Rabbimizʼin rahmet ve merhameti, gazabına gâliptir. Yani O, cezâyı hak eden nice günahkâr kullarını, samimî bir tevbeyle affeder ve yine kullarının küçücük iyiliklerine bile, şânına yaraşan bir cömertlikle bol bol ecir ihsân eder. Mü’min de dâimâ bu rahmet üslûbuyla hareket etmeli; helâk edici değil, ihyâ edici ve yeşertici bir rûha sahip olmaya çalışmalıdır.
Mü’min Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsından hisse alıp bu ahlâk ile yaşayabilmek; ulaşılan her yere rahmet tevzî etmekle mümkündür. Zira merhamet, îmânın en güzîde meyvesi ve ilk neticesidir ki, mahrumlar için müşfik bir sığınak ve barınak olmayı gerektirir. Kur’ân-ı Kerîm’de karşımıza çıkan ilk iki esmâ-i ilâhiyye de Rahmân ve Rahîm’dir. Fâtiha Sûresi’nin başındaki besmeleyi, -o aslında başka bir sûrede geçen bir âyet olduğu hâlde- burada teberrüken kaydedilmiş kabul etsek bile, o sûrede de karşımıza ilk çıkan, Allâh’ın Rahmân ve Rahîm esmâsıdır.
Allâh’ın rahmet tecellîlerinden lâyıkıyla nasîb almış bir mü’min de, başta insan olmak üzere hiçbir mahlûkâtın sesli veya sessiz feryâdına bîgâne kalamaz; elinden gelen hiçbir yardımı esirgeyemez. Nitekim Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, bu ilâhî ahlâktan almış olduğu nasiple der ki:
“Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti: «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”
Yani Şems-i Tebrizî Hazretleri Mevlânâ’ya, Allâh’ın kullarının üşümesinden ürperen bir vicdan hassâsiyetini öğretmişti. Hakîkaten, bedenin ısınması giysilerle mümkündür. Lâkin vicdânın ısınabilmesi, ancak merhamet tezâhürü davranışlarla kalbin Hakk’a yaklaşmasına bağlıdır. Bu misal, mahlûkâtın her türlü mahrûmiyeti karşısında kullanılması gereken bir şablon gibidir.Bu yüzden her türlü felâket ve sefâlet manzaralarının, bedenlerden evvel vicdanları ürpertmesi îcâb eder. Bu şekilde Hakk’a istikâmetlenen vicdânî ürperişler, gönülleri ısındırıp huzura gark eder.
Şüphesiz ki bu hâl, mü’minlerin Yaratan’dan ötürü yaratılanlara karşı sahip olmaları gereken cihanşümûl merhamet ufkunun bir tezâhürüdür. Rahmet Peygamberi Efendimiz-sallâllâhu aleyhi ve sellem-de ashâbına; cennete girebilmek için merhametli olmaları îcâb ettiğini, lâkin bu merhametin de, sadece birbirlerine karşı değil, bütün mahlûkâta şâmil olması gerektiğini ifâde buyurmuşlardır. (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)
Bir gazâda kâfirlerin yok olması için bedduâ etmesi istenen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:“Ben lânet etmek için değil, rahmet olarak gönderildim.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 87)Müʼmin de, günaha olan nefretini günahkâra taşırmamalıdır. Bilâkis onu, yaralı bir kuş gibi şefkat ve merhamete muhtaç görmelidir.
Yine bütün mahlûkâta şâmil sayısız merhamet tezâhürlerinden bir misal sadedinde, susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeği sulayıveren günahkâr bir kadının ilâhî affa nâil olduğunu, buna mukâbil bir kedinin açlığını umursamayıp ölümüne sebebiyet veren bir kadının da bu merhametsizliğinden ötürü cehenneme dûçâr olduğunu beyân etmişlerdir. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm 151, 154, Birr 133)
Bu sebeple, günahları da sevapları da büyük-küçük diye ayırmamak ve hiçbirini önemsiz görmemek gerekir. Zira Allâh’ın rahmeti de gazabı da bâzen büyük, bâzen vasat, bâzen de küçük görünen şeylerden dolayı tecellî eder. Kula düşen, her durumda derin bir îman firâsetiyle davranmaktır.
Öte yandan, Rabbimizin rahmet ve merhameti, gazabına gâliptir. Yani O, cezâyı hak eden nice günahkâr kullarını, samimî tevbeleri neticesinde affeder ve yine kullarının küçücük iyiliklerine bile şân-ı ulûhiyetine yaraşır bir cömertlikle bol bol ecir ihsân eder. Mü’min de dâimâ bu rahmet üslûbuyla hareket etmeli; helâk edici ve yıkıcı değil, ihyâ edici, yapıcı ve yeşertici bir rûha sahip olmaya çalışmalıdır.
Bu ilâhî ahlâkı yaşamanın bir misâlini Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
“Biz bir gazâda kâfirlerin yok olması için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bedduâ etmesini istedik. O ise; «Ben lânet etmek için değil, rahmet olarak gönderildim.» buyurdu.” (Müslim, Birr, 87)
Yine Rabbimiz, Rasûlü’nü; “…Mü’minlere karşı Raûf (son derece müşfik) ve Rahîm (son derece merhametli)dir.”(et-Tevbe, 128) şeklinde takdim ve taltif etmektedir. Yani ilâhî esmâdan olan “Raûf” ve “Rahîm”in, Rasûl’ünün en bâriz vasıflarından olduğunu beyan buyurmaktadır.
Mü’minler olarak bizler de gönlümüzü bir rahmet dergâhı kılarak Rahmân’ın kulu ve Rahmet Peygamberi’nin ümmeti olduğumuzu her fırsatta ispat etmeye gayret göstermeliyiz.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder