11 Eylül 2015 Cuma

Efkan Vural - Yeter artık... İçimiz yanıyor...

Efkan Vural - Yeter artık... İçimiz yanıyor...

Sevgili dostumuz Eğitimci, ilahiyatçı Efkan Vural hocam harika bir yazı yazmış.
Allah razı olsun hocam. Eminim sağcı solcu herkes bu tespitlere katılacaktır...

http://blog.milliyet.com.tr/yeter-artik-icimiz-yaniyor/Blog/?BlogNo=509262


Yeter artık... İçimiz yanıyor...


Yeter artık... İçimiz yanıyor...
 

 6 Eylül 2015 tarihinde hain saldırı sonucu 16 askerimizi Hakkari Dağlıcada ve 08/09/2015 tarihinde Iğdırda 13 polisimizi şehit vermiş bulunmaktayız. PKK’nın herzaman -ki hain pusuyla karşı karşıya kalınmıştır.

Yaklaşık 35 yıldır PKK ile mücadele verilmektedir. PKK ülkemizde çeşitli kanlı eylemler gerçekleştirmiştir. Bu eylemlerin tümü hain pusular ile yapılmaktadır.

Ülkemiz dünya ülkeleri arasında ve özellikle Orta Asya ve Orta Doğuda önemli bir konumda, lider bir ülke yolunda ilerlemektedir.

Bağımsız Türkiye Cumhuriyetini istemeyen iç ve dış güçler terör yoluyla ülkemizi kaosa sürüklemekte, ülkemizi dünyaya terör ülkesi olarak tanıtmak istemektedirler.

PKK terörü konusunda aşağıda sıralayacağım tespitlerimin, sorumlu devlet adamlarımızın, askeri ve güvenlik birimlerimizin ve topyekün tüm halkımızın dikkatine sunmak üzere bu konuya acizane katkıda bulunmak istiyorum.

1-Başta PKK ve tüm terör örgütleri şiddetle kınanmalı, en küçük bir şekilde bile asla destek verilmemeli.

2-PKK ve tüm terör örgüt üyeleri ve destekçileri ağır cezalara çarptırılmalı.

3-PKK ve tüm terör örgütleriyle en üst seviyede kesintisiz mücadele edilmelidir.

4-Ülkemizin sahip olduğu üstün teknolojiyi sonuna kadar kullanarak,güvenlik güçlerimizin hizmetine sunmalı.

5-Gerekli donanım için ödeneklerin sınırsız karşılanması.(Hesap verebilirlik bir sistemle yapılmalı.)

6- Savaş ve Barış sözcüklerini kullanmamalıyız. Ülkemizde savaş yok, terör saldırıları var. Terörü bitirinceye kadar mücadeleye devam edilmelidir.

7- Çözüm süreçi adı altında veya başka bir şekilde hiç bir zaman PKK ile veya temsilcileriyle asla masaya oturulmamalı.

8- Çözüm süreci denenmiştir. Bugün gelinen duruma bakarsanız, çözüm süreci başarısız olmuştur. Hatta çözüm süreci PKK ‘nın kentlerde yer tutması,toparlanması güçlenmesi ve silah depolaması bakımından bizim aleyhimize olmuştur.

9-Çözüm sürecinin denenmesinin en güzel sonucu şu olmuştur: Çözüm süreci ile terörü bitiremeyiz.

10- Aslında en büyük hata PKK temsilcileriyle çözüm sürecini görüşüp konuşmak olmuştur. Nasıl olurda terör örgüdü başı bebek katili Apo ile görüşme yapılır.

11-Burdaki hata şudur; Bu süreçte PKK örgütü muhatap alınarak, PKK meşrulaştırılmıştır. Bu durumda çözüm süreci ile devletin doğuya ve kürtlere sağladığı gelişmelerin sebebinin PKK tarafından olduğu anlaşılmaktadır. Bu imaj verilmiştir. Yanlış olan budur. Yani PKK bu gelişmeleri kendilerinin sayesinde yapıldığını söyleyerek davalarının haklılığını savunacaktır. Dolayısıyla örgüt silahlı eylemlerine devam ederek devletten sonu gelmeyen isteklerde bulunacaktır. Bu da vatanın bölünemsine doğru gidecektir.

12-Halbuki devlet PKK yı sonuna kadar kazımalı. PKK devletten hiçbir şey isteyemez. Devlet tüm vatandaşlarının çağdaş bir toplum olması için çalışır. Demokratik hak ve özgürlükleri korur ve geliştirir.Ülkenin her köşesine ve her vatandaşa eşit davranır.

13- Vatan bir bütündür. Milletimiz tek bir millettir.Milletimizin tüm değerleri aynııdır. Vatanımız, bayrağımız, dinimiz, marşımız, tarihimiz, tabiat ve kültür varlıklarımız, bizi biz yapan tüm değerlerimiz etrafında toplanmış bir milletiz.

14- Devlet büyükleri başta olmak üzere hiç kimse halkımız için Laz, Kürt, Zaza, Çeçen, Ermeni, Alevi Sünni vb. kavramları kullanmamalı. Bu kavramları kullanarak toplumumuzu bölük pörçük yapmaya yöneltiyoruz.

14-Milletimiz ve halkımız için genel kavramları kullanmalıyız. Örneğin: Milletimiz, Halkımz, Vatandaşlarımız,Müslüman Türk Milleti şeklinde hitap edilmeli.

15-Ancak şunu demek uygun olur; Ülkemizde yaşayan vatandaşlarımız çeşitli etnik kökenlere sahip olsalarda bir mozaik gibidir. Tarihten beri gelen bir bütünlük içinde aynı inanç etrafında birleşen bir milletiz.Bizi kimse bölemez, fitne ve fesat çıkararak tefrikalar yapamaz.Önemli zamanlarda hep beraber olmuşuzdur.Şimdi de herzaman olduğu gibi tek yürek olmanın vaktidir.

Çözüm, kararlılıkla terör faaliyetlerinin engellenmesi ve terörün kökünün kazınması için çalışmalar en üst seviyede yürütülmeli; Devlet her vatandaşına eşit davranmalı, her bölgeye ve her yere aynı hizmet götürülmeli. Doğu ve Güney Doğuya farklı hizmetlerin götürülmesi uygulaması yanlış bir uygulama. Akla O bölgenin özel bir durumu mu var diye bir soru geliyor. Bölge halkı herşeyi devletten bekler olmuş. Sanki devlet kendilerine ayrıcalık tanımak zorunda... Bu çok yanlış bir anlayış.

Devletimiz Doğu ve Güney Doğuda halka güler yüzünü esirgememeli, İslam inancının güzelliklerini tüm resmi görevlilerce göstermeli. Halkın inançlarıyla örtüşen davranışların sergilenmesi gerekir. Bölgede birlik ve beraberliğin sağlanması için çeşitli aktiviteler yapılmalı.Bu konuda komisyonlar oluşturulmalı... Devletin yaptığı çalışmalara karşı çıkan ve devletin faaliyetlerini engelleyen her kim olursa cezalandırılmalı..... Bu konuda gerekirse her şey yapılmalı...

Unutulmamalıdır ki;

“ Şehitler Ölmez Vatan Bölnmez”

Tüm şehitlerimizi rahmetle anıyor, yakınlarına ve tüm milletimize sabırlar diliyorum.

