Birbirine yabancı iki kişi, Allah adına söz vererek; sevgi, samimiyet ve sadâkat esasına dayalı bir yuva kurarlar. Aile olurlar. Böylece artık birbirlerine en yakın iki insan oluverirler. Peki bundan sonra eşlerin birbirlerine karşı görevleri nelerdir? Huzurlu bir aile hayatı için neler gereklidir?
Cenâb-ı Hak, âile müessesesinde birçok hikmetin gizli bulunduğunu şöyle beyân eder:
 “O’nun (varlığının ve birliğinin) delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden size eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat peydâ etmesidir. Şüphesiz ki bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.” (er-Rûm, 21)
Hakikaten, âile tesis edilirken, ilâhî kudret akışlarının bir tecellîsi olarak, birbirine yabancı iki kişi, Allah adına söz vererek; sevgi, samimiyet ve sadâkat esasına dayalı bir yuva kurarlar. Böylece artık birbirlerine en yakın iki insan oluverirler. Üstelik kurdukları yuva da kendilerine, ayrıldıkları baba evinden daha sıcak bir hâle gelir.
Lâkin bu sıcaklığın devamı için gelin ve damat beyin dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır. Bunlardan biri de, yeni evlenen gençlerin, kayınpeder ve kayınvâlidelerine karşı aynen kendi ebeveynlerine gösterdikleri hürmet ve muhabbet hissiyâtı içinde davranmalarıdır. Onları kendi annelerinden sonra bir anne, kendi babalarından sonra bir baba olarak görmeleri şarttır.
Ayrıca bu şekilde davranmak, kayınvâlidenin kendi gelinini öz kızı gibi görmesine, diğer taraftan damat beyin de evin yeni bir oğlu gibi telâkkî edilmesine vesîle olur. Böylece damat ve gelin hanımın yeni evlerinde îtibarları daha da artar. Arada derin bir muhabbet oluşur. Bunun neticesinde de gönüllerde ayrı bir huzur, hânelerde de ayrı bir bereket meydana gelir.
EŞLERİNİZE İYİ DAVRANIN
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “kadınlarla iyi geçinmeyi ve onlara güzel davranmayı” (en-Nisâ, 19.) emir buyurmuştur. Efendimiz de, eşler arasında herhangi bir ihtilaf mevzubahis olduğunda, münakaşaya mahal vermeyip gönüllerdeki muhabbetin sâfiyetine zarar gelmemesi açısından bir erkeğin yapması gerekeni şöyle bildirmektedir:
“Bir mü’min, hanımına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ‘, 61)
DÜŞÜNCELERİNE SAYGI DUYUN
Her insanın farklı mizaç ve fıtratla yaratılmış olduğu, şüphe götürmez bir gerçektir. Nitekim Ashâb-ı Kirâmın Efendimiz’e aynı suâli tevcih etmelerine rağmen, farklı fıtratları îcâbı, farklı cevaplara muhatap olmaları, bunun bâriz bir misâlidir.
Bir de her insanın, yetişmiş olduğu kültürden kaynaklanan farklı bakış açıları olabilir. Bunu bir misalle anlatmak îcâb ederse, meselâ bir odanın hem güneye hem de kuzeye bakan bir penceresi varsa, o pencerelerden görülen manzara aslâ bir olmayacaktır. Dolayısıyla kuzeye bakan bir kimse, güney penceresinden bakan kimseye “Niçin benim gördüklerimi görmüyorsun?” deme hakkına sahip değildir. Âile içerisindeki huzur ve saâdetin temini ve devamı için bu noktayı da göz ardı etmemek lâzımdır.
YARGILAMADAN ÖNCE KENDİNİZİ ELEŞTİRİN
Nefs, insanı dâimâ “Ben”le kandırır. Kişiye; “Ben bilirim!” “Ben daha iyi yaparım!” “Ben yanlış yapmam!” “Bu evde en çok ben hizmet ediyorum!” gibi sözler söyletir. Böylece kendini herkesten üstün görme hastalığına dûçâr eder. Gurur ve kibre sürüklenen insan ise, şeytana büyük bir fırsat verdiğinden her an hata yapmaya meyyaldir.
Unutmamak îcâb eder ki gönülleri; tevâzu, mahviyet, mahlûkâta şefkat ve merhamet duygularıyla tezyîn etmenin en müessir yolu, Allah rızâsı için hizmet etmektir.
