Gönül âlemi de, tıpkı zâhirî âlemler gibi uçsuz bucaksız bir tefekkür sahasıdır.

Mevlânâ Hazretleri’nin şu kıssası, murâkabenin, yani iç âlem üzerinde tefekkürün ehemmiyetini ne güzel ifâde eder:
 

“Bir sûfî, neşelenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengârenk tezyinâtı karşısında mest olur. Gözlerini kapayarak murâkabe ve tefekküre dalar. Orada bulunan gâfil bir kişi, sûfîyi uyur zanneder. Onun bu hâline hayret eder, canı sıkılır. Sûfîye:
 

«–Ne uyuyorsun? Gözünü aç da üzüm çubuklarını, çiçek açmış ağaçları, yeşermiş çimenleri seyret! Allâh’ın rahmet eserlerine nazar et!» der.
 

Sûfî de ona şöyle cevap verir:
 

«–Ey gâfil! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir. Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün… Su içine aksedip görülenler, hayâlî bir bağ-bahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Onların zarîf ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir. Eğer bu âlemdekiler, gönül âlemindeki o neşe selvisinin aksi olmasaydı, Cenâb-ı Hak bu hayâl âlemine aldanış mekânı demezdi. Âl-i İmrân Sûresi’nin 185. âyet-i kerîmesinde:
 

«…(Bu) dünya hayâtı, aldanma metâından başka bir şey değildir.» buyrulur.
 

Gâfil olanlar ve dünyayı cennet zannederek «Cennet budur! » diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır. Asıl bağ ve bahçelerden, yani evliyâullah’tan uzakta kalanlar, o hayâle meylederek aldanırlar. Bir gün bu gaflet uykusu nihâyete erer. Gözler açılır, hakîkat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur? Ne mutlu o kimseye ki, ölmeden evvel ölmüş, onun rûhu, bu bağın hakîkatinden koku almıştır…”
 

Murâkabe; Allâh’a ulaşmak, ilim, irfan, sır ve hikmet elde etmek için mühim bir yoldur. Hattâ tasavvuftaki mânevî terakkî yollarının en kıymetli ve feyizli olanlarındandır.
 

Murâkabe yapmak isteyen mü’min, önce kalbini buna hazırlar, namazdaymış gibi oturup, başını dizlerine doğru eğer. Bu vaziyette bütün dikkatini teksif ederek Hakk’a yönelir ve bu hâlet-i rûhiye içinde; “Allah dâimâ beni görüyor, O her an benimle beraberdir, bana benden daha yakındır.” İnancını tefekkür eder. Bunun neticesinde her şeyi kuşatan ilâhî nûr, onun gönlüne de akmaya başlar.
 

Muhammed Hâdimî Hazretleri, murâkabenin, râbıta yoluyla da yapılabileceğini söyler. Bunun neticesinde bâzı ilâhî hikmetler tecellî eder. (Hâdimî, Risâle fî Usûli’t-Tarîka, vr. 139a)
 

Murâkabe, aşk ehli nazarında, kişiyi Allâh’a yaklaştıran en kestirme yoldur. Nitekim kalben Allâh’a yönelmek, sâir âzâlarla yönelmekten daha tesirli ve daha mühimdir. Zira kalp ile herkes her an Rabbine kolayca yönelebilir. Hâlbuki, ihtiyarlık ve hastalık gibi durumlarda âzâ ile amel güçleşir.
 

Hikmet ehli:
 
“Bir nefes Cenâb-ı Hakk’ın huzur ve murâkabesiyle olmak, mülk-i Süleymân’a sahip olmaktan daha yüce ve evlâdır.” demişlerdir.
 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in haber verdiğine göre; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Cenâb-ı Hak, bâzı kullarına Arş’ının gölgesinde ikrâm edecektir. Bu bahtiyarlardan biri de, yalnız başına kalıp tenhâlarda Allah Teâlâ’yı hatırlayan ve duygulanarak gözyaşı döken mü’mindir. (Bkz. Buhârî, Ezan, 36; Müslim, Zekât, 91)
 

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Tefekkür