Efkan VURAL
 
 
 
 
 

Ramazan kıymetinde bir ay: zilhicce

Ramazan kıymetinde bir ay: zilhicce

 
Cemil Tokpınar

c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
11 Eylül 2015, 01:30

Önümüzdeki pazartesiyi salıya bağlayan gece, Hicrî aylardan Zilhicce’ye gireceğiz. Bugünkü yazımızda çok faziletli olan bu ayın öneminden ve yapılacak ibadetlerden bahsedeceğiz.
 
Kur’an-ı Kerim’de Fecr Sûresi’nin başında, “On geceye yemin olsun ki...” ifadeleriyle bahsedilen bu on gece, ibadet ve dua hayatımız için muazzam bir hazinedir.
 
Kamerî ayların 12’ncisi olan Zilhicce ayı, İslâm’ın beş esasından biri olan hac ibadetinin yerine getirildiği umumî af ve bağışlanma ayıdır. İşte bu mübarek ayın yukarıda da ifade ettiğimiz birinden onuna kadar olan zaman dilimi ‘leyâl-i aşere’, yani on mübarek gecedir. Onuncu gün Kurban Bayramı’nın ilk günüdür.
 
İşte bu günlerin kıymetini anlatan Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) muhteşem müjdesi:
 
“Allah’a ibadet edilecek günler içinde Zilhicce’nin ilk on gününden daha sevimli günler yoktur. O günlerde tutulan her günün orucu bir senelik oruca, her gecesinde kılınan namazlar da Kadir Gecesi’ne denktir.” (Tirmizi, Savm: 52; İbn-i Mâce,Sıyam: 39)
 
Demek ki bu günlerde tutulan bir oruç, 360 gün oruca bedeldir. Rabbimizin rahmet ve bereketi o kadar coşmaktadır ki, bir günlük oruca bir yıllık oruç sevabı vermektedir. Böyle güzel ve tatlı bir müjdeye ilgisiz kalmak mümkün mü? Bu gecelerin Kadir Gecesi’ne benzetilmesi ise ayrı bir güzelliktir. Çünkü Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır ve 83 yıllık ibadete bedeldir.

Küçük bir Ramazan gibi değerlendirmeliyiz


Zilhicce’nin ilk on gününü değerlendirmek için öncelikle her zaman ve zeminde en vazgeçilmez ibadet olan beş vakit namazı asla ihmal etmemeliyiz. Çünkü hiçbir nafile ibadet farzların yerini tutamaz.

 
  • Namazlarda cemaate katılmak için gayret etmeli, daha bir dikkat ve huşû ile eda etmeliyiz. Mümkün oldukça bu günlerde oruç tutup zamanımızı Kur’an, istiğfar, salâvat, zikir ve dua ile geçirmeliyiz.

  • Her zaman yapamayanlar bile hiç değilse bu günlerde kuşluk, evvâbîn, teheccüd ve hacet gibi namazları kılmalı, affa nail olmak için çırpınmalıdır.

  • Hatta affa ve rızaya nail olmayı hedef kabul ederek, bu on günü sanki Ramazanın son on günüymüş gibi geçirmeliyiz.

  • Buna güç yetiremeyenler, hiç değilse arefe gününü ve bir gün öncesini oruçla ve ibadetle geçirmelidirler.

  • On gece içinde, bilhassa terviye, arefe ve bayram gecelerini ihya etmenin özel bir yeri vardır.


Kadir, berat ve miraç geceleri gibi
 
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de Zilhicce’nin ilk on günüyle ilgili hadislerden hareketle bu günlerin fazileti hakkında şöyle demektedir:
 
“Bu on gece, Kur’an-ı Azimüşşan’ın “Ve’l-fecri veleyâlin aşrin” (Fecr: 1) kasemi ile onlara verdiği ehemmiyete binaen o geceler Leyle-i Kadir ve Berat ve Mi’rac nev’inde büyük kıymetleri var.
 
Çünkü: Hac sırrıyla bütün âlem-i İslâm namına her taraftan gelen binler hacıların bütün kâinatla alâkadarane bir tarzdaki makbul hasenatlarına ve ümmet-i Muhammed (s.a.v.) hakkında ettikleri dualarına, o gecelerde amâl-i sâliha ile meşgul olan mü’minler hissedâr oluyorlar.”

Zilhicce’de ibadet, cihattan önemli
 
Yine Efendimizden (s.a.v.) harika bir teşvik cümlesi:
 
“Allah indinde Zilhicce’nin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bu günlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin!” (Abd b. Humeyd, Müsned : 1/257)
 
Tesbih, sübhânallah; tahmid, elhamdülillah; tehlil, lâilâheillallah; tekbir ise Allahü ekber demektir. Tesbih, tahmid ve tekbirin namazın çekirdekleri hükmünde olduğunu düşünürsek, bu günlerde beş vakit namaza ilâve olarak nafile namazları arttırmanın ne kadar büyük sevap olduğunu anlayabiliriz.
Abdullah İbn-i Abbas’ın şu rivayeti ise, bu günlerdeki ibadetin cihattan bile faziletli olduğunu gösteriyor:
 
Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselam şöyle buyurdu:
 
     Allah katında içinde bulunduğumuz şu günlerdeki (Zilhicce’nin ilk on günün)salih amelden daha sevimli (salih amelin bulunacağı) başka günler yoktur.
 
Sahabeler, sordular:
 
      Yâ Resûlallah, Allah yolunda cihat da mı?
 
Resûlullah (s.a.v.) cevap verdi:
 
    Evet, Allah yolunda cihat da. Meğer ki bir adam canıyla ve malıyla cihada çıkıp da kendisine ait mal ve candan hiçbir şeyi geri getiremez olursa, o başka. (İbn-i Mâce, Sıyam: 39; İbn-i Hâcer, 5: 119)
Buna göre, ancak cihada çıkıp malını feda edip kendisi de şehit olan kimsenin ameli bu on gündeki amelden faziletlidir.
 
Bu günlerde oruç tutup, gündüzünü ve gecelerini de ibadetle geçirmek hem affa, hem de büyük sevaplar elde etmeye vesile olur.
 
 
 

9 Eylül 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Bayramı kurbansızlığa kurban etmemek

Ahmed Şahin - Bayramı kurbansızlığa kurban etmemek


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Bayramı kurbansızlığa kurban etmemek


Hemen hepimizin bildiği üzere mali durumu müsait olan Müslümanlar, Ramazan Bayramı'nda zekatla, Kurban Bayramı'nda da kurbanla ihtiyaç sahibi kardeşlerine ikramlarda bulunurlar, sosyal dayanışma ve yardımlaşma örnekleri vererek, bayramın mutluluğunu hep birlikte yaşamamıza yardımcı olurlar.

Hicretin ikinci senesinden itibaren başlayan bu bayram yardımlaşmalarına baktığımızda görüyoruz ki, Efendimiz (sas) Hazretleri yaşadığı sekiz bayramda da ikiden az olmayacak şekilde kurban kesme hassasiyeti göstererek kurbanın ihmal edilmez önemine net şekilde işarette bulunmuştur bizlere.

Efendimiz'de görülen kurbanı mutlaka uygulama hassasiyetinden dolayı Şafii'de kurbana, zenginlik şartı aranmaksızın ihmal edilemeyen müekked sünnet olarak bakılmış, Hanefi'de ise ayetteki (venhar) emri kurban kes manasında anlaşılarak, zenginlere vacip derecesinde mükellefiyet olarak görülmüştür kurban kesme görevi.

