31 Mart 2019 Pazar

KIYAMET GÜNÜNÜ ANLATAN SURELER

KIYAMET GÜNÜNÜ ANLATAN SURELER


 0

Kıyamet günü Kur’an’da ne şekilde anlatılmaktadır? Kıyamet ne zaman kopacak? Kıyamet günü ile ilgili ayetler…
Yarattığı bütün varlıkları fânîliğe mahkûm kılan Cenâb-ı Hak, insanoğluna bir “ecel” tayin ettiği gibi, Dünya’ya da bir “kıyâmet” vakti tayin etmiştir. Yine her insanın ecel vaktini meçhul kıldığı gibi, kıyâmetin ne zaman kopacağının bilgisini de yüce Zât’ına has bir gayb haberi kılmıştır. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:
“Sana kıyâmeti, (onun) ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki:
«Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.»
Sanki Sen onu biliyormuşsun gibi Sana soruyorlar. De ki:
«Onun bilgisi ancak Allâh’ın katındadır; ama insanların çoğu bilmezler.»” (el-A‘râf, 187)
“İnsanlar Sana kıyâmetin zamanını soruyorlar. De ki:
«Onun bilgisi Allah katındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.»” (el-Ahzâb, 63)
“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah ne yücedir! Kıyâmet saatini bilmek de O’na mahsustur. Siz O’na döndürüleceksiniz.” (ez-Zuhruf, 85)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/kiyamet-gununu-anlatan-sureler.html



30 Mart 2019 Cumartesi

HZ. ÖMER’İN (R.A.) HAYATI

HZ. ÖMER’İN (R.A.) HAYATI


 0

Hz. Ömer (r.a.) kimdir? Hz. Ömer (r.a.) Peygamberimizin nesi olur? Hz. Ömer’in (r.a.) halifelik döneminde neler oldu? Hz. Ömer (r.a.) nasıl vefat etti? İkinci İslam Halifesi: Hz. Ömer’in (r.a.) kısaca hayatı, Müslüman oluşu, halifeliği ve vefatı…
Hz. Ömer -radıyallahu anh- Kureyş kabilesinin Benû Adî kolundan olup soyu Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in soyu ile birleşir.
HZ. ÖMER’İN (R.A.) SOYU – Hz. Ömer’in (r.a.) Nesebi
Hadisimizin başında Nevevî’nin zikrettiği bu nesep zinciri şöyledir:
Ömer – Hattâb – Nüfeyl- Abdüluzzâ – Riyâh – Abdullah – Kurt – Rezâh – Adî – Kab – Lüey – Gâlib
HZ. ÖMER’İN (R.A.) MÜSLÜMAN OLUŞU
Hz. Ömer -radıyallahu anh- Resûl-i Ekrem’den -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 10 yaş kadar küçüktü. İslâmiyet ile şereflenmeden önce Müslümanlara pek eziyet ederdi. Nüfuzuyla, güç ve kuvvetiyle tanınmış bir yiğit olduğu için, onun Müslüman olması diğer Müslümanları güçlendirdi. İslâm ile şereflendiği gün Kâbe’ye giderek namaz kıldı. Diğer Müslümanlar da ilk defa o gün Kâbe’de namaz kıldılar.
Medine’ye hicret edince, şehir merkezine bugün 3 km. uzaklıkta bulunan Kuba’ya yerleşti. Gün aşırı Resûl-i Ekrem’i -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ziyaret ederek, bütün gün onun yanında kalırdı. Medine’de Hz. Ebûbekir’le -radıyallahu anh- birlikte Resûlullah’ın -sallâllâhu aleyhi ve sellem- en büyük yardımcısı oldu. Onun katıldığı bütün savaşlarda bulundu.
HZ. ÖMER (R.A.) PEYGAMBERİMİZİN NESİ OLUR?
Kızı Hafsa’yı -radıyallahu anh- onunla evlendirerek Hz. Peygamber’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kayın pederi olma şerefini elde etti. Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i o kadar derin bir muhabbetle severdi ki, onun vefat ettiğini duyunca büyük bir şoka girdi. Kılıcını çekerek, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öldü diyenleri ikiye biçeceğini söyledi.
MUVAFAKAT-İ ÖMER NEDİR?
Son derece doğru ve isabetli düşünürdü. Henüz hakkında vahiy gelmeyen 15-20 önemli konuda Hz. Peygamber’e -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başvurarak o hususlarda âyet indirmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmesini istedi. Bazan da o konulardaki kanaatini Hz. Peygamber’e -sallâllâhu aleyhi ve sellem- arzetti. Hz. Ömer’in -radıyallahu anh- açıklık getirilmesini istediği hususlarda âyetler nâzil oldu. Hakkında âyet nâzil olan bu konulara, Ömer’in -radıyallahu anh- âyete uygun görüşleri anlamında “Muvâfakât-i Ömer” denmiştir. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Tecrîd Tercemesi, II, 349-353)
HZ. ÖMER’İN (R.A.) HALİFELİK DÖNEMİ
Hz. Ebûbekir’in -radıyallahu anh- vefâtından sonra İslâm’ın ikinci halifesi oldu. İran, Irak, Suriye, Mısır topraklarını İslâm ülkesine kattı. Kudüs, Azerbaycan, Ermenistan, Horasan, İskenderiye onun zamanında fethedildi. Basra, Kûfe, Musul gibi büyük şehirleri kurdu. Eşsiz adalet anlayışıyla, dünya tarihinde benzeri görülmeyen adalet örnekleri verdi. Yardıma muhtaç olan herkese maaş bağladı. Devlet idâresinde önemli yenilikler yaptı. İdârî, adlî, mâlî ve askerî teşkilât kurdu. İslâm’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslâmî ilimlerin daha geniş muhitlere yayılması için faaliyet gösterdi. İslâmiyet’i uzun yıllar boyu bizzat Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den öğrenmesi sebebiyle İslâm hukukunun birçok meselesinde şahsî görüşleri vardı.
HZ. ÖMER (R.A.) NASIL BİRİYDİ?
Hz. Ömer -radıyallahu anh- sert tabiatına rağmen pek mütevâzi bir insandı. Yamalı gömlek giyer, dul kadınların evine sırtında su taşır, çıplak döşemede yatıp uyur, develeri kendi eliyle kaşağılayıp temizlerdi. Halifeliği süresince geceleri sokak sokak dolaşır, herkesin şikâyetini dinler, halkın dertlerine çözüm getirirdi. Çok güzel konuşur, hikmetli sözler söylerdi. Mert ve doğru sözlü olanları sever, kendini tenkid etseler bile onlara gücenmezdi. Halka hitap ettiği bir gün, yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu.
Cemaatten biri hemen ayağa kalkarak:
– Seni kılıcımızla doğrulturuz, demişti.
Hz. Ömer -radıyallahu anh- adamın cesaretini denemek için:
– Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun? diye sormuş, o adamın gözünü kırpmadan:
– Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum, demesine pek sevinmiş ve:
– Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var, demişti.
HZ. ÖMER (R.A.) NASIL VEFAT ETTİ?
Hz. Ömer -radıyallahu anh- hicretin 24. yılında Zerdüşt bir köle tarafından şehid edildi.
HZ. ÖMER’İN (R.A.) KABRİ NEREDE? – Hz. Ömerin (r.a.) Mezarı Nerede?
Hz. Ömer -radıyallahu anh- Medine’de Ravza-i Mutahhara’da Hz. Peygamber’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ayakları dibine defnedildi.
Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları




29 Mart 2019 Cuma

29.03.2019 Tarihli Diyanet Cuma Hutbesi: MİRAÇ GECESİ


29.03.2019 Tarihli Diyanet Cuma Hutbesi: MİRAÇ GECESİ



Muhterem Müslümanlar!

Tarihin her döneminde olduğu gibi Mekkeli müşrikler de İslam davetini engellemek için işkence ve eziyette sınır tanımamış, Müslümanlara karşı sosyal ve ekonomik boykot uygulamıştı. Tam boykot sona ermişti ki, bu sefer de Peygamber Efendimiz (s.a.s), kendisini daima himaye eden amcası Ebu Talib’i ve en sıkıntılı zamanlarında destekçisi olan sevgili eşi Hz. Hatice annemizi kaybetti. Peygamberimizin himayesiz kaldığını düşünen müşrikler, O’na reva gördükleri eza ve cefayı daha da artırdı. Bir çıkış yolu arayan Allah Resûlü (s.a.s) İslam’ı tebliğ etmek için Taif’e gitti. Ancak orada da hakaretlere maruz kaldı. Hatta taşlandı ve mübarek ayakları kan revan içinde kaldı. İşte teselliye en çok muhtaç olduğu böyle bir zamanda Cenâb-ı Hak, Habibi’ni himaye ederek O’na İsrâ ve Miraç mucizesini lütfetti. 


Kıymetli Müminler!

Hutbemin başında okuduğum âyet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”1

İsrâ, Sevgili Peygamberimizin bir gece, Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescidi Aksâ’ya yolculuğudur. Miraç ise Mescid-i Aksâ’dan en yüce makama kabulünün adıdır. 


Değerli Müslümanlar!

Allah Resûlü (s.a.s), Miraç’tan ümmetine üç büyük hediyeyle dönmüştür.2 Bu hediyelerin birincisi Peygamberimizin “Gözümün nuru”3 dediği beş vakit namazdır. Namaz, Allah’la kul arasındaki güçlü iman bağının tezahürüdür. Namaz, yönünü kıbleye dönen, alnını secdeye koyan müminin manevi yükselişidir. Namaz sadece şekilden ibaret değildir. Aksine namaz, bedenen olduğu kadar zihnen ve kalben de insanı kuşatan bir ibadettir. Namaz kılan insan aynı zamanda güzel ahlaklı, dürüst, mütevazı, merhametli, adil olması beklenen insandır. İşte bu yüzden âyet-i kerimede “Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar”4  buyurulmuştur. 
Mirac’ın bir diğer hediyesi “Âmenerresûlü” olarak bildiğimiz ve her gün yatsı namazından sonra okuduğumuz Bakara Sûresi’nin son iki âyetidir. Bu âyet-i kerimeler bize iman esaslarını, kulluk şuurunu ve sorumluluk bilincini hatırlatır. Dünyada yapıp ettiğimiz her şeyin bir hesabı olduğunu bildirir. Rabbimize içtenlikle nasıl dua ve yakarışta bulunacağımızı öğretir.

Mirac’ın son hediyesi ise ümmet-i Muhammed’den Allah’a ortak koşmayanların günahlarının bağışlanacağı ve sonunda cennete girecekleri müjdesidir.



Muhterem Müslümanlar!

Miracın yüreğimizde kanayan emaneti ise Kudüs ve Mescid-i Aksâ’dır. Asırlar boyunca Müslümanların idaresi altında “barış ve selamet yurdu” olarak anılan Kudüs, bugün işgalin, zulmün, şiddetin ve acının toprağı haline getirilmiştir. İbadet özgürlüğünü hiçe sayanlar, mabet dokunulmazlığını ihlal edenler, bir yandan müminlerin Mescid-i Aksâ’da ibadet etmesine engel olmakta, diğer yandan bir cuma vakti Yeni Zelanda’da camide ibadet eden masum Müslümanları hunharca katletmektedir.

Unutulmamalıdır ki hiçbir zorbalık, Müslümanların Kudüs’te, Mescid-i Aksâ’da, bütün yeryüzü camilerinde birlik ve huzur içinde ibadet etmelerine engel olamayacaktır. Huzura, barışa ve umuda kasteden zalimler kendi yaktıkları ateşin kurbanı olacaklardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olması için çalışandan daha zalim kim olabilir? Aslında bunların oralara ancak korka korka girmeleri gerekir. Böyleleri için dünyada rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır.”5 


Aziz Müminler!

Miraç gecesi zihinlerimizde berraklığa, kalplerimizde ferahlığa, hayatımızda huzura vesile olsun. Allah’tan gelen namaz davetine yürekten icabet edip omuz omuza kıyama duralım. Miracın bereketiyle secdeye varalım. İmanın onurunu, kul olmanın sorumluluğunu bir kez daha hatırlayalım. Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın özgür olduğu Miraç gecelerine kavuşmak için umudumuzu ve duamızı eksik etmeyelim.

Önümüzdeki Salı gününü Çarşamba’ya bağlayan gece idrak edeceğimiz Miraç Gecesi’nin İslam âleminin birlik ve beraberliğine, yükselmesine ve yücelmesine vesile olmasını Yüce Rabbimizden niyaz ediyorum.                                                  

1 İsrâ, 17/1.
2 Müslim, Îmân, 279.
3 Nesâî, Işratü’n-nisâ’, 1.
4 Ankebût, 29/45.
5 Bakara, 2/114.

Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü


http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/Sayfalar/HutbelerListesi.aspx



İBRET VERİCİ KISSALAR

İBRET VERİCİ KISSALAR


 0

Peygamber ahlâkıyla yoğrulan Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri gibiler, kalb-i selîme ulaşmış yüce gönüller oldukları için her hâllerinde Hazret-i Peygamber’in izinde yürürler. Dolayısıyla onlar ve onların izinden gidenler de, her hâlleriyle örnek birer ehl-i îmândırlar.
Bir mü’minin kalbi, Cenâb-ı Hakk’ın azamet, kudret ve sonsuz nîmetlerinin tefekkürü içinde dâimâ; zikir, fikir ve şükür hâlinde bulunur. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de, bu istikâmet hâlini, nice kerâmetten üstün görmüştür.
Şu misâller de Hak dostu Bâyezîd’in gönül dünyasını aksettirmesi bakımından pek ibretlidir:
KARINCA KISSASI
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, bir yolculuk esnâsında bir ağacın altında biraz istirahat ettikten sonra yolculuğa devam etmişti.
Yolda, dinlendiği yerden torbaların üzerine geçmiş birkaç karıncanın gezindiğini gördü. Onları yurtlarından mahrum etmemek ve onlara gurbet hayâtı yaşatmamak için onca yolu geri döndü, dinlendiği yere geldi, karıncaları eski yerlerine bıraktı.
DUYULAN MÜTHİŞ IZDIRÂB
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, an gelir ilâhî muhabbetten o kadar hassaslaşır ve incelirdi ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlardan her birinin ıztırâbını sînesinde hissederdi.
Bir gün, önünde bir merkebi öyle dövdüler ki, hayvanın arkasından kan boşandı. O anda Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerinin de baldırlarından kan sızmağa başladı.
DEVENİN PEYGAMBERİMİZE ŞİKAYETİ
Bu hâl, Hazret-i Peygamber’in şu ahlâk-ı hamîdesinin bir in’ikâsıdır:
Hazret-i Peygamber Medine’de, hurmalıklar arasında istirahat ve tefekkür için, Ensâr’dan bir zâtın bahçesine misafir oldu. Orada bulunan bir deve, Resûlullâh’ı görünce inledi ve bir insanın ağlayışına benzer şekilde gözlerinden yaşlar aktı. Hazret-i Peygamber de, deveye yaklaştı, gözyaşlarını sildi, okşayıp hayvanı sâkinleştirdi. Sonra devenin sahibini:
“Allâh’ın sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allâh’tan korkmuyor musun? Bak, bu bana şikâyette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak yoruyormuşsun.” şeklinde îkâz buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44)
Bu ve benzeri Peygamber ahlâkıyla yoğrulan Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri gibiler, kalb-i selîme ulaşmış yüce gönüller oldukları için her hâllerinde Hazret-i Peygamber’in izinde yürürler. Dolayısıyla onlar ve onların izinden gidenler de, her hâlleriyle örnek birer ehl-i îmândırlar. Tebessümleri bahar mevsimi gibi gönüllere sürûr ve huzur verir. Nazarları ruhlara meltem olur. Nûrlu sîmâları ile de dâimâ Allâh’ı hatırlatırlar. Zîrâ onlar, Allâh Resûlü’nden dâimâ akis ve feyz alırlar.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yayınları




