Cahiliye karanlığından Asr-ı Saadet aydınlığına çıkaran, bataklıktan gülleri yetiştiren ve bataklığı gül bahçesine çeviren mucize ne idi? Cahiliye devrinden Asrı Saadete…
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Sen katı bir taş olsan, mermer kesilsen bile; bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.”
Nasıl ki “simya” ilmi, değersiz maddelerden değerli cevherler îmâl etmeyi hedeflerse, peygamberler ve onların vârisi durumundaki takvâ ehli âlim ve ârif zâtlar da -tâbiri câizse- gönül simyâsına vâkıftırlar. Onların gönül dergâhına muhabbet ve teslîmiyetle yüz süren nice ham ruhlar, mânevî terbiye ve irşad bereketiyle, birer insan-ı kâmil olmuşlardır.
DÜNÜN CAHİLİYESİ İLE BUGÜNKÜ CAHİLİYE ARASINDA Kİ FARK
Şunu aslâ unutmayalım ki; Peygamber Efendimiz’in gönderildiği zamanın câhiliyesi ile bugünkü câhiliye arasında, ilâhî imtihanların özü bakımından hiçbir fark yok. Nasıl ki o zamanlar kuvvetliler zayıfları acımasızca eziyor, haksızlık yapan güçlüler dâimâ haklı sayılıyor ve daha nice cürümler pervâsızca işleniyorsa, bunların emsalleri -maalesef- günümüz dünyasında da yaşanıyor.
O asırda mâsum kız çocukları, namusuna halel gelir de ailesinin şerefine leke sürer düşüncesiyle, yahut rızık endişesiyle, analarının yüreklerinden sökülüp diri diri toprağa gömülüyordu. Bugünkü modern câhiliye insanı ise, kürtaj kasaplarına, henüz gün yüzü görmemiş bebekleri ana karnında parçalatarak, bu cürmün daha beterini irtikâb ediyor.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, âhiretteki mahkeme-i kübrâdan bir manzarayı bildirerek:
“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda!”(et-Tekvîr, 8-9) buyuruyor.
Günümüzdeki kürtaj kasaplarını da bu ilâhî tehdit önünde çok çetin bir hesap ve elîm bir azap bekliyor.
Hiçbir meşrû gerekçesi olmadan, sırf nefsânî bahanelerle yavrusunu istemeyip kürtaj kasabına teslim eden vicdan mahrumlarına sormak gerek:
Allâh’ın verdiği canı almaya senin ne hakkın var! Hem gaybı biliyor musun?! İstikbâlin ne getireceğinden haberin var mı?! O canına kıydığın yavru, belki yarın sana sığınak, barınak, dayanak olacak. Kimsesiz ve bakıma muhtaç kaldığında sana sahip çıkacak, seni koruyup kollayacak…
Velhâsıl, hangi asırda olursa olsun, ilâhî ölçülerle terbiye olmamış bir insan, âyet-i kerîmedeki ifâdesiyle “zalûm ve cehûl” yani çok zâlim ve çok câhildir.[3] Allah ve Rasûlü’nden uzak yaşanan her asır, esâsen bir câhiliye asrıdır. İlâhî ve nebevî beyanlarla ıslah olmamış her asrın vahşetleri, birbirine denktir…
Zira zamanın, mekânın, hayat şartlarının ve dekorların değişmiş olması, insan tabiatını değiştirmiyor. Bugün haz ve hız odaklı yaşayan modern câhiliye insanıyla, 14 asır önceki bedevî câhiliye insanı arasında bir gardırop farkından başka ne var?
Bütün bu hakîkatler çerçevesinde diyebiliriz ki:
Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nasıl ki geçmişte azgın bir câhiliye toplumunun ıslâhına vesîle oldu ve onu asr-ı saâdet toplumuna dönüştürdü ise, bugün de insanlığı huzura erdirip kurtaracak olan, yine O’nun rahmet nefesidir.
KARANLIKLARDAN ZİRVELERE TIRMANAN ŞAHSİYETLER
Bunun en bâriz misâli, asr-ı saâdettir. Câhiliye devrinin, insanlığa vedâ etmiş o yarı vahşî toplumu, Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz’in nebevî terbiyesine mazhar olunca, zirve şahsiyetler hâline gelmiştir.