Demek oluyor ki, Efendimiz'in her bayramda yerine getirme hassasiyeti gösterdiği kurban sünnetini bizler hafife alamayız, hatta imkanı müsait olanlar tek kurbanla yetinmeyip Efendimiz gibi iki veya daha fazla kurbanla çevremize yardım köprüleri kurup, kucaklaşma örnekleri vermeyi vazgeçilmez vazifemiz biliriz.

Hanefi'de kurban, ailenin serveti olan her ferdine vacip olduğundan, zengin aile fertlerinden her biri kendi adına kurbanla mükellef olurlar. Bu durumda kurbanın birini aile içinde keserlerse diğerlerini ihtiyaç içinde inleyen yerlere hibe ederler, yahut da yedi kişinin ortak olabileceği bir sığıra ortak olarak kurbanda et dağıtma mutluluğunu yaşamaya bakarlar.

Kurbandaki bu ortaklığa adak, akika, ölmüşlere kurban gibi sevap niyeti taşıyan tüm kurban çeşitleri girebilirler. Sadece taze ve ucuz et almak gibi dünyevi maksatla ortak olmak isteyenler giremezler. Girerlerse ibadet için kesilen kurbanı, et için kesilen kasaplık hayvan durumuna düşürmüş olurlar.

Anlaşılan odur ki, bayramda kurban vesilesiyle her tarafa gönül köprüleri kurulur, saygı sevgiler bir daha tazelenir, kardeşlik ve komşuluk münasebetlerimiz yeniden takviye edilip tekrar hayata geçirilir.

Kurbanı böyle komşularıyla, kardeşleriyle kucaklaşma vesilesi yapanlar, gayesine en uygun şekilde değerlendirmiş, bayramın mutluluğunu paylaşmaya vesile kılmış olurlar.

Efendimiz (sas) Hazretleri Medine çevresinde kıtlık baş gösterdiği senelerde, “Kimse evinde üç günden fazla kurban eti bulundurmasın!” ikazında bulunmuş, çevredeki yoksullara yardımcı olunmasını istemişti. Ancak kıtlığın geçmesinden sonraki senelerde bu üç gün müddetini kaldırmış, artık evlerinizde üç günden fazla kurban eti bulundurabilirsiniz hatırlatması yapmıştı.

Demek ki kurban sadece kendi nefisimiz için et ziyafeti değil, çevremizdeki ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarına da çare olma fırsatıdır. Durum böyle olunca, bayramda seferi sayılanlardan her ne kadar kurban mükellefiyeti kalkarsa da bu ruhsat, ‘seferi sayılanlar kurban kesemezler,' manasına da gelmez. Bu sebeple imkanı müsait olan yolcular, seferde de olsalar sıkıntılı devrelerde kurbanlarını ihmal etmeyip kesmeli, yarım elma gönül alma, kabilinden de olsa bulundukları yerlerde çevreleriyle sıcak bir gönül köprüsü kurmalı, himmet ve hizmet örnekleri vermeyi tercih etmelidirler.

Bu durumda gerçek manada seferde iseler nafile kurban kesmiş olurlar, değillerse vacip olan kurbanlarını yerine getirmiş olmanın huzurunu duyarlar. Her iki ihtimalde de seyahatte kurban kesenler hep kazanırlar, hiç kaybetmezler.

Nitekim Kurban Bayramı'nda seferi sayılan hacılarımız da evlerinde kurbanlarını yine kestirirler, seferi olmalarına rağmen Efendimiz'in hiçbir bayramda terk etmediği kurban sünnetini onlar da terk etmemeye gayret gösterirler.

Ayrıca ölmüşleri adına kurban kesmeyi düşünenlerin de kurbanı tümüyle ihtiyaç içinde inleyenler yoksullarla vermeleri, hem yaşayanları, hem ölmüşleri sevindiren bir başka güzel örnek olur.
 
 
 
 

8 Eylül 2015 Salı

Ahmed Şahin - İslam'da ilk ırkçılık iddiasına ilk kesin cevap!

Ahmed Şahin - İslam'da ilk ırkçılık iddiasına ilk kesin cevap!


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

İslam'da ilk ırkçılık iddiasına ilk kesin cevap!


Irkçılık konusunda çok sorular gelmektedir. Bu soruların hepsine de, Medine'deki ilk ırkçılık iddiasına Peygamberimiz'in verdiği müskit cevabı vermeyi yeterli buluyorum.

Irkçılık konusunda kesin bilgi bu tarihi cevabın içinde net şekilde mevcuttur.

İşte o ilk ırkçılık iddiası ve işte o ilk cevabı müskit!

****

Medine'de Kays bin Mutata adında bir ırkçı Arap, Evs ile Hazrec kabilelerine mensup Arapların farklı ırktan insanlarla oturup sohbet ettiklerini görünce öfkelenerek der ki:

-“Evs ile Hazrec Peygamber'e hizmet eden Araplardandır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyp, şu da Farslı Selman! Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu aşağı ırktan insanlar üstün ırk olan Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul edilebiliyorlar? Bunlar bu eşitliği nereden kazandılar?”

Bu beklenmedik çıkış üzerine oturduğu topluluğun arasından kalkarak Kays bin Mutata'ın yakasına yapışan büyük sahabi Muaz bin Cebel:

-Seni Resulullah'ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin İslam'daki yerini soracağım. İslam'da böyle bir ırkı yüceltip ötekini aşağılamak var mı göreceğiz, diyerek ırkçı adamı alıp doğruca Peygamberimiz'in (sas) mescidine götürür ve bulduğu ilk fırsatta da hemen sorusunu şöyle sorar:

-Ya Resulallah! Bu ırkçı Kays için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle sohbet ediyorduk. Gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların üstün ırk olduğunu ileri sürdü. İranlı Selman'ı, Rum'dan gelen Suheyb'i, Habeşistan asıllı Bilal'i, aşağı ırktan kabul ederek Araplarla eşit şekilde sohbete layık olmadıklarını iddia etti? Gerçekten de öteki ırklar aşağı, Araplar üstün ırk mı? Bizimle eşit şekilde oturup da sohbet edemezler mi bu kardeşlerimiz?

Bu şikayeti dinleyen Resulullah'ın (sas) derin şekilde üzüldüğü görüldü. Hemen kalkıp mühim gördüğü konularda konuşma yaptığı minberine çıkarak İslam'ın ırkçılık konusundaki ölçüsünü anlatan önemli bir konuşma yaptı. Şöyle kesin uyarıda bulunuyordu ırklar arasında ayırım yapan insanlara:

-Ey insanlar! Sizin Rabb'iniz birdir! Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır, ne de ananızda. O sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanıtım ifadesidir. Arap'ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah'a iman ve itaattedir. Allah'a iman ve itaat edenler hep birlikte üstündürler. Bunu herkes böyle bilmeli, aranıza ırk üstünlüğüne dayalı ayrımcılık fitnesi sokmamalısınız!