28 Mart 2019 Perşembe

EVRENİN HAYRETE DÜŞÜREN SIRLARI

EVRENİN HAYRETE DÜŞÜREN SIRLARI


 2
Kainatın sırları nelerdir? İşte evrenin hayrete düşüren sırları…
Kur’ân-ı Kerîm, îzah edilenlerin hâricinde kâinâtın yaratılışı ile ilgili olarak, göklerin ve yerin başlangıçta birbirine bitişik olup sonra ayrıldıkları,[1] göklerin ve yerin yaratılışının altı gün (dönem, devir)de tamamlandığı,[2] göklerin, görülebilecek direkler olmaksızın, câzibe kanununa bağlı olarak yükseltildiği,[3] göklerin birbiriyle uyumlu yedi kat olduğu,[4] Ay, Güneş ve yıldızların kendilerine has yörüngelerde döndüğü,[5] yüksek yerlere doğru çıktıkça hava basıncının düşüp, oksijenin azaldığı[6] gibi pek çok husûsu haber vermekte ve bu mevzûlarla ilgili yapılan ilmî keşifler de bu bilgileri doğrulamaktadır.
TEFEKKÜR ET!
Cenâb-ı Hak kullarına sık sık:
“Düşün, akıl erdir, tefekkür et!” buyuruyor.
Bilinenlerden çok bilinmeyeni olan bir âlem içindeyiz. Meselâ bir atoma bakalım: Elektronlar ve çekirdek… Elektronlar çekirdeğin etrâfında sâniyede 2000 kilometre gibi muazzam bir hızla dönüyor, fakat hiçbir zaman çarpışma söz konusu değil. Farkında değiliz. Okuyup geçiyoruz. Her zerrede yaşanan bu mâcerâyı bilmekten âciziz. Fizik ilmiyle ancak Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kâideleri bir miktar öğrenebiliyoruz. Bu demektir ki mânevî ilimler ve irfân ile Cenâb-ı Hakk’a kalben yaklaşıp ezelî ve ebedî hikmeti görmek gerekir.
Bir atomu sonsuz kere büyüttüğümüzde karşımıza sonsuz bir gökyüzü çıkar. Trilyonlarca yıldız… Hepsi döner hâlde, hiçbiri diğerine çarpmıyor[7], semâdaki sayısız kütleler arasında bir trafik kazası olmuyor, hepsinin vazifesi ayrı…
Aynı şekilde gökyüzü âlemini küçült, bir atom meydana gelir. Cenâb-ı Hak bu ilâhî sanat hârikasıyla:
“Düşünmez misiniz, idrâk etmez misiniz, ey akıl sahipleri!..” diye akıllarımıza, vicdanlarımıza hitâb ediyor. Hikmetleriyle kalbimizi ve aklımızı irşâd ediyor. Kâinattaki küçücük zerrelerden muazzam kütlelere kadar her şey, bize hâl lisânıyla konuşuyor. Yeter ki kalbimiz bu kâinâtın sessiz hikmet lisânından anlayabilsin! Bunun için gafletten sıyrılmak lâzım. Zîrâ insan gaflete düşünce nefsâniyetin zebûnu oluyor ve sâdece ten plânında süflî bir hayat yaşıyor.
PROFESÖRÜ HAYRETE DÜŞÜREN AYET
“Nasa Uzay Araştırmaları Merkezi” başkanı Prof. Dr. Armes Thom, kendisine yöneltilen:
“–Atmosferde bir boşluk var mı?” sorusuna şöyle cevap verdi:
“–Hayır, atmosferde boşluk olması mümkün değildir. Şâyet böyle bir şey olsaydı, kâinâtın dengesi bozulur ve semâdaki bütün ayarlar alt-üst olurdu. Netice olarak fezâda birçok trafik kazası yaşanırdı.”
Bu sözleri üzerine ona şu âyet-i kerîme okundu:
“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl binâ etmiş ve nasıl donatmışız! (İyi bakın ve Yaratan’ın yüceliğini idrâk edin) onda hiçbir çatlak da yoktur!..” (Kâf, 6)
Gönül gözlerini açmak ve ibret almaya sevk etmek için indirilen bu âyet, profesörü hayrete düşürdü. Profesöre bir suâl daha tevcih edildi:
“–Kâinâtın son noktasına ulaşabildiniz mi?..”
Büyük bir gönül yorgunluğu ile cevapladı:
“–Uzun zamandır buna çalışıyoruz. Eldeki teleskoplarımız yetersiz kaldı. Sürekli önümüze sis tabakaları hâlinde çeşitli katmanlar çıkıyor. Bunun üzerine uzaktan kumandalı teleskoplar geliştirdik ve uzaya gönderdik. Netice, yine aynı… Ben, kâinâtın son noktasına varabileceğimizi sanmıyorum. Çünkü onun sonsuz olduğu kanaatindeyim…”
Bu durumun da Kur’ân’da bildirilmiş olduğu yine âyet-i kerîmelerle kendisine aktarıldı:
“…Gözünü çevir de (göklere) bir bak; bir bozukluk (ve bir son) görebiliyor musun?.. Sonra gözünü tekrar çevir bak; (her defâsında da göreceksin ki) göz, âciz ve bitkin bir hâlde sana dönecektir!..” (el-Mülk, 3-4)
Âyet-i kerîmeler okunduktan sonra, insaflı bir ilim erbâbı için en küçük îtirâza bile tâkat bırakmayan bu hakîkatler karşısında Prof. Dr. Armes Thom, hakkı teslîm etmek mecbûriyetinin takdîre şâyan bir hissiyâtı içinde şöyle dedi:
“–Ben başlangıçtan beri düşünüyorum. Kur’ân hakkında bir değerlendirme yapmak çok zor! Hakîkaten şaşkınım! Bu kadar yıl öncelere âit bir kitap, nasıl oluyor da en dikkat çekici astronomi bilgilerini mükemmel bir şekilde doğru olarak, hattâ acze düşürerek takdîm edebiliyor!.. 1400 sene öncesinin insanı neler yapabiliyordu, tam bir mâlumâtım yok, ama bunlar, kayda değer pek müstesnâ bilgilerdir.”
Bir müddet daha düşündükten sonra, bütün beşerî eserlerin tecrübe veya hayâlle yazıldığını ve mutlakâ noksan tarafları bulunduğunu bilen profesör, sözlerini şöyle tamamladı:
“–Bu aslâ bir beşer tecrübesinin ifâdesi değildir. Öyle anlaşılıyor ki, biz ilim ve dînin barıştığı yeni bir asra giriyoruz. Artık ilim ve dînin verdiği bilgilerin kucaklaştığı bir zamanda olduğumuzu hissediyorum…”
Tabiî ki bu ilim, gerçek olan ilim; dîn de, Allah tarafından geldiği husûsunda hiçbir şüphe bulunmayan İslâm’dır.
[1] el-Enbiyâ, 21/30.
[2] Hûd, 11/7.
[3] Bkz. er-Ra’d, 13/2; Lokman, 31/10; el-Hacc, 22/65.
[4] Bir kısım âyetler için bkz. el-Bakara, 2/29; el-İsrâ, 17/44; el-Mülk, 67/3.
[5] Yâsîn, 36/38-40.
[6] el-En’âm, 6/125.
[7] Kâinattaki bütün gök cisimleri, saat ibresinin tersi istikâmetinde hareket etmekte, hepsi de dönmektedir. Fakat her birinin farklı yörüngesi ve dönüş süresi olduğundan, birbirleriyle çarpışmazlar.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Rahmet Peygamberi, Erkam Yayınları




