyorum onun için sana çekiliyorum demektir. Dolayısıyla burada karşılıklı âşık olunan vücutlar değil, isimlerdir. Yanıldığımız nokta, vücutlar sanmamızdır. Dolayısıyla aşk kişiye yönelik olsa bile bizi Allah’a gö-türüyorsa ne mutlu!.. Zaten Leylâ ile Mecnun’a baktığımızda, Mecnun’un aşka düşüşü onun beşeriyet kısmını temsil edebilir ama, Mecnun o kadar yandı o kadar yandı ki, kor haline dönüştüğünde de, ilâhî aşkı buldu diyebiliriz. Çünkü böyle bir temsil durumu var.

.............................................................................
İlahi aşk Allah’a tam teslimiyettir
.............................................................................

Sonuçta Leylâ Mecnun’un yanına gelip “Ben Leylâyım” dediğinde: “Sen Leylâ değilsin, ben baştan aşağı Leylâyım. Başka Leylâ yok” diyor. İşte insan bu hâle gelirse, sevdiğinden geleni hoş görebilirse o zaman Allah’a âşık olmuş demektir. Hep anlatırım ya Mecnun Leylâ’nın babasının yanında çalışmak için işe girmiş ve Leylâ da işçilere yemek dağıtı-yormuş. Herkese yemek koyduktan sonra sıra Mecnun’a geldiğinde kepçenin tersiyle tabağa çın diye vurmuş. O çın diye vurunca Mecnun sevinçten delirmiş. Sen hakîkaten mecnunsun, eğer seni sevseydi herkese yemek verdiği gibi sana da verirdi dediklerinde, Mecnun: “Bana da size davrandığı gibi mi davransaydı” demiş. İşte aşkın kelimesi budur.

http://gazetebirlik.com/yazarlar/askin-hakikati/


Ehl-i sünnet, sevgi demektir

Ehl-i sünnet, sevgi demektir
 

Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşamış gazi dervişlerden Gül Baba "rahmetullahi aleyh", bir gün cemaatine;

- Kardeşlerim, “Ehl-i sünnet” demek, muhabbet demektir, sevgi demektir, buyurdu. Birbirlerini sevmeyenler ehl-i sünnet olamazlar.

Dinleyenler;
- Nasıl sevmeliyiz efendim? dediler.
- Eshab-ı kiram Peygamber efendimiz aleyhisselamı nasıl sevdilerse öyle, buyurdu.

Ve şöyle devam etti:
- Eshab-ı kiramın çok üstünlükleri, çok meziyetleri vardı. Hepsi de çok kıymetli insanlardı. Ama bir ortak meziyetleri var ki, cenâb-ı Hak Kur’an-ı kerimde onları o hasletleriyle methediyor.

Sordular:
- O nedir efendim?

- Sevgi ve muhabbet. Âyet-i kerimede Eshab-ı kiramdan bahsederken; "Onlar birbirlerini çok severler" buyuruluyor.

Şöyle bitirdi:
- “Ehl-i sünnet” Müslümanların vasfı da, birbirlerini çok sevmeleridir.

Cennetin sekiz anahtarı
Bir gün de;
- Kardeşlerim, “beş vakit namaz”ını kılan kimse Cennete girer, buyurdu. Çünkü sekiz adet Cennet var. Bu sekiz Cennetin sekiz de anahtarı var. Bunlar nelerdir biliyor musunuz?
- Bilmiyoruz efendim, dediler.

Buyurdu ki.
- Birinci anahtar "İman", ikincisi "Besmele-i şerife", kalan altısı ise "Fatiha suresi"nin altı âyetidir.

Şöyle devam etti:
- Bir Müslüman namaza durunca, sekiz Cennetin kapıları açılır ona. Cennet hurileri o Müslümanı seyre başlar. Ne güzel şey değil mi?
- Evet efendim.

- Öyleyse dua edelim de, cenâb-ı Hak bizim ruhumuzu namaz kılarken alsın.

Acaba Rabbim razı mı?
Bir gün de sohbetinde;
- Kardeşlerim, Allah için konuşan, Allah için dinleyen, Allah için çalışanın mükafatını, Allahü teâlâ verir, buyurdu. Müslüman, her işini yaparken; "Acaba Rabbim bundan razı mı, değil mi?" diye sormalı. Razıysa yapmalı, yoksa vazgeçmelidir. Halis kul böyle olur.
 

 
 

29 Haziran 2017 Perşembe

KADERİME YÖN VEREN İÇİMDEKİ BEN

KADERİME YÖN VEREN İÇİMDEKİ BEN

Hayat içinde herbirimizin aynı olaya karşı tepkileri farklı farklı oluyor.

Yani aynı noktaya bakıp, birbirinden farklı seyler görüyor. Farklı sonuçlar çıkarabiliyoruz.

Peki nasıl bir yol izlemeliyiz?

Hayatta her daim türlü türlü seçenekler var. İster en doğru benim doğrum der, bir acıyla gerçekle yüzleşene kadar bildiğiniz yolda gidersiniz. Hani Eınstain dediği gibi ‘’Cehalet ne güzel herseyi biliyorsun.’’ gibi bir mantıkla, farkına varmadan bir yasam geçirir.

Ya da bütünün penceresinden bakar o bütünde ki kendinize ait olan parçayı doğru yere koyabilmek adına sorgular, değişir ve dönüşürsünüz. Seçimler her zaman özgür, Ama unutmayalım ki bu özgürlükte bir yere kadar…

Olay döngüsünde ki doğru hareketi nasıl gerçekleştirebilirim?

Tabiki kalbinize sorarak.

Kalp gerçeğin ve evrensel doğrunun mabedi.  O kalp öyle kirleniyor ki bazı güzellikleri orada arayıp bulup çıkartmak ,gerçek bir özveri ve çaba gerektiriyor.

Çünkü beyniniz, nefsiniz, alışkanlıklarınız, gelenek görenek ve daha birçok faktör kalbinizdeki güzellikleri ortaya çıkarmamızda bize engel oluyor.

Bu durumda mefaatimizi düşünerek, kim ne der endişesiyle yada bize doğru diye öğretilen yanlışlar sayesinde yanlış kararlar alabiliyoruz.