Hizmet, gönülleri mânevî zirvelere ulaştıran müstesnâ ve ulvî bir basamaktır. Öyle bir basamak ki, ilâhî vuslat ve sonsuz mükâfâta mazhar olanların cümlesi; peygamberler ve evliyâ, ebrâr ve asfiyâ, hep bu basamağın üzerinde yücelmişlerdir.
Lâkin günümüzde nice insan, makam, mevkî veya maddî imkân bakımından üst seviyede olduğunda, kendini hizmetten müstağnî görebiliyor. Hâlbuki Efendimiz bizim her hususta en güzel rehberimiz olmalı, değil mi? Efendimiz:
“Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” (Beyhakî, Şuab, I, 334; VI, 334; Deylemî, Müsned, II, 324; Ali el-Müttakî, Kenz, no: 24834.) buyurmuyorlar mı?
Nitekim Efendimiz, hânelerinde bulunduğu vakti üçe bölerlerdi. Birini Allâh’a ibadete, diğer vaktini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı.
Kendisine ayırdığı zamanını, avâm-havâs insanların hepsine tahsis eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı, hepsinin gönlünü fethederdi.
Hattâ Âişe Vâlidemiz şöyle buyurmuşlardır:
“Resûlullah evdeyken boş durduğu hiç görülmemiştir. Ya bir yoksulun ayakkabısını tâmir ederdi veya bir kimsesizin elbisesini dikerdi.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 200)
Peki, Efendimiz’in ümmeti olmakla şereflenmiş olan bizler, neler yapıyoruz?
EN MESUT AİLE YUVASININ FORMULÜ NE?
Efendimiz, bütün insanlığa bir “üsve-i hasene”, yani emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak lûtfedilmiştir. Dolayısıyla dünyadaki en mesut âile yuvası da, Efendimiz’in yuvasıdır. Peki, o yuvada ne vardı?
Allah rızâsı vardı. Rûhâniyet vardı. Bunun getirdiği derin bir muhabbet vardı. Bu muhabbetin neticesinde, o mübarek yuvada bir lüks, gösteriş, kibir yoktu, tevâzû vardı. Bencillik yoktu, fedakârlık vardı. Cimrilik yoktu, cömertlik vardı. İsraf yoktu, kanaat vardı.
O yuvada dünyaya âit bir şey yoktu. Fakat o yuva mânen çok zengindi. Zira o yuva, fakir ve gariplerin müstefid olduğu bir âile vakfı gibiydi.
Bizim de kurduğumuz yuvalar israf ve lüksten uzak olmalı. Bir infak ocağı olmalı. Çünkü Cenâb-ı Hak, infâkı bol olan bir yuvaya, bahar yağmuru gibi bereket yağdırır. İşte bunun bâriz bir misali de Efendimiz’in yuvasıdır.
Nitekim Âişe Vâlidemiz şöyle anlatıyor:
“Resûlullah’ın aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)
“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gazvelerden bize ganîmetler, hediyeler ve benzeri imkânlar gelirdi.) Fakat Hazret-i Muhammed –sallâllâhu aleyhi ve sellem– (mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen Allâh’ın kullarına infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, III/62 [1396])
Allah Resûlü’nün cömertlikten ve ikram etmekten aldığı mânevî lezzet, kendisine maddî açlığını unuttururdu.
KUSUR ARAMA
Nefs, hep karşısındakinde kusur aramaya meyyaldir. Lâkin tasavvufun insana öğretmeye çalıştığı husus, dâimâ kendi hata ve kusurlarının farkına varmaktır. Bu idrâke varmış bir gönül, karşısında kim olursa olsun, ona tepeden bakamaz, onu hor ve hakir görmez.
Diğer taraftan herkes kendi hatâlarının affedilmesini ve unutulmasını ister. Yanlışın verdiği mahcûbiyetin ıztırâbından kurtularak doğruluğun huzuruna varabilmenin yollarını arar. Kendisi için böyle düşünen bir insanın, başkalarını affetmeyip kusurlarını araştırması ne kadar insafsızca bir davranıştır!
Biz, Allâh’ın kullarını affedelim ki O da en fazla muhtaç olduğumuz bir günde bizi affeylesin. Yani affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelelim.
Zira Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede kullarına soruyor:
“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2017 Ay: Aralık Sayı: 154