25 Mart 2019 Pazartesi

GÖNLÜ ÇELEN DÜNYA MUHABBETLERİ

GÖNLÜ ÇELEN DÜNYA MUHABBETLERİ


 0
Dünya hayatına aldanmak ahmaklıktır.
Cenâb-ı Hakk’ın kuluna vaad ettiği ebedî saâdete mukâbil dünyevî arzulara kapılarak Rabbini unutmak, -Ferîdüddîn Attâr’ın naklettiği bir hikâyede olduğu gibi-, bir pâdişâhın yanında büyük îtibârı olan bir av köpeğinin, bir av esnâsında basit bir kemik parçasına takılıp, asıl sahibi olan pâdişâhı unutması gibi bir ahmaklıktır.
Dünya imtihanında insan da tıpkı bu misaldeki gibi pek çok kemiklere veya olta ucundaki yemlere muhâtaptır.
KUZU KURDA SEVDALANABİLİR Mİ?
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”
Bir kulun, nefsânî arzularının esiri olup Rabbini unutması da bundan farksızdır. Dünyanın aldatıcı yaldızlarına kanarak Hak katındaki ulvî mevkiini zâyî etmek, nâdide pırlantalarla bezenmiş altın bir vazoyu, âdi bir teneke parçası karşılığında satmak gibi bir hamâkattir.
Hazret-i Mevlânâ, insanın bu garip aldanışını da şu teşbih ile îzah eder:
“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır.”
Gerçek mü’min, mahlûkâtın en şerefli varlığıdır. O, muhabbet sermâyesini yanlış kullanarak bu şeref ve haysiyetini kaybedecek derecede alçalamaz. Bir yudumluk dünya lezzetine aldanacak kadar küçülemez. Maddî yapısının hevâ ve heveslerini tatmin etmeyi, gerçek saâdet zannetme sefâletine düşmez.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Resûlüm!) Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?..” (el-Furkan, 43)
Hadîs-i şerîfte ise:
“Yeryüzünde tapılan sahte tanrılardan Allâh’ın en çok buğz ettiği, hevâ ve hevestir.” buyrulur. (Heysemî, I, 188)
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından 1, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/gonlu-celen-dunya-muhabbetleri.html