Aldığımız bu yanlış kararlar biz farkında olsakta olmasakta, kesinlikle orada kalmıyor. Bundan emin olabilirsiniz. Zaman içinde farklı bir olay döngüsünde kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Anlayıp, doğrusunu yerine koymadan da kurtuluşumuz yok. Hatta zamanında küçük bir taşın üzerinden atlamak varken o taşı büyütüp kaya , o kaya büyütüp dağ yapabiliyoruz.

Sonuçta insanın kendine yaptığını, hiçbir kuvvet insana yapamıyor. Bir nevi kendi silahımız ile kendi kalbimize sıkıyoruz.

Peki ne yapacağız?

O elimizde ki silah var ya işte onu kalbimize ve özümüze değilde, o içimizdeki gerçek benliğimizi gizleyen, zaman içinde bozduğumuz, kimimizin ego , kimimizin nefs , kimimizin şeytan dediği, adı çokta önemli olmayan bu ikinci maskeli benliğimize doğrultup onu öldüreceğiz ki, Yunus’un dediği ‘’bir ben var benden içeri’’denilen o gerçek ben, tertemiz derinlerde kalmış olan hakiki ben, Yaradanın en güzel yansıması olan varlığımızın anlamı olan esas ben ortaya çıkabilsin.

Gerçek beninizi ortaya çıkarmanız demek, gideceğiniz doğru yolları seçerek kaderi yeniden yazmanız demek.Kuran da geçen ‘Biz insanların kaderlerini amellerine bağladık .’’ sözü bu doğru ve ilahi olan beni ortaya çıkartarak , doğru olanı seçmek sonucunda, güzeli hak edip, en iyiyi yaşamakla oluyor.

Hülya Keleş





İlahi aşk yolunda beraber yürüdüğümüz, tasavvuf konusunda sayısız kitap okuyan çok kültürlü, kalbi çok güzel, engelli dostu çok merhametli inşallah Allah dostu Antalya'da yaşayan ziraat mühendisi Hülya Keleş hanımın yazdığı bu güzel bilgiyi paylaşmak istiyorum...

Celal




 

28 Haziran 2017 Çarşamba

Üç Aylar Sonrası ve Şevval Orucu

Üç Aylar Sonrası ve Şevval Orucu


Üç aylar manevî ticaret bakımından çok bereketli, kazançlı ve sevaplı bir mevsimdir. Bu mevsimde yapacağımız mânevi" çalışmalar, iç âlemimizde bambaşka ufuklar açar. Ancak, bu aylarda kazanılan ruh disiplinini daha sonra da devam ettirmek gerekir. Çünkü bir sonraki üç aylara erişebileceğimiz hususunda elimizde bir senet yoktur.

Her yıl uğrayıp manevî hayatımızı nurlarla ışıklandıran üç ayları gerilerde bırakırken, Onun bizlere yaşattığı sonsuz hazları hiçbir zaman unutamayız. Kadir Gecesinde ışıl ışıl yanan caddelerde akan nur selini nasıl hatırlarımızdan çıkarabiliriz?

İftar sofralarının feyzi yıl boyunca burnumuzda tütmez mi? Sahurların bereketini unutabilir miyiz? O kudsî hatıraları elbette unutamayız. Özler, arar ve bekleriz.

Ama tabiî ki kuru bekleyiş ve özleyişle yetinmeyiz. Üç aylarda ve bilhassa Ramazan'da kazandığımız manevî disiplini yıl boyunca da devam ettirmeye çalışırız.

Yine namaz kılarız, zaman zaman oruç tutarız, başkalarına yardım ederiz. Malımızla, canımızla ve dilimizle Allah yolunda cihada koşarız. Nefsani his ve arzularımıza kulak vermeyiz. Huzur verici hatıralarını içimizde yaşattığımız mübarek üç aylarda kazandığımız manevî havayı devam ettirmeye çalışırız.

Hayat sermayesinin durmaksızın elden çıktığını unutmayıp bir daha gelecek nur ve huzur mevsimine ulaşıp ulaşamayacağımız ümit ve endişesini her zaman canlı tutarak âhiret hazırlığına aynı şekilde devam ederiz.

Böylece, gelecek yılın o mübarek mevsimlerine yine aynı ruhla ve temiz vicdanla erişmeyi umarız. Bu ruh içinde hayatımız devamlı bir gelişmeye ve ilerlemeye sahne olur. Allah'ın rızasına erişme yolunda dâima ileri gideriz ve bu ilerleme, inşallah son nefese kadar devam eder.

Şevval Orucu

Ramazan-ı Şerif'ten sonraki Şevval ayında oruç tutmak öteden beri sevimli bir adet olarak gelmiştir.

Bir ay boyunca oruca alışmış olan insanlar, şevval ayında da altı gün oruç tutmaya büyük bir ilgi göstermiş, hatta teravih gibi sıcak bir ilgiyle şevval ayı orucunu sürdüre gelmişlerdir... Elbette bu sıcak ilgi sebepsiz değildir. Nitekim Efendimiz (sas) Hazretleri, şevval ayı orucunun bir sene oruç tutmuş gibi sevaba vesile olacağını duyurmuş, bu yüzden de bir ay Ramazan orucu tutanlar, şevvalde altı gün oruç tutmakla bütün seneyi oruçlu geçirmiş olma sevabını kaçırmak istememişlerdir. Bu konudaki hadisi ve yorumunu şöyle ifade edebiliriz:
 

"Kim oruçla geçirdiği Ramazan ayından sonraki Şevvâl ayında altı gün oruç tutarsa, bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi olur!."(Riyazü's-Salihin, C.2,S.510,2.)

Demek ki, bir aylık Ramazan orucundan sonra Şevvâl'de de altı gün oruç tutarak orucunu otuz altıya çıkaran kimse, bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi sevap almaktadır.
Âlimlerimiz, bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi sevap almanın izahını şöyle yapmaktalar:

Ramazan boyunca oruç tutan insan her orucuna on sevap almışsa yekûnu üç yüz eder. Şevvâl ayında tuttuğu altı orucuna da onardan altmış sevap alınca, eder üç yüz altmış. Yani bir sene.. Dolayısıyla hadîsin işaret ettiği sırra nâil olur. Bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi mânevî kazanç elde edebilir.