Garip tir ki, bu konuşmayı dinleyenlerin hemen hepsi de Arap'tılar. Hiçbiri, Arap'ın öteki ırklardan üstün olması gerektiği düşüncesini taşımıyorlardı. Fazla olarak Arap'ın üstün olduğunu ileri süren adamın yakasına yapışarak oraya getiren Muaz bin Cebel de Arap'tı. Şayet bir ırkın ötekinden üstün olması gerekseydi gerçekten de Arap'ın üstün ırk olması gerekirdi. Çünkü Kur'an Arapça dille inmişti. Resulüllah (sas) de, Arap'ın içinden çıkmıştı. Fakat bunlara rağmen Arap yine de eşit ırktı, üstünlüğe sahip değildi. Üstünlük ancak İslam'a bağlılıkla kazanılmaktaydı.

Bu durumda ne yapacağını bilemeyen Muaz bin Cebel sorma gereği duydu:

-Ya Resulallah, öyle ise ne yapayım aramıza ırkçılık fitnesi sokmak isteyen bu adama?

Efendimiz bu soruya, pek kullanmadığı ağır bir uyarı cümlesiyle cevap verdi. Ne dedi biliyor musunuz ırkçı adam için?

-Da'hü ilennar! Bırak o ırkçı adamı, cehenneme kadar yolu var!

Gerçekten de Medine'de serbest bırakılan ırkçı adamın yolu Şam'daki Hıristiyanların içine kadar gider, bir daha da geri dönemediği anlaşılır.

İşte bu sıralarda bir adam da Hz. Ali efendimize: “Irkların içinde hangi ırk iyi ırktır?” diye sorar. Hz. Ali efendimizin bu soruya cevabı manidar olur:

-Her ırkın iyisi iyidir, kötüsü de kötüdür, der! Yani iyilik kötülük insanın kendi iradesiyle kazandığı sorumluluğudur. Irkından gelmez!

-Fatebiru ya ülil ebsar! Tercih sorumluluğunuzu düşünün ey basiret sahibi iradeli insanlar!
 
 
 

7 Eylül 2015 Pazartesi

Eylül

Eylül

Aslıhan Erkişi

a.erkisi@meydangazetesi.com.tr
01 Eylül 2015, 00:40



‘Mevsimler ayrıdır çiçekler başka. Çiğdemin kokusu gülde olmuyor’ demiş şair… Haziranın kokusu aralıkta, nisanın kokusu kasımda olmuyor. Her mevsimin insana tattırdığı farklı lezzetler, yaşattığı farklı duygular var elbet ama...

Yaz bitti…

Dostlarla sabahlara uzanan sohbetler, çocukların saklambaç oynarken gece yarıları binalara çarpıp yankılanan cıvıl cıvıl sesleri bitti. Yazın güneşine, denizine, kumuna, coşkusuna, enerjisine yetişebilmek zor oldu; sanki biraz da yorulduk. Ama her şeye rağmen güzeldi. Seneye Allah kerim diyerek ayrıldık arkadaşlarımızdan. Diğer yaza göremediğimiz sevdiklerimiz de oldu o sebeple vedalarımız kolay olmadı.

Artık kendimizi sonbaharın kollarına, dinginliğine bırakma, biraz dinlenme zamanı geldi.
Şimdi mevsimlerden sonbahar, aylardan eylül…
Bizi eylülde neler bekliyor dersek;

Sabahları uyanmakta biraz zorluk çekeceğiz ve yataktan kalkmayı hiç istemeyeceğiz (Özellikle de yazın birer enerji topuna dönüşmüş çocuklar!)

Olaylar karşısında daha hassas ve maalesef sinirli tavırlar sergileyeceğiz! (Bunu bilelim de birbirimize hoşgörülü olalım. Hazan Sendromu deyip geçelim)

Daha karamsar ve depresyona açık olacağız.

Ağaçların yaprak dökmesiyle birlikte insanlarda ölüm hissi daha kuvvetli olacak. (Özellikle de biraz yaş almışlar yaprak dökümünü ölümle ilişkilendirdiğinden maalesef bu mevsim en çok onların üzerinde etkili oluyor. Torunlarıyla daha sık bir araya getirmek onlara ilaç gibi gelecektir.)

Eylül… Telaffuz ederken, hiç temmuz gibi Ağustos gibi neşe, umut, canlılık hissi veriyor mu içinize? Bir daha söylemeyi deneyelim. Eylül… Elbette hayır. Dilin fonetiğine bile yansıyan bir hüznü var. Yemyeşil yaprakların kızıla, sonra sarıya boyanıp dallarından tek tek düştüğü tabiatın geçici ölümündeki hüzün.

Aklıma gelen eylüle dair güzel birkaç şey: Sıcakla arası olmayan, çok terleyen, bunalanlar için sevgiliye kavuşma demleridir eylül.

Elbette herkes için bu kadar melankoli hissettirmiyor eylül. Düşen sarı yapraklar bazıları için de çok çekici olabiliyor. Mesela fotoğraf sanatçıları veya meraklıları. Ayrıca duygulu bir şarkıya en güzel klip çekilecek mevsimdir bazı yönetmenler için eylül..

Lafın özü; dünyaya hangi gözle baktığımız önemli. Çocuklarımızın yeni okul yılıyla bir yıl daha yaşlansak da aslolan etrafımıza ve hayata kattığımız pozitif değerdir.

Eylülle yüreğimize gelen tüm bu sıkıntıların yine Bir Eylül’le yerini umuda bırakması duasıyla…

Gönülden muhabbetle…

http://www.meydangazetesi.com.tr/eylul-makale,1263.html


BABAN GİDERSE…

BABAN GİDERSE…

Aslıhan Erkişi

a.erkisi@meydangazetesi.com.tr
22 Ağustos 2015, 04:27
 

Babasız kalan şehit çocuklarına ithafen…

Birden bire başladı. Uzun zamandır bu feryatları bu acıları duymuyorduk. Ayak sesleri duyuluyordu adım adım geliyordu ama hiçbir şeyden haberimiz yoktu.

Ölüm kusan silahlar şehirlere yığılmış ve gariptir bütün bir millet olarak uyuşmuş düşünemez değerlendiremez haldeydik. Bir sabah televizyon haberlerinde bir daha görmek istemediğimiz o acı haberle uyandık ve ardı arkası kesilmedi “Bu gecenin olmayacak mı bir sabahı” dediğimiz çok günlerimiz oldu. Şehitlerimiz vardı. Şehitlik, karşılığını ancak Yüce Yaradan’ın verdiği çok büyük bir mertebe…

Şehitler denince ve sık duyar olunca sanki bunlar içimizden birilerinin gözünden sakındığı evladı, birinin eşi, birilerinin babası değil de hayali kimselermiş gibi mi algılamaya başladık ne.

Ama hayır! Onlar da bizim gibi ana-babaların evlatlarıydı. Doğduklarında eve şenlik getiren, konuşmaya başladıklarında yüzleri gülümseten, büyümeye başladıklarında bize yaşlandığımızı hatırlatan kalp ağrımız. Onlar aslında bizim evlatlarımızdı.

Bugünlerde çok duyduğumuz “Ateş düştüğü yeri yakar” sözü yaktığı ana-baba yürekleri noktasında doğrudur (Allah kimsenin başına vermesin) ama artık kanıksadığımız ve bizi ruhsuzlaştıran bu haberler karşısında durup düşünme vaktimiz geldi de geçiyor.