24 Mart 2019 Pazar

İNSANIN SIR VE FAZİLETİ

İNSANIN SIR VE FAZİLETİ


 0
İlim ne demektir? İlmin faydaları nelerdir? Faydalı ve zararlı ilmin farkı nedir? Faydalı  ve gerçek ilim hangisidir? İlim ile insanın sır ve fazileti…
İnsanın mahiyeti, sır ve faziletleri, onu diğer insanlardan üstün kılmıştır. İnsan, kendisinin hakikatini öğrendikçe Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya başlar. Zira insan, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı büyük bir hazine ve çözülmesi zor bir muammâdır. Onda kâinâtın gizli-açık şifreleri vardır. O, kâinâtın bir parçası olarak ondan izler taşıdığı gibi; Cenâb-ı Hakk’ın kendisinden üflediği bir ruh sebebiyle ilâhî tecellîlerin de aynası mesabesindedir.
İLİM NE DEMEKTİR?
İlim, tek kelime ile “bilmek”tir. İnsanın etrafı hakkındaki her türlü bilgisine ilim denebilir. Faydalı bilgiler olduğu gibi, faydasız, hattâ zararlı bilgiler de vardır.
Dinimiz, insanları faydalı bilgiler öğrenmeye, öğrendiği faydalı bilgilerden de istifade etmeye teşvik etmiştir. O hâlde mü’min, bütün niyet ve amellerini hayra, güzele, faydalıya yönlendirmeli; en kıymetli sermayesi olan zamanını boş, gereksiz ve hatta zararlı şeylerle geçirerek zâyî etmemelidir.
İlmin sonu yoktur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hak’tan ilminin ziyadeleşmesini talep etmiştir. Çünkü ilmi artanın takvâsı, ibadeti, huşûu, edebi, firâseti, ahlâkı, kısacası dindarlığı artar.
Faydalı ilim, insanı Allâh’a yaklaştırır. İnsanı Allâh’a yaklaştırmayan ilim, O’ndan uzaklaştırıyor demektir.
İlim, kâinâtı okumak, Allâh’ın yaratmış olduklarına bakarak Allâh’ı tanımaya çalışmaktır. Buna, eserden müessire ulaşma denir.
İnsanın mahiyeti, sır ve faziletleri, onu diğer insanlardan üstün kılmıştır. İnsan, kendisinin hakikatini öğrendikçe Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya başlar. Zira insan, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı büyük bir hazine ve çözülmesi zor bir muammâdır. Onda kâinâtın gizli-açık şifreleri vardır. O, kâinâtın bir parçası olarak ondan izler taşıdığı gibi; Cenâb-ı Hakk’ın kendisinden üflediği bir ruh sebebiyle ilâhî tecellîlerin de aynası mesabesindedir.
İnsan, kendi gönlüne akseden tecellîlere bakarak fıtratını, ne olduğunu, nereye gittiğini öğrenir. Bu sebeple gerçek ilim, insanın kendisini tanımasıdır. Yûnus Emre’nin dediği gibi:
“İlim ilim bilmektir;
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır.”
İnsanın bu dünyaya nereden geldiğini, burada niçin yaşadığını, nasıl yaşaması gerektiğini ve nereye gideceğini doğru bir şekilde öğrenmesi, “insan” olmanın îcabıdır. Bütün hayatı boyunca bir şeyler öğrenmekle ömrünü geçirmiş bir kimse, bu temel sorular çerçevesinde bir marifete erememişse, okudukları boşa gitmiş demektir.
HANGİ İLİM?
İlim öğrenmek farzdır. Ama hangi ilim? Bütün ilimleri öğrenmek, herkese farz mıdır?
Kadın-erkek bütün insanlara farz olan ilim, biraz önce ifade ettiğimiz gibi, insanı Allâh’a götüren kulluk ilmidir. Bunun dışındaki ilimler, ihtiyaca binâen ve kişilerin imkân ve kabiliyetlerine göre mecburiyet kazanır. Meselâ ziraatle uğraşan kimselerin, çok ince matematik denklemlerini öğrenerek zaman kaybetmesi boşunadır. Aynı şekilde bir şoförün uzman bir kimyager gibi formüller ezberlemesi, kendisini hiçbir zaman ilgilendirmeyecek şeylerle zihnini ve kalbini bölmesi, yine vakit kaybıdır.
Elbette ilmin her çeşidi, ehemmiyetlidir. Her birini bilmesi gerek insanlar vardır. Ama “ilm-i hâl” adı verilen, bütün insanların öğrenmesinin farz olduğu asgarî bir seviye vardır. Bu bilgiler de insanın meşguliyetine göre değişir. Ticaretle uğraşmaya karar veren kimsenin kendi işleri için gerekli ilmi öğrenmesi farz olur. Aynı şekilde bekârken gerekli olmayan evlilik ile ilgili hükümler, evlenmeye karar verince farz hâline gelir.
İnsanın en büyük ilmi, kendini ve Rabbini tanımasıdır. Rabbimiz, kendi mârifet ve muhabbetine giden yolları bize kolaylaştırsın. İlmimizi, irfanımızı, takvâmızı ve kulluğumuzu her geçen gün ziyadeleştirsin. Bizden râzı olduğu bir hâlde, bizi huzuruna kabul buyursun. Âmin.
Kaynak: Zâhide Topcu, Şebnem Dergisi 168. Sayı

http://www.islamveihsan.com/insanin-sir-ve-fazileti.html



23 Mart 2019 Cumartesi

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİ KİMDİR?

