Nefsine mağlup bir kul, zehirli fikirlere kolayca aldanır. Bu fikirler; nefse hoş gelen, sûret-i haktan görünüp kişiyi bâtıla sürükleyen, dışı güzel fakat içi çürük meyveler gibidir ve görünürde hoş hakikatte felaket sebebidir…
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Nasıl ki nefs, izzet ve celâl sahibi Hakk’a karşı çıkıyor, O’na itaat etmiyorsa, aynen bunun gibi, sen de nefsinin arzularına râm olma, ona itaat etme! Nefsine karşı çıkıp onu dinlememe irâdesine sahip olduğun zaman, hak olmayan hususlarda başkalarını dinlememeye de muktedir olabilirsin.”
Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla kullukta bulunabilmek için, nefsin hakîkatini idrâk edip onun hilelerine karşı tedbirli olmak îcâb eder. Aksi takdirde nefs, sahibini aldatır, ona yanlışı doğru gösterir.
Nefsine mağlup bir kul, bâtıl ehlinin zehirli fikirlerine de kolayca aldanır. Zira onların fikirleri; nefse hoş gelen, sûret-i haktan görünüp kişiyi bâtıla sürükleyen, dışı güzel fakat içi çürük meyveler gibidir.
ZÂHİREN SAÂDET GİBİ GÖRÜNEN NİCE HUSUSUN, HAKÎKATTE EBEDÎ BİR FELÂKET SEBEBİ
Bu sebeple mü’min, nefsinin hoşuna giden bir şeyle karşılaştığında, evvelâ durup düşünmelidir. Onun, dünya ve âhireti için gerçekten faydalı mı, yoksa netice itibâriyle zararlı mı olduğunu, îman ve takvâ eleğinden geçirerek karar vermelidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim yanımda olsaydı, bu hâlime tebessüm mü ederdi, yoksa üzülür müydü, diye düşünmelidir. Zâhiren saâdet gibi görünen nice hususun, hakîkatte ebedî bir felâket sebebi olabileceğini, aslâ göz ardı etmemelidir.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet, nefsin sevmediği şeylerle; Cehennem ise, nefse hoş gelen ve nefsin arzuladığı şeylerle çevrilmiştir.” (Buhârî, Rikāk, 28; Müslim, Cennet, 1)
İslâm’la şereflenmiş olan eski bir hristiyan misyonere sormuştum:
“–Günümüzde Hristiyanlığın içi boşaldı, Avrupa’da kiliseler satılıyor. Bilhassa hakîkati arayan mütefekkir kesimden İslâm’a yöneliş var. Fakat bu, niçin büyük kitleler hâlinde olmuyor?”
Şu cevabı verdi:
“–Çünkü İslâm (nefs plânında yaşayanlar için) zor. Bugünkü Hristiyanlık’ta ise her şey serbest. Müslümana günde beş vakit farz namaz var. Senede bir ay farz oruç var. Malının kırkta biri zekât var. Daha öteye; infak var, ahlâkî mes’ûliyetler, hukukî hükümler vs. var… Bunların hiçbiri Hristiyanlık’ta yok.”
İşte bu yüzden muharref dinler, ruhları tatmin etmese de nefislere hoş geldiği için devam ediyor.
Hakîkaten kulluk, hem günahlardan korunmak, hem de sâlih amellere koşmak için, bazı zorluklara katlanmayı, fedakârlık göstermeyi, sıkıntılara sabretmeyi, nefsin rahatını terk etmeyi gerektirir. Meselâ oruç tutarak belli bir müddet kendini aç bırakmak, ham nefislerin hoşlanmadığı bir şeydir. Zekât ve infaklar, canın yongası olan malı muhtaçlarla paylaşmaktır. Bu da ham nefislerin zoruna giden bir hâldir. Abdest, namaz, hac da böyledir.
Hâlbuki bütün bunlar, îman lezzetini tatmış bir mü’min için, büyük bir zevk ve saâdettir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın gazabından kurtulup O’nun muhabbet ve rızâsına vesîle olacağı için, gönle huzur veren, hamd ve şükür ifadeleridir. Bütün ilâhî emir ve nehiylere riâyet de böyledir. Zâhiren nefse ağır gelse de neticesi itibâriyle saâdet ve selâmet vesîlesidir.
Sahâbeden Abdurrahman bin Avf  -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri de âdeta bu hakîkatin bir ifadesidir:
“İslâm, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını, nefsin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Mekke’den çıkıp (her şeyimizi geride bırakarak) hicret etmiştik. Nefsimize zor gelen bu hicretimizle bize (mânevî bir ferahlık), üstünlük ve zafer yolları açıldı…
Yine Allah Rasûlü’nün maiyyetinde Bedir Gazvesi’ne çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizler için üstünlük ve zafer lûtfetmişti.
Velhâsıl biz, en büyük hayırlara hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Heysemî, VII, 26-27)
Nitekim; “Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır.” denilmiştir.]
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Kim ki nefsine bir kadir-kıymet payı ayırırsa, bilsin ki bu takdirde kendisinin kadri-kıymeti yoktur!”
[Gurur ve kibre kapılarak kendini büyük gören, hakîkatte Allah indinde kendini küçük düşürmüş olur. Kim ki kusur ve noksanlarının farkında olmaz, Allâh’ın sonsuz kudret ve azameti karşısında bir “hiç” hükmünde olduğunu idrâk etmezse, kendisine bir kıymet ve kudret izâfe etmiş olur. Bu ise Cenâb-ı Hakk’ın “Kibriyâ/büyüklük, azamet” sıfatına ortaklığa kalkışmak demektir. Lâkin tevhîd akîdesinin ortaklığa aslâ tahammülü yoktur.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, kibrin ilk temsilcisi olarak iblis gösterilmektedir. O, Cenâb-ı Hak’tan gelen; “Âdem’e secde et!” emri karşısında büyüklük taslamış, neticede bu kibri onu küfre sürüklemiştir.[3] Allah Teâlâ, iblisin bu davranışına karşı:
“…Böbürlendin mi, yoksa gerçekten yücelmiş olanlardan mısın?” (Sâd, 75) buyurmuştur. Böylece onun secde etmeyişinin gerçek bir yücelikle alâkası bulunmadığını ve sadece büyüklük kuruntusundan kaynaklandığını beyân etmiştir.
Yüksek mânevî derecelere ermiş olan Bel’am bin Bâûra da nefsine uyup benliğin pençesinde perişan oldu.
Yine Kârun, Allâh’ın lûtf u keremiyle ihsan ettiği nîmetleri kendine izâfe ederek, “Ben kazandım.” dedi, şımarıp azgınlaştı. O da dayanıp güvendiği bütün servetiyle yerin dibine gömülerek kahroldu gitti.
Demek ki büyüklenip gururlanan kimseyi, Allah Teâlâ rezil-rüsvay eder, hor-hakir kılar. Buna mukâbil, hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Allah rızâsı için alçak gönüllü olanı, Allah yüceltir.” (Müslim, Birr, 69)
Bu yüzden bizler de, herhangi bir nîmet veya muvaffakıyete eriştiğimizde, bir sâlih amel işlediğimizde, bir hayır-hasenatta bulunduğumuzda, bundan nefsimize pay çıkarmamalı; bilâkis hiçlik, mahviyet ve acziyetimizi îtirâf ederek Cenâb-ı Hakk’a şükretmeliyiz. Unutmayalım ki bizler bu dünyaya arz-ı hâl için geldik, arz-ı endâm için değil!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2019 – Nisan, Sayı: 398, Sayfa: 032