4 Mayıs 2017 Perşembe

RECÂ

RECÂ

‘Reca’, sözlükte ummak ve beklemek demektir.

Tasavvufçulara göre Recâ, gelecekte vuku bulacak bir şeyi beklemek ve ummaktan duyulan lezzettir. Beklenen şeyin olması, bir takım sebeplere dayanır. Eğer bu sebepler yerine getirilmiş ise o güzel şeyin olmasını beklemeye, recâ demek doğrudur. Fakat bu sebepleri yerine getirmeden o şeyi beklemek, recâ değil, gurur (aldanma) ve aptallıktır. Şayet bu sebeplerin var olup olmadığı bilinmiyorsa bu beklemeye ‘temenni’ denir.

Buna göre recâ, ancak kulun, kendi iradesi içerisindeki işleri yerine getirdikten sonra, arzu ettiği sonucu beklemesidir.

Ondan sonra sonuç, Allah (c.c.)’ın lütuf ve iradesine bağlıdır. Kul, iman tohumunu ekip onu ibadet suyu ile sular, kalbi kötü ahlak dikenlerinden temizler de Allah (c.c.)’tan mağfiret beklerse o bekleyişi gerçekten recâ’dır. Ama iman tohumunu ibadet suyu ile sulamaz, kalbini kötü huylarla kirli bırakır, dünya zevklerine dalar da Allah (c.c.)’tan mağfiret beklerse bu bekleyiş recâ değil, ahmaklık ve gururdur. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmuştur: “Onların ardından, yerlerine geçip kitaba varis olan birtakım insanlar geldi ki onlar, şu alçak (dünya)’tan yararlanıyorlar. ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız’ diyorlar.

Kendilerine, ona benzer bir yarar daha gelse onu da alırlar. Peki ‘Allah hakkında, gerçekten başkasını söylememeleri’ hususunda kendilerinden Kitap Misâkı (Kitap’ta bu hususta kendilerinden söz) alınmamış mıydı? Ve onun içindekini okuyup öğrenmediler mi? Ahiret yurdu (günahlardan) korunanlar içindir.

Düşünmüyor musunuz?” Bundan dolayı arifler, amelsiz recâ’nın doğru olmayacağı konusunda görüş birliği içindedirler. Ebû Alî er-Rüzbâri: ‘Havf ve recâ, kulun iki kanadı gibidir. İkisi de eşit olursa kuş düzgün durur ve uçar. Biri eksik olursa kuşun uçuşu zayıflar. Kanadın ikisi de giderse kuş, ölüm sınırına girer.’ Sülemî de şöyle diyor.

‘Havf ve recâ, kulu her halinde, fiilinde ve vaktinde doğrultan iki yulardır. Ne zamanki bunlardan biri diğerinden fazla olursa kul hareket edemez, ilerleyemez.

Bunun için kul, havf halinde recâ’ya; recâ halinde havfe sarılmalıdır ki hali dengeli ameli düzgün olsun. Çünkü havfın ağır basması, umutsuzluğa; recâ’nın ağır basması da aşırı güvenle gevşekliğe götürür.’ Demek ki recâ, gerek sâlik (Tasavvuf yoluna başlayan), gerek ârif herkes için geçerlidir. Recâ’dan bir an ayrılan helâke yaklaşır. Çünkü kul, ya Allah (c.c.)’ın mağfiretini, ya bir hatasını düzeltmeyi yahut bir amelinin kabulünü, yahut da istikâmetinin gerçekleşmesini ve devamını, Allah (c.c.) katında bir mertebe almasını umar. Bunları veya bir kısmını ummayan sâlik yoktur. Öyle ise sâlik, her zaman recâ içindedir. Ebû Al’i ed-Dakkak: ‘Havf, nefsine ...cağım, cağım, inşallah yaparım gibi bahane bulma fırsatı vermemektedir.’ demiştir. Hâlem el-Asam: ‘Her şeyin bir zîyneti (süsü) vardır, ibadetin ziyneti de havf (Allah’tan korkmak) dır’ demiştir. Vâsıtî: ‘Korku ve recâ; nefsin kötü huylarına dalmaktan engelleyen iki dizgindir. Ama Hak, sırlara hakim olursa artık recâya ve havfa yer kalmaz.’ demiştir.