Şehit haberleri geldikçe, altından hüzünlü hayatlar çıkıyordu. Kimi haftasına baba olacak kimi 1 ay sonra nişan olacak, kiminin terhisine 3 gün kalmış, kimi düğün yapacaktı. Sevdiği, ana-babası, evladı yollarını gözlüyordu. Ama kara haber gün geldi kapılarını çaldı al bayrağı hep garip baba ocağına asıldı. Biraz empati yapınca insan, kalbi burkuluyor inceden bir sızı ruhunu kaplıyor. Büyük bir inkisar kaplıyor insanın içini. Bir de gerçekten evladını eşini babasını kaybetmiş insanların halini düşünsenize. Mahşere dek mübarek bir gurbete çıkmış sevdiklerini bir ömür bekleyecekler. Şairin dediği gibi “Ölüm Allah’ın emri ayrılık olmayaydı”.

Gazetelerde gördüğüm bu fotoğraf beni çok derinden etkiledi. 3 kız evladı sırtını dağ gibi bir babaya yaslamış. Onun gölgesine sığınmış. Onların gözünde hiç yıkılmayacak bir dağ, sığınılacak liman, evin direği bir gün terör denen namert, kalpsiz ve vicdansız bir canavarlığa kurban ediliyor. Sadece bir insan değil geride bıraktığı 3 evladın bir eşin ana-babanın hayatına da katlediliyor.

Siz de benim gibi küçükken “ya babam ölürse, ben ne yaparım” korkusuna kapıldınız mı hiç?

Eminim aranızda çok vardır. Giderse onsuz bir hayat nasıl olabilir? Bunu en güzel anlatacak Can Yücel dizeleridir bizlere…

Baban giderse
Başı dumanlı dağın gider
Atan gider, sırtın gider
İki kapılı bu handa
Menzile erişen yolun gider.

Baban giderse
Darda yetişen elin gider
Aklın gider, canın gider
Şu dağlanmış yüreğinde
Çocuk kalan yanın gider

Baban giderse
Öpülecek elin gider
Bayram gider…

Vatan evlatlarının kör kurşunlara kurban edilmediği insanlığa ve etraflarına değer kattıkları temiz zamanlarda buluşmak duasıyla…

5 Eylül 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Mazi ve istikbal arasında insan...

Hekimoğlu İsmail - Mazi ve istikbal arasında insan...


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Mazi ve istikbal arasında insan...


İnsanı iki duygu sarsar, zor duruma düşürür; biri geçmişin pişmanlıkları, diğeri de geleceğin evhamlarıdır.

‘Keşke' demeyen insan yok gibidir; pişmanlık, insanın yaptığı bir hatanın farkına varmasıdır; kaçırılan fırsat manasına gelir. Mesela insan pişman olur; neden şu işi yapmadım, keşke yapsaydım, şunu neden ihmal ettim, şu sözü neden söyledim, keşke söylemeseydim, neden şu fırsatı kaçırdım, neden şu kimseyi darılttım?.. Bu nedenler uzar gider. Ondan sonra şeytan gelecekle alakalı vesvese vermeye başlar. Ya işten atılırsam, sakatlanırsam, ya iflas edersem, ya zorlu bir hastalığa yakalanırsam, sevdiklerim ölürse!.. Bu ihtimaller de uzar gider. O şahıs geçmişteki pişmanlıkları ve geleceğin evhamlarıyla deli divaneye döner. Bazıları düşünmemek için ya içki içer ya kumar oynar.

Hâlbuki insana zoru başaracak irade verilmiştir. “Her insan ne yaparak muvaffak olmuşsa ben de öyle yaparak, öyle yaşayarak başarılı olurum.” demek iradedir. İradenin en önemli vazifesi de haramları terk etmektir. Eğer bir insanın dünyası başına cehennem olmuşsa şöyle demelidir: Ben İslam'ın hangi emrini yapmadım ki, böyle kötü duruma düştüm?

Olabilir, her insan günah işleyebilir. Çünkü Allah, insanı günah işleyebilecek fıtratta yaratmıştır; en başta nefsi onu yönlendirir. Ancak şurası kesin ki; insan yaşadıkça fizikî zaruretler dolayısıyla birçok günahı terk etmek zorunda kalır. Bu da Allah'ın rahmetidir. Ama önemli olan, sonradan pişman olmamak için genç iken yüzümüzü günahlardan hayırlara çevirmektir.

Günah işledik, hata ettik diye acayip hallere girmeye gerek yok. Her şeyin bir usulü var. Tövbe eder; o günah inşallah silinir gider. Allah'ın rahmeti her yere yağan yağmur gibidir. İsteyen herkes bu yağmurdan nasibini alır. Ancak, Allah'ın emrettiklerinden sorumlu değilmiş gibi yaşamak, Allah'ın nimetlerini görmemek, anlamamaktır.

İyiliğin kaynağı İslamiyet'tir. İyiliklerin bütünü İslamiyet'tedir. Mesela akıllı olmak önemli değil, aklı nerede kullandığımız önemlidir. Çünkü aklın vazifesi İslamiyet'i anlamaktır. Kur'an'da anlaşılmayan bir yer yok. Bunun için de “keşke” demenin insana bir faydası yok.

Şu anda helal dairede bulunmak, bulunduğumuz anı İslam'a uydurmaktır. Mesela, bakkal dükkânı açmış, teraziyi doğru tutuyor, yalan söylemiyor, müşteriyi kandırmıyor; bu güzel haller Allah'a itaatle tecelli ediyor, hepsi ibadet olur. Allah da böyle kuluna hayırlı eş verir, hayırlı evlat verir, kârlı iş verir... İşte böyle insanların gönlünde pişmanlık yerine huzur vardır.

Hayat bazen karanlık görünür gözümüze. Geçmişin pişmanlıkları, geleceğin telaşı insana yaşadığı ânı zehir eder amma insan dikkat ederse, en çok sıkıntı anlarında “Allah” diyor. Bu bile insanı teselli etmeye yetmeli, “Ne güzel, isyan etmiyorum. Allah'a el açıyorum.” demeli.

Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil. Herkes istediği yere gidecektir. Haramların yaygın olduğu bu devirde sünnet-i seniyyeye ittiba eden, zamanının bütününü ibadetle geçirmiş olur, hiçbir zaman pişmanlık duymaz. Çünkü Allah'ın lütfuyla Allah'a itaat edeni Allah korur.

Bediüzzaman Hazretleri buyuruyor ki: “Mazi geçmiş gitmiş, geri döndüremezsin, onunla meşgul olma; istikbal gelmemiş, onunla da meşgul olma. Bulunduğun hayatı, dakika dakika, günbegün İslam'a uydur.”

Ne zaman öleceğimizi bilemeyiz fakat her an ölebiliriz. Öyleyse ben şu andaki halime bakarım; İslam'a uygun mu? İslam dışı hareketleri kalp kabul etmez, sıkılır. Müslüman da kendisini böyle kontrol ettiği müddetçe pişmanlık duymaz.

İslam'ı saniye saniye yaşamak mümkündür. Buna kalp uyanıklığı denir. Mesela Müslüman plaja da, meyhaneye de gidebilir; “Bu halim İslam'a uygun mu?”, “Değil!”, hemen o hali terk eder. Aynı şekilde evde oturuyorum, seyrettiğim televizyon İslam'a uygun yayın yapıyor mu, okuduğum gazete İslam'a uygun neşriyat yapıyor mu, kıyafetim İslam'a uygun mu, arkadaşlarım dostlarım iyi mi kötü mü? Her konuda, her noktada duracağız, kendimize soracağız: “Bu halim helal mi haram mı?”