Aslında bu gibi mânevî konularda esas olan, o işi ihlasla yapmak, büyük bir gönül arzusu ile talip olmak mühimdir. Bâzen öyle oruçlar olur ki, tutanın gönlünde beslediği derin ve sâfî ihlas yüzünden 360 gün değil, belki 360 senelik nâfile oruç sevabını alabilir.. İhlas ile kim ne isterse Rabbimiz onu verebilir. Bu bir niyet ve yorum meselesidir.

Tıpkı yolun kenarına uzaklardan bir taşı yuvarlayarak güç bela getirip yerleştiren adamla, bu taşı oradan aynı güçlükle uzaklaştıran bir başka adamın niyeti ve yorumu gibi.

Biri düşünmüş ki:

- Bu çölün ortasında yaşlı bir adam yolda giderken bineğine binmek istese, üzerine çıkıp da hayvana binebileceği yüksek bir yer yoktur. Öyle ise şu taşı yuvarlayıp yolun kenarına getireyim de, yolda gitmekte olan yaşlı ve çocuklar hayvanlarına binmek istediklerinde taşın üstüne çıkıp bineklerinin üzerine kolayca atlasınlar, sevabı da bana olsun. Adamın bu hâlis niyetine bakan Rabbimiz ondan razı olmuş, istediği sevabı ihsan eylemiş.

Böyle güzel niyetle getirilen taşı oradan öfke ile yuvarlayıp uzaklaştıran adam ise şöyle düşünmüş:

- Bu taşı buraya getiren kimse ne kadar da yanlış bir iş yapmış. Hiç düşünmemiş ki, gözleri görmeyenler, karanlıkta fark edemeyenler taşa takılıp yere düşerler. Şu taşı buradan uzaklaştırayım da kimse takılıp yere düşmesin, sevabı da bana olsun.

İşte bu adam da taşı buradan uzaklaştırdığından dolayı Allah rızasını kazanmış, ümit ettiği sevaba nail olmuş. Her ikisinde de niyet hâlis, yorum makul...

Biz de sâfi bir niyetle altı gün orucumuzu tutarsak, belki Rabbimiz bu niyetimize, bu bağlılığımıza bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi sevaplar ihsan edebilir, hatâlarımızı affedebilir.. Rabbimizin hudutsuz rahmetine kimse sınır çizemez. Kimse kendi cimriliğini O' na da şâmil kılamaz.

Bu orucun arka arkaya olması şart değildir. şevvâl ayı içinde olması yeterlidir.

Bir de Ramazan içinde tutulamayan oruçlar varsa, önce o borç olanı tutmak da makul ve meşru olur. Bir an önce borçtan kurtulmayı düşünmek elbette çok yerindedir. Ancak borcu sonra da tutabilirim diye de düşünebilir.. Bu bir tercih meselesidir. Her ikisi de caizdir.

Bir diğer husus da, Şevval ayında iki bayram arası nikah yapılmaz iddiası vardır ki, artık bu batıl iddia etkisini kaybetmektedir. Çünkü Aişe validemizin nikahı Şevvalde olmuş, yani iki bayram arasında yapılmış, ne uğursuzluk, ne de bir başka dinî yasak söz konusu olmuştur. Bu yanlış yorum şuradan da beslenmiş olabilir. şayet bayram cuma gününe rastlarsa, bayram namazı ile cuma namazı arası iki bayram namazı arasıdır. Böylesine dar bir vakte nikahı sıkıştırmayın, iki bayram namazının dışında yapın nikahınızı, tavsiyesini, Ramazan ve Kurban Bayramı arası gibi geniş zamana yayanlar, böyle bir yanlış anlamaya sebep olmuşlardır, diye de düşünülebilir.

Bir Menkîbe

Süfyanı Sevri anlatıyor:
- Ben Mekke-i Mükerreme'de üç sene oturdum. Mekkelilerden bir kimse her gün Harem-i şerife gelir, tavaf eder, namaz kılar ve sonra bana selam verip giderdi. Ben bu kimse ile tanıştım. Bir gün o kimse beni yanına çağırdı. Bana dedi ki:

-Ben öldüğüm vakitde kendi elinle beni yıka, namazımı kıl ve defneyle. O gece beni terk etmeyip kabrimde gecele. Mükireyn suali anında bana Tevhid'i telkin et!, dedi.

Ben de o kimsenin istediklerini yapmayı kabul ettim. Bana emrettiğinin aynını yaptım: Kabrinde geceledim. O gece uyku ile uyanıklık arasında iken :

-Ya Süfyan! Beni korumaya ve senin telkinine ihtiyaç kalmadı, diye bir ses işittim.

O zaman:

-Ne sebeple bu lütfa eriştin, diye sordum

Bana cevap olarak:- Ramazan-ı şerifin orucunu tutup şevval'den altı gün daha eklemem sebebiyle, dedi.

O zaman ben uyandım. Yanımda kimseyi göremedim. Abdest aldım, namaz kıldım, uyudum; böylece üç kere gördüm. Bildim ki bu Rahmanîdir; şeytandan değildir. O zaman da kabrin yanından ayrıldım ve "Ya Rabbi! Beni Ramazanın orucuna ve şevval'den altı gün orucuna muvaffak kıl" diye dua ettim. Allahü Teala Hazretleri beni de muvaffak kıldı.


https://sorularlaislamiyet.com/blog/uc-aylar-sonrasi-ve-sevval-orucu

 

Allah sevgisi kalbe nasıl girer?

Allah sevgisi kalbe nasıl girer?
 

Anadolu’da yetişen büyük Velilerden Ankaravi İsmail Rusuhi Efendi’ye "rahmetullahi aleyh" bir gün bazı sevdikleri gelip;
- Allah sevgisi kalbe nasıl girer? diye sordular.

Cevabında;
- Kalbden dünya sevgisi çıkınca, Allah sevgisi kendiliğinden girer, buyurdu.

Ve sordu onlara:
- Su dolu bir şişe düşünün mesela. Suyu boşaltırsanız ne olur?
- Yerine hava girer efendim.

- Yani hem su, hem de hava bir arada bulunamaz değil mi?
- Evet efendim, bulunamaz.

