Bir kimsenin başına bela ve musibetler neden gelir? İşte İslam’ın bela ve musibetlere bakışı…
Cenâb-ı Hak, bütün kullarını dünyada muhtelif vesilelerle imtihan etmektedir. Bu sebeple insanlara birtakım imkânlar ve nîmetler verdiği gibi bazı mahrûmiyetler ve külfetler de yüklemiştir. Belâ, musibet ve hastalıkları da, kullarını günahlardan uzaklaştırmak, önceki günah kirlerinden arındırmak, muhtelif ders ve ibretler vermek gibi sebeplerle gönderir. Yani hepsi de insanların faydası içindir.
SABREDENLERİ MÜJDELE!
Bu imtihanlardaki hikmet ve sırları çözemeyerek isyân edenler hüsrâna uğrarken, sabır, rızâ, tevekkül ve teslîmiyetle Allah’a ilticâ edenler büyük ecirlere nâil olurlar. Âyet-i kerîmelerde bu husus şöyle beyân buyrulur:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «İman ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?Andolsun ki biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, sâdıkları da yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebût, 2-3)
“Biz mutlaka sizi biraz korku, biraz açlık yahut mala, cana veya mahsullere gelecek noksanlıkla imtihan ederiz. Sen sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155)
Cenâb-ı Hak, başına gelen belâ, musîbet ve sıkıntıdan ibret almayan kişilerden râzı olmaz. Şu âyet bunu göstermektedir:
“Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.” (Tevbe, 126)
ALLAH’TAN YARDIM DİLEYİNİZ!
Bununla birlikte Yüce Rabbimiz, imtihâna tâbî tuttuğu kullarını yardımsız bırakmayarak onlara şu tavsiyede bulunmaktadır:
“Ey îman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım dileyiniz! Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)
Sabırla namaz çok mühim iki sığınaktır. Allah Resûlü (s.a.v) ve diğer Peygamberler, zor durumda kaldıklarında Allah’tan yardım ve sabır istemek için hemen namaza koşmuşlardır. Ashâb-ı kirâm da bir yakınlarını kaybettiklerinde veya herhangi bir sıkıntıya düştüklerinde namazda tesellî bulmuş ve namazla Allah’tan sabır istemişlerdir.[1]
Musibetleri kolay atlatabilmek için dünyaya gereğinden fazla değer vermemek de tavsiye edilmiştir.[2]
EŞYA ZIDDI İLE BİLİNİR
Varlıklar zıtlık esâsı üzere yaratılmışlardır. “Eşyâ zıddı ile bilinir” kâidesini düşündüğümüzde, zıtlığın insanoğlu için zaruri bir kavram olduğunu daha iyi idrak ederiz. Kendisi sağlam olan kişi, umûmiyetle herkesin aynı şekilde olduğunu zanneder. Noksansız bir vücudun veya sıhhatli bir hayatın büyük bir lütuf olduğunu farkedebilmek, ancak hasta ve sakat kişileri görmekle mümkün hâle gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı gibi kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde böylesine büyük bir hizmetleri de vardır. Sabrettikleri takdirde kendilerine dünya ve âhirette çok büyük mükâfâtlar verilecektir.
Diğer taraftan bütün her şey, Allah’ın lutfuyla yokluktan varlık âlemine çıkmıştır. Lütufta ise eşitlik gerekli ve zaruri değildir. Eşitlik, ancak hak etmeye bağlı olan “adâlet”te mevzubahistir. Dolayısıyla, herhangi bir varlık Allah’tan adâlet talep edecek olsa, onun hakkı yok olmaktır. Zira o, ezelde zaten yoktu, Allah Teâlâ ona lütufta bulunarak varlık sâhasına çıkarmıştı.
VEREN DE ALLAH, ALAN DA ALLAH
Bu sebeple bir müslüman, belâ ve musîbete uğramamak için elinden gelen tedbirleri alır, ancak buna rağmen başına herhangi bir musîbet gelirse, bu hakikati hatırlayarak; “Veren de Allah, alan da Allah” deyip Cenâb-ı Hakk’a teslim olur ve sabreder. Kâsım bin Muhammed (r.a) şöyle anlatır:
“Hanımım ölmüştü. Muhammed bin Kâ‘b[3] taziyeye geldi. Bana şunu anlattı:
İsrâiloğulları’ndan âlim, âbid ve gayretli bir kişinin çok sevdiği sâliha bir hanımı vardı. Derken bu hanımı vefat etti. O âlim buna çok üzüldü ve evine kapanarak insanlardan alâkasını kesti, kimseyle konuşmaz oldu. İsrailoğulları’ndan bir kadın bunu duyunca kapısına gelerek:
«−Ona soracak bir mes’elem var, fetva istiyorum, onunla husûsî görüşmem gerekiyor» diye ısrar etti. Âlim, «İzin verin gelsin!» deyince kadın içeri girdi. Âlime:
«−Komşu hanımdan ödünç bilezik aldım. Onu bir müddet takındım. Şimdi onu benden geri istiyorlar. Ne dersin, onlara bileziklerini iâde etmem gerekir mi?» diye sordu. Âlim:
«−Evet, vallahi vermen lâzım» dedi. Kadın:
«−Ama o bilezik bende bir müddet kaldı» deyince âlim:
«−Olsun, sen onu emânet olarak aldığın için onların bunu geri istemeye hakları vardır» cevabını verdi. Bunun üzerine kadın:
«−Allah sana rahmet etsin! Allah, sana emânet olarak verdiği şeyi geri istediğinde neden üzülüyorsun! Üzülmeye hakkın var mıdır? Sana hanımını emâneten vermişti, sonra da geri aldı. Allah’ın, onu yanında bulundurmaya senden daha çok hakkı vardır» diye âlimi teselli etti. Âlim bu sözlerden ibret aldı, hakikati gördü ve kendine geldi. Allah âlimi kadının sözlerinden istifade ettirdi.” (Muvatta’, Cenâiz, 43)
İÇ SIKINTIYI GİDEREN SÖZLER
Bu idrak hâline ulaşan bir insan, ne elinden kaçırdığı nîmet ve imkânlar için çok üzülür, ne de nâil olduğu dünyalıklar sebebiyle çok sevinip şımarır. İkisinin de imtihan maksadıyla verildiğini bilir. Sıkıntılara tebessümle yaklaşmaya başlar. Mevlânâ Hazretleri’nin oğlu Sultan Bahâeddin Veled, şu hâtırasını nakleder:
“Bir gün bana büyük bir ruh bezginliği ve iç sıkıntısı gelmişti. Beni bu hâlde gören babam:
«–Birinden mi incindin de böyle sıkıldın?» dedi. Ben de:
«–Bilmiyorum ki bu ne hâldir?» dedim. Babam kalkıp eve gitti, bir müddet sonra baktım ki kurt postunu çevirip başına geçirmiş, çocukları korkuttukları gibi «Bu! Bu! Bu!» diyerek yanıma geliyor. Babamın bu hoş hareketi sebebiyle beni bir gülme tuttu ki anlatamam. Hemen yere kapanarak ayaklarını öptüm. Babam:
«–Bahaddin! Eğer bir güzel ve latif sevgili sana sıkı sıkıya bağlansa, dâima seninle şaka, şenlik etse ve birdenbire yüzünü değiştirip “Bu! Bu! Bu!” diye sana gelse ondan hiç korkar mısın?» buyurdu. Ben de:
«–Hayır, korkmam» dedim. Bunun üzerine babam:
«–Seni sevindiren ve neşe içinde tutan ile seni üzen ve bazı sıkıntılara uğratan aynı sevgilidir. Hep O’dur, hep O’ndandır ve hep O’ndan feyizlenirsin. O hâlde niçin boş yere üzgün duruyor, sıkıntının elinde âciz kalıyorsun?» buyurdu.
Babamın bu hareketi ve sözleri üzerine derhal hâlim değişti, taze gül gibi açılıp ferahladım. Ömrüm boyunca da başka üzülmedim, dünyanın gamı kederi yanıma yaklaşmadı.”[4]
[1] Ebû Dâvûd, Tatavvû, 22; Cihâd, 162; Ahmed, IV, 333; Hâkim, II, 296/3066.
[2] Beyhâkî, Şuab, VII, 370-371; Ebû Nuaym, Hilye, V, 10.
[3] Tâbiînden olan bu zâtın anne ve babası yahûdi kabilelerine mensuptu. Dolayısıyla, İsrailoğulları’na dâir bu tür bilgileri diğer insanlardan daha iyi bilirdi.
[4] Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1973, I, 265-266.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Ebedi Yol Haritası İslam, Erkam Yayınları