Şu anki durumum İslam'a uygunsa, Elhamdülillah!
 
 
 

4 Eylül 2015 Cuma

Kıyâmet Gününün en talihli 7 Grubu

Kıyâmet Gününün en talihli 7 Grubu
 
Cemil Tokpınar

c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
04 Eylül 2015, 02:43

Yüce Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Yedi kimseyi Allah-ü Teâlâ kendi gölgesinden başka gölgenin olmadığı (kıyâmet) gününde kendi gölgesinde gölgelendirecektir: Adâletli devlet reisi, Rabbine ibâdet yolunda serpilip büyüyen genç, gönlü mescidlere bağlı kimse, Allah yolunda birbirini sevip buluşan ve bu yolda ayrılan iki kimseden her biri, makam sahibi güzel bir kadın onu istediğinde, “Ben Allah’tan korkarım” diyerek (o günahı işlemeyen adam), sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar (gösterişsiz) gizli sadaka veren adam, tenhada Allah’ı zikredip de gözü dolup taşan kişidir.” (Buhârî, Muhâbirîn: 4)

Hadiste geçen kıyamet günü öyle bir gündür ki, o gün insanlar kendi nefislerinden başka kimseyi düşünemezler. O gün Peygamberimiz (s.a.v.) dışında bütün insanlar, “Nefsim nefsim” diyecek, kişi belki yardım isterler diye annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacaktır. Güneşin bir mil aşağı ineceği o gün en çok ihtiyaç duyulacak şey ‘gölge’dir. İşte hadiste, o dehşetli günde kimlerin gölgelendirileceği belirtilmektedir.

1.Adaletli idareci

Başta gençler olmak üzere hemen her mümin burada sayılan yedi sınıftan hepsine girebilir. Gerçi ‘devlet başkanı’ olmak herkesin elinde olmayan, ancak milyonlarca insandan birisine nasip olan fırsat ve sorumluluktur. Ancak ‘devlet başkanı’ ifâdesinden, derecesine göre ‘yönetim, yetki ve sorumluluk’ sahibi herkesi anlayabiliriz. Böyle olunca birinci gruba adâletli bir şekilde idarecilik yapan birçok insan girebilir.

2. İbadet eden genç

İkinci grup, “Rabbine ibâdet yolunda büyüyüp serpilen gençtir” ki, bu gruba girmek her gencin elindedir. Nefsini günahlardan koruyan, bilhassa zamanın fitne ve fesâdından kaçınan, hevâ ve hevesine uymayıp, gençliğini Allah yolunda ve O’na ibâdette geçiren genç, bu büyük müjdeye nâil olacaktır.

Yine bir hadiste şöyle buyrulur: “Küçüklüğünden beri Allah’a çokça kulluk eden gencin, yaşı ilerledikten sonra çokça kulluk etmeye başlayan ihtiyara üstünlüğü, peygamberlerin diğer insanlara üstünlüğü gibidir.” (Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs)

3. Cami âşıkları

Üçüncü grup, “gönlü mescitlere bağlı kimse”dir. Gönlü mescitlere bağlı olan mümin, hem huzurlu ibâdet eder, hem cemaat şuurunu anlamış olur. Elbette buradaki mescitlerden kasıt birinci derecede câmilerdir. Ancak bulunduğu yer ve imkân nispetinde, “Allah’a cemaatle ibâdet edilen her yer” bu kavram içine girebilir.

4. Allah için sevenler

Dördüncü grup, “Allah yolunda birbirini sevip buluşan ve bu yolda ayrılan iki kimseden her biri”dir. Kim ki, İslâmın ilerlemesi ve Kur’an’ın yaşanması için bir veya birkaç arkadaşıyla buluşur, çalışır, hizmet ederse, bu müjdenin mutluluğuna erer. Özellikle îman ve Kur’an hizmeti yolunda her hafta, belki her gün bir araya gelen kimseler, bu müjdeyi hak eden bahtiyarlardır.

5. İffet kahramanları

Beşinci grup, “makam sahibi güzel bir kadın onu istediğinde, ‘Ben Allah’tan korkarım’ diyerek o günahı işlemeyen adam”dır ki, bu dehşetli imtihana en çok muhatap olan kesim gençlerdir. Özellikle bu asırda, bu tür imtihanla karşılaşmak her zaman mümkündür. Rabbim böyle bir imtihanla karşılaşan herkesi korusun ve nefsini yenip başarılı olmasını nasip etsin. Özellikle iffet imtihanının ağırlaştığı günümüzde bu hususta gayretli ve başarılı olan gençler, inşallah Cennette Hz. Yusuf’a (a.s.) arkadaş olurlar.

6. Sadaka düşkünleri

Altıncı grup, “sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar gösterişsiz gizli sadaka veren adam”dır. Sadaka, bir mü’mine herhangi bir şekilde faydalı olmak, yardım etmektir. Bu, mal ile olabileceği gibi, fiil ile davranış ile, ilim ile de olabilir. Bir tebessüm etmek, hâl hatır sormak, derdini paylaşmak da bir sadakadır. En mükemmel sadaka ise sahip olduğumuz îman ve İslâm bilgisini muhtaç bir kardeşimize aktarmaktır.

http://www.meydangazetesi.com.tr/kiymet-gununun-en-talihli-7-grubu-makale,1289.html

 

3 Eylül 2015 Perşembe

Sema Maraşlı - Gülümse

Sema Maraşlı - Gülümse


05 Ağustos 2015Sema Maraşlı6 Yorum »
7_b
 


Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var;

Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var!


Daha on üç yaşlarında ezberlemiştim Necip Fazıl’ın ölüm ile ilgili şiirlerini, Allah ondan razı olsun. Ölümü bu şiirlerle sevdim galiba. Bu yüzden gidenlere pek üzülmüyorum. Ruh hapsolduğu beden hapishanesinden kurtulup Rabbine Allah’ın rahmetine gidiyor.

Gidenlere değil, kalanlara üzülüyorum, kendilerini o kadar harap ediyorlar ki. Sanki hayat orada duruyor. Özellikle kadınlar duygusal oldukları için kendilerini çok zor toparlıyorlar bazen hiç toparlayamıyorlar. Küçük yaşta ya da genç yaşta çocuğunu ebedi hayata gönderen annelerden sorular geliyor bazen. Çocuğun ölümünden sonra kocası ile bütün muhabbetleri bitiyor. Odalarını ayırıyorlar, iletişimleri kesiliyor.

Kadınlar istiyorlar ki eşim beni acıma bıraksın günlerce aylarca hatta senelerce doya doya ağlayayım. Oysa bilmiyor ki uzun süren acı dönemleri bir süre sonra alışkanlığa dönüşür, o da bir süre sonra kişinin ruh sağlığını bozar. Hz Ömer yolda çırpınarak ağlayan bir kadın görür, derdini sorar. Kadının evladı ölmüştür. Hz. Ömer kadına “Evine git saçına bir kına yak da kendine gel.” der. Kadınlar kendini acıya bırakmamalı. Allah Rasulü de kadınlara cenazeden üç gün sonra kocaları için süslenmelerini emretmiş. Kadın kendini acıya bırakırsa toparlanması çok zordur. Giyinmek, süslenmek aynada kendini iyi görmek öncelikle kadının kendi ruh hali için iyidir.