-
İşte kalb de böyledir, buyurdu. Orada iki sevgi bir anda bir arada bulunamaz. Onda ya "Dünya sevgisi" vardır, ya da "Allah sevgisi". Kalbden dünya sevgisi çıkarsa, Allah sevgisi kendiliğinden gelir.

Dünya sevgisi nasıl çıkar?Sordular yine:
- Peki efendim, kalbden dünya sevgisi nasıl çıkar?

- Kalbinde dünya sevgisi olmayan bir mübarek zatın sohbetiyle, buyurdu.
- Öyle zatlar yoksa efendim?

- O zatların hayatta olmaları şart değil ki. Vefat etmiş olsalar da onları sevmek, kalbden söküp atar dünya sevgisini.

Ve ilave etti:
- Onları sevebilmek için de tanımak lazım tabii.

- Nasıl tanıyacağız efendim?
- Kitaplarını ve hayat hikayelerini okumak suretiyle. Bunlar okununca, sevgileri kalbe yerleşir.
 

 
 

27 Haziran 2017 Salı

TASAVVUFTA AŞK – Edebiyatist Dergisi

 


TASAVVUFTA AŞK – Edebiyatist Dergisi



“Aşk öyle bir ateş ki, yandığı zaman Maşuk’tan başka her şeyi yakar.”

Yaradılışın özü ve de mevcudiyetimizin sebebi aşk değil midir? Âlemlerin rabbi Allah, “Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi, sevilmeyi istedim,” demiş ve kâinatı yaratmıştır. İnsanoğlunun çoğalması yüreklere düşen aşk ateşi ile süregelmektedir ve de kâinata değin gerçek aşkı aramakla devam edecektir.

Tasavvufta aşk yaratıcıya duyulan muhabbettir, özlemdir. Mutasavvıflara göre beşeri aşk, ilâhi aşkın yeryüzüne yansımasından ibarettir. Ve aslında yaşanan her aşk adım adım yaratıcı aşkına yol almak ve belki de farkında olmadan bu aşk arayışı ile Allah’a yaklaşmaktır. Aşk varlığın mayasıdır. Aşkın en üst kademesi ise Allah sevgisi, Allah aşkıdır. İnsan faniye duyulan aşkta kararlı, vefalı ve de sadık ise bu dünyasal aşk onu eninde sonunda gerçek sevgiye, ilâhi aşka götürecektir. Tıpkı Mecnun’un Leyla’nın aşkı ile yola çıkıp sonunda Mevla’nın aşkına ulaştığı gibi varılacak yer gerçek aşktır.

Mecnun, Leyla’ya sevgisinden deli-divane olur. Çöllere düşer. Gözleri Leyla’ya benziyor diye, çölde ceylanlarla arkadaş olur. Bir gün bulunduğu yere bir köpek gelir. Kimse ilgilenmezken, Mecnun köpeğe büyük ilgi gösterir. Niye böyle yaptığını sorarlar, “Siz bilmiyorsunuz, bu köpek Leyla’nın diyarından gelmiştir” der. Öyle bir zaman gelir ki, Leyla’yla bir araya geldiğinde, “Hayır,” der, “Leyla sen değilsin. Sen yürü git, Leyla ki ben Mevla’yı buldum,” der. Böylece kendisindeki mecazî aşk, gerçek aşka inkılap eder.

Yunus Emre’ye, “Bana Seni gerek Seni” dedirten de, aynı ilâhi aşktır. Yunus Emre ve Mevlâna gibi Hak aşığı olan zatlar, aşktan bahsettiklerinde, “İlâhi aşkı” kastederler.


İnsanın dünyasal benliğinden ruhani yükselişini ve mertebelere ulaşmayı aşkta bulan Mevlana; aşksız geçen ömrü, ömürden saymayıp;

“Her kim aşk ile yanıp tutuşmamışsa, o uçmayan, kanatsız kuş gibidir vah ona… Aşksız ömrü hesaba sayma, çünkü o sayıdan dışarıda kalacaktır…” demiştir.
 

Mevlana’ya göre bir insan için gerçek aşk, kendi varlığından geçerek Allah’ta fani olmak, yaratıcıya tam bir gönül bağı ile bağlanmaktır. Gönlünü Allah’a vermiş bir insanın artık kendi benliği kalmamıştır. Bir insan neyi, kimi tutku ile severse bu aşk onun gerçek varlığının ve varoluşunun bir yansımasıdır. Büyük aşk pirine göre;

“Allah’tan başka her şey batıldır, asılsızdır… O’nun ihsanı, yağmuru kesilmeyen bir buluttur…”

Tasavvufta aşkı incelediğimizde mutasavvıfların yaşadıkları ilâhi aşk ile kendinden geçip Allah’ı bulduklarını, Allah’ta fani olduklarını görmekteyiz. Hatta, Hallac-ı Mansur gibiler, kendilerini tamamen yok farz edip “Ene’l-Hak” bile derler.
 

Hak aşkı, tasavvuf edebiyatı ile de örneklerini göstermektedir. Türk edebiyatının büyük üstatlarından olan Necip Fazıl Kısakürek’in 1950 yılında kaleme aldığı “Çöle İnen Nur” adlı eseri;
 

Yüce Allah’ın Resûlü için, “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım,” kudsi hadisi ile başlamakta ve üstadın;
“Nereden başlayayım? Zamanın hangi ucundan ve mekânın hangi köşesinden? Allah’ın bütün zaman ve mekânı kuşatmak üzere yarattığı – Gaye- İnsan ve Ufuk – Peygamber – elbette bizzat başlangıcın, kâinat başlangıcının başı…” cümleleriyle devam edip Hz. Muhammed’i anlatmaktadır. Ayrıca Necip Fazıl’ın birçok şiirlerinde olduğu gibi, “Visal’’ adlı şiirinde de yoğun bir biçimde tasavvufi ve felsefi derinlikler bulunmaktadır.

VİSAL1

Beni zaman kuşatmış, mekan kelepçelemiş;
Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş…
Perde perde veralar, ışık başka, nur başka;
Bir anlık visal başka, kesiksiz huzur başka.
 

Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?
Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?
Fezada dipsiz sükut, duyulmazın sesi mi?
 

Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, alemlerin Rabbi, sen!
Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!
Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!
Azap var mı alemde fikir çilesine eş?


Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!
 

Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli?
Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?
Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;
Belki de benliğinden kaçabilene hazır.
 

Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!
Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!
O visal, can sendeyken canını etmek feda;
Elveda toprak, güneş, anne ve yar elveda!

Aşk yaşamın her safhasında bize eşlik edip yoldaş olmakla birlikte, ebedi âlemde de yaratıcıya duyulan muhabbet ile bize kapılarını açmaktadır. Ne güzeldir aşkı bu dünyada bulmak, acısını zevk edinmek, avuç açıp dua etmek, yakarmak ve fani aşk ile Yaradan’a yakınlaşmak…


Aşk ile yol almanız dileğiyle.

Şair Yazar NALAN GÜVEN

1 Necip Fazıl Kısakürek, ‘’Çile’’ Bütün Şiirleri, YKY, İst. 2005, s. 238



http://www.nalanguven.com.tr/?p=1696



 

Bayram olsun bayramlarınız

Bayram olsun bayramlarınız

Alem-i İslam'a rahmet su gibi
Aksın bayram olsun bayramlarınız
Evleriniz cennet kokusu gibi
Koksun bayram olsun bayramlarınız

Zindan medresedir gam yayla size
Farkı yok bin yılın bir ayla size
Melekler yukardan gıptayla size
Baksın bayram olsun bayramlarınız

Uygur Kazak Kırgız Azeri'nizden
Gitmesin gardaşlık nazarınızdan
Zalimler zulmünü üzerinizden
Çeksin bayram olsun bayramlarınız

Süleyman esir de Simon neden hür
Hiç durma dünyanın yüzüne tükür
Müslümanın sesi münafıktan gür
Çıksın bayram olsun bayramlarınız

Serilsin gönüller döşek misali
Patlasın sevgiler fişek misali
Hakikat durmadan şimşek misali
Çaksın bayram olsun bayramlarınız

Haksızlık almasın Hak'kın yerini
Aşsın boyunuzdan aşkın derini
Kimi gözyaşını kimi terini
Döksün bayram olsun bayramlarınız

Kök bir dallar ayrı ki İslam bir gül
Afganistan bir gül Türkistan bir gül
Vahdet bahçesine her insan bir gül
Diksin bayram olsun bayramlarınız

Mağdurlar mazlumlar ersin felaha
Vuslata varanlar varsın bir daha
İrfan tohumunu gece sabaha
Eksin bayram olsun bayramlarınız

Kandır zalimlerin zulüm çiçeği
Öldürür cehalet ölüm çiçeği
Gençler yakasına ilim çiçeği
Taksın bayram olsun bayramlarınız

Şehide toprağın hürmet-i aşkı
Anadan fazladır şefkat-i aşkı
Rab'bim yüreklere ülfeti aşkı
Soksun bayram olsun bayramlarınız

Hazreti Resul'ün nurlu katına
Gitmek isteyenler binsin atına
Küfrün saltanatı yerin altına
Çöksün bayram olsun bayramlarınız

Ne makam ne para olamaz ölçek
Kurtuluş İslam'da vallahi gerçek
Bu mübarek sevda bizleri tek tek
Yaksın bayram olsun bayramlarınız 


 Abdurrahim Karakoç



26 Haziran 2017 Pazartesi

BAYRAM NEDİR?

BAYRAM NEDİR?

Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde nefessiz kalınca anlar insan...

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...

Acıyan, sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.

Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...

Sevdiklerinizle geçen her gün bayramdır.

Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle...

En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.

Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır.

"Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır. Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...

Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.

Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.

Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram..

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.

Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler. Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.

Her gününüz bayram tadında olsun.

İyi Bayramlar…

 



25 Haziran 2017 Pazar

Faik dedemle bir bayram sabahı

Faik dedemle bir bayram sabahı

Hayırlı bayramlar

Bu bayram sabahı bir bayram anım hatırıma geldi, internetteki kitabımda anlatmıştım:

 
 
Lisenin bitmesine az kalmıştı. Nisan 1991’de ramazandaydık. Faik Dedem, Ereğli’de Ramazan’ın arefesi olan perşembe gece yarısı kalp kriziyle vefat etmiş. (17 Nisan 1991)
 
Ben cenazeye katılamadım. Kardeşlerim, annem ve ben Ankara’dan Ereğli’ye gidemedik. Çünkü, O günlerde annem safra kesesi ameliyatı olmuştu...
 
Sabaha karşı, acı acı çalan telefon sonrasında babacığım, tekbaşına Ereğli’ye gitmişti. Dedem kendisini bütün Ereğli’ye sevdirmiş.
 
Hayatta kimsenin kalbini kırmayan dedemin, kalbinde asla kin, nefret, haset yoktu. Aksine çok merhametliydi ve herkesi çok seviyordu.
 
Hiç unutmuyorum, seksenlerde bir bayram sabahı, kürt mahallesindeki bir eve göndermişti. Çok perişan evin tahta kapısını açan fakir kadın, elimdeki et poşetini görünce dedeme çok içten dualar etmişti.
 
Zira evde henüz et kokusu yoktu, 4-5 küçük çocuk sevgiyle bana bakıyordu. Bir ramazan arefesinde de, yine bu sokaktaki başka bir eve üç-dört çift çocuk ayakkabısı getirdiğimi hatırlıyorum.
 
Allah rahmet eylesin. Yattığı yer nur, mekanı cennet, cennetteki makamı yüksek olsun.
 
 
 
Şimdi, bu bayram anısını her hatırladığımda aşağıdaki olayı hatırlarım, gözlerim dolar:
 
Henüz on yaşındaki Abdullah, babası savaşta şehit düşünce yetim kalmıştı. Baba acısını yüreğinde taşıyan küçük Abdullah gülmüyor, oynamıyor; oynayan çocuklara bakıp ağlıyordu!
 
Bir bayram sabahı Hz. Muhammed SAV onu gördü; acıdı ve yanına yaklaşıp sordu;
“Evladım sen niçin oynamıyorsun ?”
 
Abdullah, başı yerde yanıt verdi;
“Benim babam yok ki”
“Kardeşlerin var mı?”
“Kardeşlerim de yok!”
 
Bu yanıtlar karşısında Hz. Peygamber de SAV ağladı, sevgi ile başını okşayarak sordu;
“Sen Hasan ve Hüseyin’e kardeş olmak ister misin?” 
 