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİ KİMDİR?


 1

Akşemsettin Hazretleri kimdir? Akşemsettin Hazretlerinin asıl adı nedir? Akşemsettin Hazretleri nasıl Fatihin hocası oldu? Akşemsettin Hazretleri İstanbul’un fethinden sonra neden ortadan kayboldu? Akşemsettin Hazretlerinin kabri nerede? Akşemsettin Hazretlerinin hayatı, eserleri ve yaptıkları…
Fâtih’in hocası, mutasavvıf, âlim-tabip ve şair. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza’dır. Ancak Akşemsettin veya kısaca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. 792 (1390) yılında Şam’da doğdu.
Avârifü’l-maârif sahibi Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) torunlarından Şeyh Hamza’nın oğludur. Baba tarafından nesebi Hz. Ebûbekir’e kadar uzanmaktadır. Yedi yaşlarında babasıyla birlikte Anadolu’ya gelerek o zaman Amasya’ya bağlı olan Kavak ilçesine yerleştiler. (799/1396-97)
Kur’an’ı ezberleyip kuvvetli bir dinî tahsil gördükten sonra Osmancık Medresesi’ne müderris oldu. Yine bu arada iyi bir tıp tahsili yaptığı da anlaşılmaktadır. Hayatı hakkında en geniş ve doğru bilgilerin yer aldığı Enîsî’nin Menâkıbnâme’sine göre “ilm-i bâtın lezzeti dimağından gitmediği için”, tahminen yirmi beş yaşlarında iken kendisine bir mürşid aramak üzere Fars ve Mâverâünnehir’e doğru yola çıktı; ancak arzusunu gerçekleştiremeden geri döndü. Bazı tavsiyeler üzerine Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap etmeyi düşündüyse de vazgeçti ve şöhreti Anadolu’ya kadar yayılmış bulunan Zeynüddin el-Hâfî’ye intisap için Halep’e gitti. Fakat bir gece rüyasında, boynuna takılı bir zincirin Hacı Bayram’ın elinde olduğunu görünce Ankara’ya döndü.
Akşemsettin hakkında bugüne kadar en geniş araştırmayı yapmış bulunan A. İhsan Yurd, Akşemseddin’in Defu metâin adlı eserinde Zeynüddin el-Hâfî’ye açıkça târizde bulunduğuna dikkati çekerek tenkit ettiği bir kimseye intisap etmeyi düşünmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve onun doğrudan doğruya Hacı Bayram’a bağlandığını kaydetmektedir. İntisap tarihi belli olmayan Akşemsettin sıkı bir riyâzet ve mücahededen sonra kendisini takdir eden şeyhinden kısa zamanda hilâfet aldı.
Akşemsettin’in içinde çileye girdiği hücre bugün de Ankara Hacıbayram Camiî bodrumunda mevcuttur ve şeyhin adıyla anılmaktadır. (bk. Ayverdi, IV, s. 893-894) Daha sonra şeyhinin yanından ayrılarak Beypazarı’na gitti, burada bir mescid ve değirmen inşa ettirdi. Fakat halkın büyük rağbet gösterip etrafına toplanması üzerine günümüzde Çorum’a bağlı olan İskilip kazasında Kösedağı civarındaki Evlek köyüne çekildi. Bir süre sonra buradan da ayrılarak Göynük’e yerleşti ve orada da yine bir mescidle değirmen yaptırdı. Bir yandan çocuklarının, diğer yandan da dervişlerinin tâlim ve terbiyeleriyle meşgul oldu; bu arada hacca gitti. Şeyhi Hacı Bayrâm-ı Velî’nin vefatından sonra onun yerine irşad makamına geçti. (833/1429-30)
Akşemsettin, Şeyhi Hacı Bayram’ın, Sultan II. Murat ile münasebetlerinde hemen daima yanında olduğundan oğlu II. Mehmed ile de tanışmış ve tahta çıktıktan sonra da onunla görüşmeye devam etmişti.Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce iki defa Fâtih’in yanına Edirne’ye giden Akşemsettin, ilkinde II. Murad’ın kazaskeri Çandarlıoğlu Süleyman Çelebi’yi, öbür defasında da Fâtih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirmiş, Fâtih’in kızı da kendisine Beypazarı’ndaki pirinç mezraalarını vermişti.
Fâtih 1453 yılı baharında İstanbul’u muhasara etmek üzere ordusuyla Edirne’den yola çıkınca Akşemsettin, Akbıyık Sultan ve devrin diğer tanınmış şeyhleri de yüzlerce müridleriyle ona katıldılar. Akşemsettin kuşatmanın en sıkıntılı anlarında gerek padişahın gerekse ordunun mânevî gücünün yükseltilmesine yardımcı oldu.
aksemseddin_turbesi
İSTANBUL’UN FETHİNDEN SONRA AYASOFYA’DA İLK CUMA NAMAZI