Dinimizde taziye süresi üç gündür. Üç günden sonra taziyeye gitmek mekruhtur. Çünkü her gelen acıları yeniler. Cenaze sahibinin normal hayatına dönmesine engel olur.

Bağıra çağıra, saya saya ağlamayı dinimiz yasaklamış. İçinden geliyorsa ( ayıp olmasın diye zoraki ağlayanlar da oluyor) sessiz sessiz gözyaşı döküp üç gün içini temizleyip sonrasında da normal hayata dönmek için gayret göstermek lazım. Sonuçta hepimiz ebedi hayata giden yolda bir yolcuyuz. Ölenin bizden tek farkı, bizden biraz daha önce gitmiş olması sadece. Belki biz de ona çok yakın zamanda kavuşacağız belki de uzak.

Kadere ve ebedi hayata inandığımızı iddia edip sonra da ölümden korkmak ya da ölenlere çok üzülmek biraz tezat değil mi? Ölüm karşısında öyle abartılı tepkiler veriyoruz ki sanki biz hiç ölmeyecekmişiz de sadece sevdiklerimiz ölüyormuş gibi.

“Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;

Soruversem: haberin var mı öleceğinden?”
diye yine ne güzel söylemiş Necip Fazıl.

Geçen yıl babamı ebedi hayatına uğurladık. Ölmeden önce ölümle ilgili güzel bir konuşma yaptık onunla. Ona Necip Fazılın ölümle ilgili şiirlerini okudum, ölümün güzelliğini anlattım. Bir kaç gün sonra kollarımdayken uçtu gitti. Kulağına şehadet fısıldadım. İyi adamdı, güzel öldü, Rabbim rahmeti ile muamele eylesin.

Ölüm kelimesi yerine “kaybetttik” kelimesinin kullanılmasını hiç doğru bulmuyorum. “Onu kaybettik” denir mi? Kaybolan falan yok. Sanki ölen belirsizliğe gidiyor. Nereye gittiği belli. Bedenen aramızdan ayrılıyor, gerçek hayatına, ebedi hayatına başlıyor.

Ebedi hayata inanan insanlar olarak ölümle neden barışık değiliz? Dünyaya gelirken dönüş bileti ile birlikte geliyoruz. Üzerindeki yer ve tarih ne ise dönüş o vakit gerçekleşecek. Ne bir dakika önce ne bir dakika sonra. Sonuçta erken ölüm diye bir şey de yok.

Al-i İmran Suresi 156. Ayet-i Kerime de Rabbimiz şöyle buyuruyor.

“Ey iman edenler! Siz, sefere çıktıkları veya savaşa gittikleri zaman ölen kardeşleri için: “Eğer yanımızda olsalar ölmezler ve öldürülmezlerdi.” diyen o kâfirler gibi olmayın. Allah, bu sözlerini onların kalplerinde derin bir hasret (yarası) kılmıştır. Yaşatan ve öldüren Allah’tır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”

Ne büyük bir uyarı. Ölenler için öyle olmasaydı ölmezdi demeyin kafirler gibi buyruluyor.

Ölümün vakti saati değişmez; fakat kul olarak bizim üzerimize düşen, oturup ölümü beklemek değil. Bir hastalık varsa tedavi olmak, bir tehlike varsa tedbir almak, kendini korumak için yapılması gerekenler varsa yapmak gerek. Ya da ölümde bir kasıt varsa suçluların cezalandırılması lazım. Bunlar ayrı konular. Biz kaderi bilmiyoruz, bize düşen tedbir almaktır.

Sonuçta ölüm olduysa isyan etmemek, kendini acıya bırakmamak, normal hayata dönmek gerekir. Genç ölenlere çok üzülüyoruz fakat biz bize merhameti veren Yaradan’ımızdan daha merhametli olamayız. O öyle takdir etti ise bir hikmeti vardır deyip teslim olmak gerekir.

Ayrıca gidenlere ağlamak yerine ağlayacaksak kendi halimize ağlayalım. O buradaki hesabını kapatmış, biz kendi halimize bakalım. Ölümden ya da ölüden korkmanın bir mantığı yok. Akıllıca olan ölüm sonrasına hazırlanmak. Ölümle barışık olmak zorundayız. Ölüm korkusu kişiyi hayata karşı da korkaklaştırır. Depresyonun, korku ve kaygıların altından da çoğunlukla ölüm korkusu çıkar. Ahiret hayatımız için elimizden geleni yapmak ve Allah’ın rahmetine sığınmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.

Kapı kapı bu yolun her kapısı ölümse,

Her kapıda ağlayıp son kapıda gülümse!
(N.F.Kısakürek)

Rabbim Azrail’i görünce tebessüm eden ve Rabbine gülümseyerek giden kullarından eylesin bizleri.
 
http://www.cocukaile.net/gulumse-2/
 
 

2 Eylül 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Masum bir insanı öldürmenin dehşeti

Ahmed Şahin - Masum bir insanı öldürmenin dehşeti


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Masum bir insanı öldürmenin dehşeti


Masum bir insanın canına kıymak, Allah indinde göze alınamayacak derecede büyük bir günahtır.

Sanki öldürülen bu masum insan tek şahıs değil de tüm insanlığı temsil etmektedir. Rabb'imiz haksız olarak insan öldüren katile, bu nazarla bakmakta, tek insanı öldürmesine rağmen tüm insanlığı öldürmüş gibi mesuliyet ve vebal altında görmekte, ayetinde de böyle göstermektedir.

Nitekim Maide Sûresi 22. ayetinde bu gerçek, şöyle dikkate verilmektedir:

-Kim suçsuz bir insanı öldürürse bilsin ki, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de suçsuz bir insanı ölümden kurtarırsa o da bilsin ki, sanki bütün insanları ölümden kurtarmış gibidir!

Demek ki Rabb'imiz yarattığı insanlardan bir tekinin dahi suçsuz yere canına kıyılmasını istememekte, cinayeti küçük bir günah, basit bir olay olarak görmemektedir.

Hatta bir diğer ayetinde de katile, kâfirlere-müşriklere verilen cehennemde ebedî kalma cezası gibi ceza vereceğini de haber vererek şöyle uyarıda bulunmaktadır:

-Kim masum bir mü'mini kasti olarak öldürürse, onun cezası da cehennemde ebedî kalmak olacaktır! (Nisa Sûresi, 93)

Bu uyarıdan anlaşılan odur ki, bir mü'mini inancından dolayı öldürmek de ayrı bir günah ve dehşet arz etmekte, bunun cezası da kâfirlere-müşriklere verilen cehennemde ebedî kalma cezası gibi ağır olacağına dikkat çekilmektedir.

Bir önemli nokta da, suçsuz insanı öldürmeye teşebbüs edene destek verip teşvik edene de suça sebep olma cezası verileceğine dikkat çekilmektedir. Bu konuda hadislerde şöyle uyarıcı hatırlatmalar yer almaktadır:

-Yer ve gök ehli hep birleşerek masum bir insanın öldürülmesinde ittifak etseler, Rabb'imiz o tek masum insanın yanındadır, cinayeti destekleyen haksız çoğunluğun tarafında değildir!