Nasıl ki mâhir bir bahçıvanın bakıp emek verdiği nice dikenlik yer, bir müddet sonra, ruhlara ferahlık veren hoş bir gülistan olursa; Peygamber Efendimiz’in teşrîfiyle de, kan gölü hâlindeki çöller birer huzur vâhasına döndü. O’nun gül yüzünün tebessümü, nice çorak gönülleri yeşertti, rahmet çiçekleriyle bezedi. Şirk ve küfrün karanlığında âdeta kömürleşmiş kalpler, O’nun tebliğ ve irşâdı bereketiyle, mücellâ pırlantalar hâline geldi. Kıyâmete kadar fazîlet semâsında parıldayıp insanlığa yol gösterecek yıldız şahsiyetler yetişti.
Cehâlet ve zulümleri sebebiyle insanlıkta âdeta Hint Okyanusu’nun dibine düşmüş bir toplum, Allah Rasûlü’nün kalbî dokusundan hisseler alınca; merhamet, cömertlik, fedakârlık ve Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakışta, âdeta Everest Tepesi’nin zirvesine tırmandı.
Annesinin yüreğinden kopararak kız çocuğunu diri diri gömmeye götüren vahşî ve merhametsiz insan tipi eriyip kayboldu, yerine; gözü yaşlı, duygulu, diğergâm, fedâkar, ince ruhlu ve hassas gönüllü bir şefkat meleği geldi.
İslâm’dan önceki katı yürekli Ömer, İslâm’dan sonra rakik kalpli Hazret-i Ömer radıyallâhu anh– oldu. “Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesâba çekmesinden korkarım.”[1] diyecek kadar ulvî bir mes’ûliyet duygusuna ve diğergâmlık ufkuna ulaştı.
Hidâyetinden evvel, âdeta kan içen, canavar ruhlu bir vahşet adamı olan Habeşli Vahşî, hidâyetle şereflenip Peygamber Efendimiz’in tebliğ ve irşâdına teslim olunca; gözü yaşlı, yufka yürekli, derin düşünceli bir sahâbî oldu.
Onlar gibi daha niceleri, hidâyetlerinden önce pek çok kötü vasfın pençesinde, mânen ölü hâlde idiler. Fakat onlar da aynı hidâyet menbaının âb-ı hayatını yudumlamak sûretiyle, ebedî bir diriliğe kavuştular. Gönüller; yorgun sînelerin huzur ve tesellî bulduğu bir rahmet dergâhı oldu. Kalpler; dul, yetim ve kimsesizler için şefkat ve merhamet dolu bir sığınak ve barınak oldu.
PEYGAMBERİMİZİN EN BÜYÜK MUCİZESİ
Gönüllerde meydana gelen bu muhteşem ıslahat ve inkişaf sebebiyle, İslâm fıkhının en mühim sîmâlarından biri olan Karâfî şu tespitte bulunmuştur:
“Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem’in hiçbir mûcizesi olmasaydı, (yetiştirmiş olduğu) ashâb-ı kirâm, O’nun nübüvvetine delil olarak kâfî gelirdi.”[2]
Nitekim Cenâb-ı Hak da, sahâbe-i kirâmı bizlere “örnek nesil” olarak takdim ediyor. Âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:
(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)
Bizler, Peygamber Efendimiz’in 1400 sene sonra gelen ümmetiyiz. Bugün artık “sahâbî” olma imkânımız bulunmuyor. Fakat âyette zikredilen, “Muhâcirler ve Ensâr’a güzelce tâbî olan ihsan sahipleri”nden olma imkânı, bütün ümmet-i Muhammed için kıyâmete kadar bâkīdir.

Şayet bizler de Muhâcir Efendilerimiz gibi bâtıldan hakka, şerden hayra, günahtan sevâba, hodgâmlıktan diğergâmlığa, bencillikten fedakârlığa hicret edebilirsek;
Ensâr Efendilerimiz gibi Allâh’ın dînine hizmet için bütün gücümüzü seferber edip mazlum ve mağdur din kardeşlerimizle her türlü imkânımızı cömertçe paylaşabilirsek;
İşte o zaman bizler de ashâb-ı kirâmın izini güzelce takip eden ve onların açtığı o güzel yolu devam ettiren, ihsân ehli mü’minlerden oluruz -inşâallah-.
Unutmayalım ki ashâb-ı kirâm, nasıl Peygamber Efendimiz’in rahle-i tedrisi önünde diz çökmüş talebeleriyse, bizler de ashâbın muhâtap olduğu aynı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere 14 asır sonra muhâtap olan, Allah Rasûlü’nün âhir zamandaki ümmeti ve talebeleriyiz.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 373

http://www.islamveihsan.com/peygamberimizin-en-buyuk-mucizesi.html