Araştırmacılar, Akşemsettin’in bu sıkıntılı anlarda zaferin yakın olduğu müjdesini vererek sabredip gayret göstermesi gerektiğine dair Fâtih’e yazdığı mektupların fethin kısa zamanda gerçekleşmesinde büyük bir tesiri olduğunu belirtmektedirler. (bk. İnalcık, s. 131) Fetihten sonra Ayasofya’da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi Akşemsettin okuduğu gibi, İslâm ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehit düşmüş olan sahâbeden Ebû Eyyûb el Ensârî’nin kabrini de Fâtih’in isteği üzerine yine o keşfetti.
AKŞEMSETTİN HAZRETLERİNİN DERS VERDİĞİ CAMİ
Fâtih tarafından kiliseden çevrildikten sonra Fâtih medreseleri yapılıncaya kadar önce medrese olarak kullanılan Zeyrek Camiî’nin güney ihata duvarında pencere üstündeki bir kitâbeden, Akşemsettin’in İstanbul’da bulunduğu yıllarda burada oturduğu ve ders verdiği anlaşılmaktadır. (bk. Ayverdi, III, s. 537) Fetihten sonra padişahın tac ve tahtını terkedip bütünüyle şeyhe bağlanmak ve ondan tarikat ahkâmını öğrenmek istemesi üzerine Akşemsettin büyük bir dirayet göstererek Fâtih’in bu arzusuna engel olmaya çalıştı. Bunu başaramayacağını anlayınca Gelibolu üzerinden Anadolu yakasına geçerek Göynük’e döndü. Sultanın, gönlünü almak üzere arkasından gönderdiği hediyeleri geri çevirdiği gibi Göynük’te yaptırmak istediği cami ve tekkeyi de kabul etmeyerek sadece bir çeşme yapılmasına razı oldu.
Hayatının son yıllarını Göynük’te geçirdiği tahmin edilen Akşemsettin, Menâkıbnâme’ye göre 863 Rebîülâhirinin sonunda (Şubat 1459) burada vefat etti. Türbesi halen ziyaretgâhtır. Halifelerinden Abdürrahim Karahisârî’nin 865’te (1460-61) Mahmud Paşa adına kaleme aldığı Vahdetnâme’nin başında yer alan bir beytine göre, Akşemsettin’in bu tarihten önce vefat etmiş olduğu açıkça anlaşıldığından, Menâkıbnâme’deki vefat tarihinin doğruluğuna hükmedilebilir. Nitekim bugün türbe kapısı üzerinde bulunan inşa kitâbesi de 863 Rebîülâhirini göstermekte ve menâkıbın verdiği bilgiyi doğrulamaktadır. E. Hakkı Ayverdi’nin kitâbedeki “rebîayn” kelimesini “rebîülevvel” olarak kabul etmesinin izahı zordur. Türbesi vefatından beş yıl kadar sonra yapılmış olup sandukası üzerindeki yazı da oğullarından Mehmed Sâdullah’a aittir. Evlâtlarından Mehmed Sâdullah ve Nûrullah da bu türbede yatmaktadır.
İYİ BİR HEKİMDİ
Kaynaklarda aynı zamanda “tabîb-i ebdân” olduğu, devrinin iyi bir hekimi sıfatıyla da şöhret kazandığı ve tıbba dair eserleri bulunduğu belirtilen Akşemsettin’in, tıp tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya atmak ve hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini öne sürmekle, bu alanda kesin bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekimden en az 100 yıl önce bu konuya ilk temas eden tabip olduğu kabul edilmektedir. Adnan Adıvar gibi bazı müellifler, ilk önce Dr. Osman Şevki Uludağ’ın işaret ettiği bu konuda biraz tereddütlü davranırlarsa da Bedi N. Şehsuvaroğlu bunun gerçekliğini inandırıcı bir şekilde ve açıklıkla ortaya koymuştur.
Akşemseddin’in yedi oğlu olmuştur. Bunlar sırasıyla Sâdullah, Fazlullah, Nûrullah, Emrullah, Nasrullah, Nûrülhüdâ ve Hamdullah Hamdi adlarını taşımaktadır. Bunlardan küçük oğlu Hamdullah Hamdi (ö. 909/1503) hey’et, nücûm ve mûsikide iyi derecede bilgi sahibi olup aynı zamanda devrinin önde gelen şairleri arasında da yer almıştır.

Akşemsettin Hazretlerinin Türbesi (Göynük)
Akşemsettin’in kurduğu Bayramiyye’nin Şemsiyye kolu kendisinden sonra Göynük’te oğlu Fazlullah, Kayseri’de İbrâhim Tennûrî, İskilip’te Attaroğlu Muslihuddin, Ankara ve civarında ise Hamza eş-Şâmî tarafından devam ettirilmiştir.
AKŞEMSETTİN HAZRETLERİNİN ESERLERİ
  • Risaletü’n-Nûriye
  • Hall-i Müşkilât
  • Makamât-ı Evliyâ
  • Kitabü’t Tıb
  • Maddetü’l-Hayat
Kaynak: TDV İslam Ansiklopedisi

http://www.islamveihsan.com/aksemsettin-hazretleri-kimdir.html