Abdullah’ın gözleri parladı! Başını kaldırıp baktı, şaşırdı. Sevinçle yanıtladı;
“İsterim ya Resulallah!”
 
Tekrar sordular:
“Benim torunum olur musun?”
“Evet, hem de çok isterim.”
 
“Öyleyse sen benim torunumsun, haydi tut elimden bize gidelim!” 
Birlikte eve geldiler. Abdullah mutluydu, yetimliğini unutmuştu.
 
Hane-i saadette yemeğini yedi, güzel bir elbise giydi ve oyun yerine koşarak geldi.
Sevinçten yerinde duramıyor “Peygamberimizin torunuyum!” diyerek neşeyle hopluyordu.
 
Diğerleri baktı ve gıpta ettiler;
 
“Keşke biz de yetim olsaydık da senin kavuştuğun onura kavuşsaydık!

 

SÜLEYMANİYEDE BAYRAM SABAHI

SÜLEYMANİYEDE BAYRAM SABAHI

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
 

Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
 

Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sukünette karıştıkca karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
 

Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.

Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
 

Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
 

Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
 

Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
 

Senelerden beri ru'yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varliğının bir yere toplandığını;

Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!

Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i
Ne kadar saf idi siması bu mu'min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
 

Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
 

Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
 

Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmus gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
 

Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, cok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?

Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
 

Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.

Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
 

Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
 

Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?

Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok sükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı. 
 
   Yazar : YAHYA KEMAL BEYATLI
 

24 Haziran 2017 Cumartesi

Mesaj attım ya” dememeli!

Mesaj attım ya” dememeli!

“Boynuna dolandım dayıoğlumun… Gözlerimiz doldu geldi… Hanımlar birbirine sarıldı çocuklar sarmaş dolaş oldular…”

Yaz tatilini fırsat bilen dost ve akraba düğün nişan sünnet derken davetleri peş peşe yollayınca iznimin bir kısmını kullanarak memlekete gitmiştim. Bu arada fırsat varken birkaç gün de kaplıcada dinleneyim diye düşündüm....

Düğünde bir akrabama sordum:
-Bizim dayıoğlu vardı. Gelmişken bir de onun ziyaretine gitsek.

Evini tarif ettiler. Çoluk çocuk dayıoğlunun evine sürpriz bir ziyaret yaptık. Dayıoğlu da evdeydi ama bizim geldiğimize sevinseler mi üzülseler mi bilemiyorlardı. Hem hanımı hem çocukları evlerine nice zamandan beri bir misafir geldiği için sevinmişler ama gelen misafire bir ikramda bulanamayacak oluşlarından dolayı mahcup olmuşlardı.

Anlamıştım… Dedim ki:

“Biz buraya bize ikram edeceklerinizi değil, sizi görmeye geldik. Ne telaş ediyorsunuz. Ne olur böyle telaşa girişirseniz asıl o zaman üzülürüz…”

Boynuna dolandım dayıoğlumun… Gözlerimiz doldu geldi… Hanımlar birbirine sarıldı çocuklar sarmaş dolaş oldular…

Hal hatır sorarken hanımı dedi ki:

“Bir senedir işsiz!..” İşte bu söz yüreğimi köz gibi dağladı… İşsizliğin ne zor şey olduğunu ancak işsiz olan bilirdi. O an dayım geldi gözlerimin önüne… Rahmetli dayım, yani bu işsiz dayıoğlumun babası biz küçükken ne zaman bizi yolda görse hâlimizi hatırımızı sorar, cebimizde harçlığımız var mı yok mu hiç sormadan “şunu cebine atıver yeğen” derdi… Okulda onun verdiği harçlık zamanlarında ne çok sevinirdik…

Dedim ki: “Misafirliğin esası şudur. Ev sahibi misafir geliyor diye evdekinden farklı ikramda bulunmayacak. Evde ne varsa ondan ikram edecek, yoksa da ikram etmeyecek. Misafir de kendine özel bir ikram beklentisi içinde olmayacak. Sevap olan Allah rızası için yapılan ziyaretlerdir. Biz de sizi Allah rızası için ziyaret ettik...”

Ziyaret sonrası gözlerimiz dolu dolu vedalaştıktan sonra hanıma ve çocuklara dedim ki: “Doğru İstanbul’a gidiyoruz…”

“Ama kaplıcaya gidecektik!”

Ben cevap veremedim ama sağ olsun eşim anlamıştı o parayı işsiz dayıoğluma bıraktığımı… Eş dost akraba ziyaretleri meğer ne kadar önemli ne kadar lazımmış… Hiç olmazsa bayram vesilesiyle gitmeli eşi dostu ziyaret etmeliymiş… “Mesaj attım ya” dememeliymiş…

Mehmet Çeliktaş-İstanbul
Ünal Bolat / Türkiye Gazetesi


MİSAFİR'İN BEREKETİ

MİSAFİR'İN BEREKETİ

Bir gün Peygamber Efendimize (sav) bir Sahabi eşinden şikayete gelir.

"Benim eşim misafiri sevmiyor, Bana ne gibi tavsiyede bulunursunuz*? " der.

Efendimiz ( sav ) Yarın size misafir olacağım Eşin, ben içeri girerken de baksın, çıkarken de baksın der:

Sahabi eşine Efendimizin geleceğini müjdeler ve Eşi çok sevinir.
Yalnız dışarıdan içeri girerken de çıkarken de bakmasını söyler ve hazırlıklarını yapar. Ertesi gün olur.

Efendimiz ( sav ) gelirken pencereden bakınca ne görsün ki Efendimiz gümüşten tepsi içinde, cennetten çeşit çeşit yiyecekleri de beraberinde getirmiş .

Efendimiz'i bir sevinç içinde ağırladıktan, sonra Efendimiz yola koyulmuş.
Sahabenin eşi tekrar pencereden bakmış. Birde ne görsün ki!

Getirdiği tepsinin içinde çıkarken yılanlar, çıyanlar, akrepler, böcekler doldurmuş geri gidiyor.
Hemen eşine seslenmiş. Korku içinde anlatmış. Eşi koşarak Efendimizin yanına sormaya gitmiş. Peygamber ( sav) bu durum karşısında;
Eşine anlat:

Misafirin güzelliği, yiyeceklerle ikramlarla bereketle gelir ve evden giderken bütün kötülükleri alır ve götürür.

Tepside gördüğü kötülükler, günahlar, kavgalar, dövüşler, böcekler, yılanlar, çiyanlar misafir ile çıkar ve gider eve huzur ve bereket gelir.

Misafir gelmeyen evde kavga, dövüş, huzursuzluk, bereketsizlik ve fakirlik baş gösterir.,



23 Haziran 2017 Cuma

Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre, Ona yaklaşmayı nasıl anlamamız gerekiyor?

Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre, Ona yaklaşmayı nasıl anlamamız gerekiyor?

Soruda geçen “yakın” ve “yaklaşma” ifadelerinin mesafe ve mekânla bir ilgisi yoktur.
 
"Allah’ın kuluna yakın olması", onun her türlü ihtiyaçlarını bizzat görmesi, bütün hücrelerinde her türlü icraatı kudret ve ilmiyle yapması, ona kendi nefsinden daha merhametli olması gibi manalar taşır.
 
"Kulun Allah’a yaklaşması" ise, onun razı olduğu bir kul olma vadisinde attığı adımlarla ilgidir. İmanındaki inkişaf, ilmindeki terakki, amelindeki ihlas onu Allah’a yakınlaştıran vasıtalardır.
 
Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgilidir. Maddî olan ve bir mekânda yer tutan varlıklar birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar. Maddeden ve mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her yerindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakındır. Keza, zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakındır.
 
Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez.
 
Bir misal: Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz... Ve kitap sizden çok uzaktır, yani sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir.
 
Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine ise uzaktır. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, onun ilminde birlikte bulunurlar.
 
Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir hadis-i kutsî:
“... Kulum bana nafilelerle yaklaşır...”(Buhârî, Rikak 38.)
Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî olduğunu bu kutsî hadis ders veriyor bize... Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürlerdir.
 
Böyle bir kul, Rabbine yaklaşma konusunda her gün biraz daha mesafe kat eder... Kat ettiği bu mesafeler de mânevîdir, Rabbine yaklaşması da...
 
Büyük bir âlim düşünelim. Bu zâtın öğrencilerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır...
 
Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir... Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur. Kâmil bir velîye mürit olmuş noksan bir insan da öyledir... Mânen terakki ettikçe onun ruh dünyasından, gönül âleminden daha fazla istifade edecektir. O büyük velî ise, o müridini mânevî terakkisinin her basamağında takip etmekle ona daima yakındır. Uzaklık mürşit için değil, mürit içindir.
 
Misallerden hakikate geçelim: Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak...
 



 

Fütüvvet nedir?

Fütüvvet nedir?
 

Hallac-ı Mansur “rahmetullahi aleyh” hazretlerine bir gün bir kimse gelerek;
- Tasavvufta fakirlik nedir efendim? diye sordu.

O an zindanda idi.
Adam baktığında, zindanın duvar taşlarının altın ve gümüş olduğunu fark etti o anda.

Bu defa da;
- Fütüvvet nedir efendim? diye sordu.

Cevaben;
- Bu gece anlarsın, buyurdu.

O gece, rüya gördü o kişi,
Şöyle ki, kıyamet kopmuş, bütün insanlar bir meydanda toplanmışlardı.

Bir ara Hallac-ı Mansur hazretlerini gördü yanında.

Ve bir nida duydu:
- Ey Mansur, seni seven Cennette, sevmeyen Cehennemde olacaktır, buyuruluyordu.

Hazret-i Mansur hazretleri bu nidayı duyunca;
- Yâ Rabbi, sevmeyen kulları da affeyle! diye yalvardı.

Büyük Veli o kimseye dönüp;
- İşte fütüvvet budur, buyurdu.

Komşularla iyi geçin!

Bu zat, akrabasından bir hanıma;
- Komşularla iyi geçin. Bu, iyi bir huydur! buyurdu.

Sonra şunu anlattı:
Peygamber efendimize “aleyhisselam” bir kadını methedip;
- Çok ibadet yapıyor, dediler.

Efendimiz “aleyhisselam” sordu:
- Komşularıyla arası nasıl?- İyi değil, onları üzüyor, dediler.

O zaman;
- Öyleyse o kadın Cehennemliktir, buyurdu.
 
 

 
 

22 Haziran 2017 Perşembe

Kur'an-ı Kerim'in önemi nedir; tarifi / tanımı nasıldır?

Kur'an-ı Kerim'in önemi nedir; tarifi / tanımı nasıldır?

 
Kur'an-ı Kerîm, Allah'ın insanlara indirdiği son Mukaddes Kitaptır. Kur'an, son Peygamber Hz. Muhammede (asm) Cebrâil (as) tarafından vahiy yoluyla indirilmiş ve ondan tevatür yoluyla nakledilerek günümüze kadar gelmiştir.
 
 
Kur'an-ı Kerîm ferde ve cem'iyete, bütün insan sınıflarına, bütün memleketlerde ve bütün devirlerde insan hayatının bütününe, maddî - mânevî bir hidayet rehberidir. Hükûmet başkanından, kumandandan sade vatandaşa ve sokaktaki adama kadar herkes, orada kendisiyle alâkalı olanı bulur. Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadeti için gerekli bilgi ve dersleri ondan alır.
 
 
Kur'an'ın sâhip olduğu meziyet ve özellikler, âyetlerde ve hadîslerde şu şekilde beyan buyurulmuştur:
 
* "İşte bu Kur'an muazzam bir kitabdır. Onu biz indirdik. Çok mübarektir. (Fayda ve bereketi çoktur). Artık buna uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız." (En'âm, 6/155).

* "Şu indirilmiş Kur'an, mübarek ve feyizli bir kitabdır ki elleri önündekini (Tevrat ve İncil'i) tasdik edicidir. Tâ ki onunla Mekke halkını ve bütün çevresindeki insanları korkutsun. Ahirete îman edenler, namazlarına gereği üzere devam ettikleri gibi, Kur'an'a da inanırlar." (En'âm, 6/92).

* "Onlar, hâlâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu ve mânasını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok söz ve ifadeler bulurlardı." (Nisâ, 4/82).

* "O Kur'an, insanları Hakk'a ulaştırır; helâl ile haramda ve din hükümlerinde hakkı bâtıldan ayırır..." (Bakara, 2/185).

* "Kur'ân-ı Kerîm doğru yol gösterici, mü'minlere derecelerle kurtuluşu müjdeleyicidir." (Bakara, 2/97).

* "Bu Kur'an, akıl sâhiplerinin, âyetlerini iyice düşünüp anlamaları ve ders almaları için, sana indirdiğimiz saadet kaynağı bir kitabtır." (Sâd, 38/29).
 
* Hâris bin A'ver'den rivayet edilmiştir: Bir gün Hz. Ali şöyle dedi:
"Bakınız, ben Resûlüllah'dan (asm):
"Yakında fitneler kopacaktır." buyurduğunu işittim.

Bunun üzerine,
"Ey Allah'ın elçisi, bu fitnelerden kurtuluşun çaresi nedir?" diye sordum.


"Allah'ın kitabı, Kur'an'dır." buyurdular. (Daha sonra Hz. Peygamber, Kur'an'ın özelliklerini şöyle açıkladı:)


"Onda, sizden öncekilerin tarihi, sonrakilerinin haberi ve aranızdaki mes'elelerin hükmü vardır. O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa, Allah onu şaşırtır. O, Allah'ın kopmayan sağlam ipi, kuvvetli fikir kitabı ve doğru yoldur. O, akılların sapıtıp şaşırmamasına ve dillerin karışmamasına yegâne sebebdir.



Kur'an, ilim adamlarının doymadığı, asla tekrarlanmaktan eskimeyen ve hayret veren üstünlükleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. Yine O, öyle eşsiz bir eserdir ki, cinler dahi onu dinlediği zaman, "Biz, doğruluk ve olgunluk yolunu gösteren hârikulâde bir Kur'an dinledik." (Cin 1) demekten kendilerini alamamışlardır. Ona dayanarak konuşan doğru söylemiş, O'nu tatbik eden sevab kazanmış, O'nunla hükmeden adâlet etmiş ve insanları O'na dâvet eden dosdoğru yola yöneltmiş olur." (Tirmizi, Sevabu"l-Kur"an 14, 2908)


* "Kur'an apaçık bir nur, hakîm bir zikir ve en doğru yoldur."


* "Kur'an-ı Kerîm, Allah Teâlâ'nın gökten yeryüzüne uzatılmış bir ipidir."


* "Kur'an'ın sair sözlere üstünlüğü, Rahman'ın mahlûkatına nazaran üstünlüğü gibidir."


* "Kim Allah'ın kitabından bir âyet okursa, Kıyâmet günü kendisine nûr olur."


* "Evlerinizi namaz kılarak ve Kur'an okuyarak nurlandırınız."
 
Kur'an, sadece mânası değil, aynı zamanda lâfızları itibariyle de Peygamberimizin (ASM) kalbine vahyedilmiştir. Kur'an'a vahy-i metlûv denilmesi bundandır. Binaenaleyh Kur'an sadece mâna değil, lâfız ile mânanın bütünüdür. Kur'an, Peygamber Efendimize (asm) toptan gelmemiştir. åyet âyet, sûre sûre nâzil olmuştur.
 
 
Kur'an Mu'cizesi
 
Kur'an, insanlığın hakikî saadetini te'min edecek her türlü îtikad, amel ve ahlâk esaslarını ihtiva eder. Hem lâfzı, hem de mânası itibariyle, en büyük ve ebedi bir mu'cizedir. Peygamberimiz (asm) bu hususta şöyle buyurmuştur:
 
"Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları kadar mu'cize verilmiş olmasın. Mu'cize olarak bana verilen ise, ancak Allah'ın bana vahyettiği (Kur'an)dır. Bunun için kıyâmet gününde ben, peygamberlerin en çok ümmeti bulunanı olacağımı ümid ederim." (Buhari, Fezailü'l-Kur'an, 1)
 
Gerçekten de, diğer peygamberlerin mu'cizeleri devirleri geçtikçe bitmiştir. Kur'an mucizesi ise, kıyâmete kadar bâkîdir. Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif âyetlerinde Kur'an'ın mu'cize olduğu hususu, ısrarla belirtilir:
 
"De ki, bu Kur'an'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hattâ birbirlerine yardım da etseler, onun gibisini meydana getiremezler..." (İsrâ, 17/88).
 
Nitekim, Kur'an'ın lâfzındaki üslûb ve belâgata, şimdiye kadar hiç kimse nazîre getiremediği gibi, bundan sonra da getiremiyecektir... Kur'an, lâfzı gibi, mânası bakımından da mu'cizedir. Peygamber Efendimiz (asm) okuma-yazma bilmezdi. Kimseden bir şey öğrenmemişti. Bu yüzden ümmî sayılıyordu. Böyle olduğu halde, onun ortaya koyduğu kitab, en yüksek hakikatları ihtiva etmekte; ilmin ve tecrübenin yüzyıllarca uğraşarak ortaya koyduğu birçok ilmî gerçekleri on dört asır evvel haber vermektedir. Bu da Kur'an'ın doğrudan doğruya Allah kelâmı olduğunu göstermektedir. Meselâ, Güneşin kendi etrafında dönerek, ayrıca kendine bağlı birçok gezegeniyle birlikte sâbit bir noktaya doğru yol aldığı; ehramların açılıp Firavun'un mumyalarının ortaya çıkarılması gibi ilmî ve arkeolojik keşifler, son asrın keşifleridir.
 
 
Halbuki Kur'an bu ve bunun gibi birçok gerçeği, asırlar öncesinden haber vermiştir. İlim ve fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur'an'a aykırı düşemez. Bilakis müsbet ve içtimaî ilimlerin ilerlemesi Kur'an'ın tefsîrini ve açıklanmasını kolaylaştırır. Bediüzzaman'ın ifade buyurduğu gibi,
 
"Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşmekte; ihtiva ettiği hakikatlar daha parlak şekilde ortaya çıkmaktadır."
 
Kur'an-ı Kerîm'in diğer bir mu'cizelik ciheti de, sonradan olacak birçok şeyleri önceden haber vermesidir. Verdiği haberler, sonradan aynen çıkmıştır.