Efendimiz (sas) Hazretleri, bu konuda şöyle bir uyarıda daha bulunmaktadır:

-Eğer bir mü'minin kanını dökmeye yer ve gök ehli birleşerek iştirak etse, Allah onların hepsini de burnu üstü cehennemine sürer, o tek masum mü'minin hakkını korumak için.

Demek ki Allah (cc) çoğunluk dahi olsalar haksızların yanında değil, azınlık da kalsa masumun tarafındadır.

Hatta İslam, insan katiline o kadar suçlayıcı gözle bakmaktadır ki, katil öldürdüğü masum kimsenin mirasını alabilecek derecede yakını olsa, miras payını da kaldırmakta, mirastan da katili mahrum etmektedir. Bu sebeple de ana-baba katili, miras hissedarlığından da çıkarılmaktadır.

Ayrıca İslam, sadece katili böylesine kötü görmekle kalmaz, katile bir kelimelik sözle de yardımcı olanı da cinayete ortak görür, sebep olma cezası verir.

Bunu da yine Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle haber verir:

-Bir adam bir masum insanın ölümüne bir tek kelime ile olsun yardımcı olur, teşvik ederse bilsin ki, kıyamette yardımcı adamın alnına “Bu adam Allah'ın rahmetine olan liyakatini kaybetmiş bir cinayet teşvikçisidir!” diye yazılır.

Demek ki, bir adam da bir masumun öldürülmesine bir kelime ile olsun engel olursa, onun alnına da “Bu adam Allah'ın rahmetine olan liyakatini bir masumu kurtarmaya sebep olmakla ispatlamıştır!” diye yazılır.

Sözün özü şudur: Yüce İslam, suçsuz insanı öldürmekten çekinmeyen katillere asla müsamaha göstermemekte, cihad bahanesine sığınmalarına da izin vermemekte, masum insan hayatına kıymaktan çekinmeyenlerin İslam'a itaat eden değil, isyan eden cehennemlikler olduğunu da açıkça ilan etmektedir.

-Fa'tebirû yû üli'l-ebsâr! Düşünün ey basiret ve vicdan sahipleri!
 
 
 

1 Eylül 2015 Salı

Ahmed Şahin - Dört şehit annesi sahabe ne diyor bakın...

Ahmed Şahin - Dört şehit annesi sahabe ne diyor bakın...


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Dört şehit annesi sahabe ne diyor bakın...


İslam'da şehitlik, peygamberlikten sonra erişilebilecek en yüce makamdır.

Ahirette en yüce makam önce peygamberlerindir. Sonraki derece ise şehitlere verilmiştir.

Bu sebeple şehitlerin üzerindeki (kul hakları dışında) tüm günahlarının bağışlanacağına da hadislerde işaret edilmiştir.

Nitekim değerli hadis kitabı Müslim'de şehidin (kul borcu dışındaki) tüm günahlarının bağışlanacağına işaret edilirken, bir şehidin yetmiş kadar yakınına da şefaat edebileceğine dikkat çekilmiştir.

Hatta, şehidin geride kalmış kimsesiz yakınlarına yardım eden hayırseverlerin de, şehidin şefaatinden istifade edeceklerine işaret olunmuştur. Şehitlerde ilk yüksek derece savaşırken yaralanarak ölenlere aittir. Yani hem dünyada hem de ahirette şehit muamelesine tabi tutulan tam şehitlerdir bunlar. Yaralandıkları elbiselerini çıkarmaya gerek duyulmadan definleri yapılır bu ilk şehitlerin.

Maruz kaldığı irade dışı kaza, bela ve musibetlerden dolayı hayatını kaybedenlere de ahiret şehidi denilir. Onlar da dünyada şehit gibi defin muamelesine tabi tutulmasa da ahirette şehit mükafatına layık görülen şehitlerden sayılırlar.

Aslında şehitlik, sahabelerde tüm Müslümanlara örnek olacak muhteşemlikte yorumlanmış ve yaşanmıştır.

Nitekim dört çocuğunu da Mute savaşında şehit veren büyük sahabi Hazreti Hansa'nın taziye için gelen dostlarına, “Beni taziye değil tebrik edin, çünkü ben dört evladını şehit verme şerefine ulaşmış bir anneyim!” diyerek taziyecileri teselli etmiş olması, muhteşem bir şehit annesi örneği olarak tarihe geçmiştir.

Günümüze de mesaj yüklü bu dört evladını da şehit vermiş olan Hansa annenin sabır kahramanlığını merhum ve meşhur şairimiz Ali Ulvi Kurucu kitabında bakın nasıl anlatıyor bizlere:

Arap âleminin Mekke'de Hansa adında meşhur şaire bir kadını vardı. Bu kadının Sahar adında çok sevdiği bir ağabeyi vardı. İslam'dan önceki Arap savaşlarının birinde Sahar öldü. Bu ölüm üzerine söylediği içli şiirleriyle o günkü dünyayı yasa boğan Hansa, yaşlı gözlerle gökyüzüne bakarak söylediği şiirlerinde şöyle diyordu:

Ey mehtap! Ağabeyim Sahar'ın gömüldüğü taraflardan geliyorsun, kabrini ziyaret ettin mi? Ey bulutlar! Sahar'ın kabrine doğru gidiyorsunuz, gözyaşı dökecek misiniz onun üzerine? Ey rüzgâr! Ağabeyime selamlarımı tebliğ edecek misin mezarı üzerinden geçerken?

İşte bu derin duygulu Hansa kadın, nihayet Medine'de İslam'la şereflendi, kuvvetli bir imana sahip oldu. Kaderin takdirine bakın ki bu sefer de hicretin 8. senesindeki Mu'te harbinde dört oğlu birden şehit oldu. Bunun üzerine başkomutan Hz. Halid kaygılanarak dedi ki:

Eyvah! Bu çok duygulu şair kadın ağabeyi için dünyayı yasa boğan şiirler söyledi. Şimdi ise dört yavrusunu birden şehit verdi. Nasıl taziye edeceğiz bu duygu yüklü anneyi? Şimdi dünyayı içli şiirleriyle yine velveleye verir.

Acısını paylaşmak için gelen taziyecilere nasıl bir uyarıda bulundu bu derin duygulu Hansa anne bakın:

Ey taziye için gelen ziyaretçilerim, beni taziye etmeyin tebrik edin! Çünkü ahirette şefaatçisi bekleyen şehit anneleri, taziyeye değil tebrike layıklar. Mahşerde birer şefaatçi olarak yakınlarını karşılayacak olan şehitler, onları dışarıda bırakmayacak, cennetteki şehit makamında birlikte mutlu yaşayacaklar. Onun için siz dört şehit annesi olan beni taziye değil tebrik edin. Ben de tüm şehit annelerini tebrike layık görmekteyim!

Demek şehit anneliğine böyle bakan dört şehit annesi sahabe anneler de vardır. Ebedi hayatta kendilerini cennette bekleyen şehitleriyle birlikte olacaklarını düşünerek kendilerini tebrike layık görmekte, tüm şehit annelerinin de tebrike layık olduklarının farkında olma uyarısında bulunmaktalar.

Rabb'imiz, rahmetle yâd ettiğimiz şehitlerimizin şefaatine nail eylesin bizleri de.