Abdullah bin Mübârek: ‘Gönüllerde sürekli gözetim, ölünceye dek korku çalkalanır.’ demiştir. Yahyâ ibn Muâz şöyle demiş: ‘Neredeyse günahlarımla seni recâm (ummam), amelimle seni recâma (ummama) galip geliyor. Çünkü ben, amellerimi yaparken ihlâsa dayandığımı sanıyorum. Ben kendim, afetlerle müptelâ iken amellerimi nasıl afetlerden koruyup temizleyebilirim? Ama günahları yaparken kendimi senin affına dayanır görüyorum. Senin sıfatın cömert iken bu günahları nasıl bağışlamazsın?’ ‘Recâ’nın alâmeti, gücü ölçüsünde tâatlere yönelmek, havfın alâmeti, bütün aykırılıklardan uzaklaşmaktır. Havfın hakikati, ancak râcî’ye; recâ’nın hakikati de ancak hâife doğru olur. (Ancak râcî, gerçek korkuya erer ve ancak hâif, gerçek recâ yı bulur.)’ Yüce Allah buyurmuştur: “O (tanrı diye) yalvardıkları da, onların (Allah’a) en yakın olanları da Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar; O’nun rahmetini umarlar, azâbından korkarlar.” Birçok peygamberi ve Hz. Zekeriyyâ’yı andıktan sonra da onları şöyle övmektedir. “Gerçekten onlar hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi.” Tâatlere çalışan kul, masiyetten (günahlardan) uzak durur, günahı değil, iyiliği sever, nefsini beğenmez, böbürlenmezse tevbesinin kabulünü umabilir. Çünkü Yüce Allah buyurmuştur: “Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar, Allah’ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayan. Çok merhamet edendir.” , “Allah’ın Kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla batmayacak bir ticaret umarlar.” Yani ancak böyle olanlar, Allah (c.c.)’ın rahmetini umarlar. Yahya ibn Muâz şöyle demiştir: ‘Bana göre en büyük aldanma, günâhlara dalıp dururken bunlardan pişmanlıkla el çekmeden affı ummak; ibâdet etmeden Allah (c.c.)’a yakın olmayı beklemek; cehennem tohumunu ekip cennet (bahçe) bitmesini beklemek; isyanlar ile, itâat edenlerin evine girmeyi istemek, eylemsiz ödül beklemek; aşırı davranışlar yaparken Allah (c.c.)’tan temennîlerde bulunmaktır.’ İlmin doğurduğu bir hal olan recâ, beklenen şeyin olması için gereken işleri yapma sonucu verir. Kul, itâatlerle nefsin arzularını kırmaya çalışırken Allah (c.c.)’ın rahmetinden umudunu kesmez. “Çünkü kâfirlerden başkası, Allah’ın rahmetinden umut kesmez.”

Korku, recânın zıttı değil, onun arkadaşıdır. Onunla birlikte, rehbet yolu ile mücahedeye sevk eden bir etkendir. Recâ rağbet yolu ile mücahedeye sevk ederken, havf da rehbet yoluyla mücahedeye sevk eder.

Demek ki recâ hali, uzun ameller yapmaya, ibâdet ve itaâtler devam etmeye yöneltir. Recâ içinde bulunan, Allah (c.c.) için yaptığı amellerden, Allah (c.c.)’a yalvarıp yakarmaktan zevk alır. İşte bu, recânın alâmetlerindendir. Yahyâ ibn Muâz şöyle demiş: ‘Sırf havf faktörü ile, Allah (c.c.)’a ibâdet eden kimse, düşünceler zikrinde dalar. Sırf recâ faktörü ile Allah’a ibâdet eden, kurtuluş gururu içinde zayi olur. Havf ve recâ ile Allah (c.c.)’a ibâdet eden, zikir caddesinde doğru yürür.’ Havf ve recâ, karşılıklı iki esastır.

Mümin, bu ikisi arasında dengeli; ümit ve korku, aşırı gitme, geri kalma arasında ölçülü durur. Mekhûl ed-Dımaşkî demiş ki: ‘Yalnız havf ile Allah (c.c.)’a ibadet eden Harûrî’dir. Yalnız recâ ile Allah’a ibâdet eden Mürcii’dir.

Yalnız muhabbet ile Allah’a ibadet eden zındıktır. Fakat hem havf, hem recâ, hem de muhabbetle Allah’a ibadet eden muvahhiddir.’ O halde bunların hepsini birleştirmek gerekir. Ancak ölüm halinden önceki zamanlarda havfın ağır basması daha uygundur. Fakat ölüm halinde de recâ ve güzel zannın ağır basması daha uygundur. Çünkü havf, amele sevk eden bir kamçı görevini yapar. Ölmek üzere olanın, artık amel yapma fırsatı kalmamıştır. Amel yapmazken korkusu da artarsa dayanamaz ve bu, onun ölümünü çabuklaştırır.

Fakat o durumda recâ rahatlığı, kalbini güçlendirir, af ve mağfiret umduğu Rabbine sevgisini arttırır.

Herkes dünyadan Allah (c.c.)’ı severek ayrılmalıdır ki Allah (c.c.) ile buluşmayı da sevmiş olsun. Kim Allah (c.c.) ile buluşmayı severse Allah (c.c.) da onunla buluşmayı sever.

Çünkü kişi, sevdiğiyle beraberdir. Hz. Alî, (r.a.) çok günahından korkarak umutsuzluk içine düşen bir adama: ‘Ey adam, Allah (c.c.)’ın rahmetinden umutsuzluğun, yaptığın günahlardan daha büyük bir günahtır’ demiştir. Hadîs-i şerifte de: “Kul bir günah işler de tevbe ederse Yüce Allah meleklerine “Şu kuluma bakın, bir günah işledi, kendisinin, bağışlayan, günâhkarı cezalandıran bir Rabbi olduğunu bildi (de tevbe etti), tanık olun, ben onu bağışladım!” der.” Aşağıdaki hadislerde de Allah (c.c.)’ın rahmetinin bolluğu vurgulanarak insanlara umut aşılanmaktadır: “Eğer kâfir, Allah’ın rahmetinin ne derece bol olduğunu bilseydi, O’nun cennetinden umut kesmezdi.”

“Allah, yaratıkları yaratmazdan önce kendi nefsine rahmeti gerekli görmüş: “Rahmetim, gazabımı yenecektir.” diye yazmıştır.”

“Siz günah işlemeseydiniz, Allah günah işleyecek bir halk yaratırdı ki onları bağışlasın!”


BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=684
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder