NASİHATLE UYANMAYAN, MUSİBETLE
UYANDIRILIR
☆☆ Eğitimci Yazar Dr. Vehbi Karakaş'ın
kaleminden ☆☆
Çok iyi hatırlıyorum… 1999
depreminden önce bir derste şöyle demiştim: Nasihatle uyanmayan ve yola
gelmeyenleri Allah, tarih boyu türlü türlü musibetlerle uyarmış ve
uyandırmıştır. Buna delil, bu musibetlerin bir özetini içeren Kur’an’ın şu
ayetidir:
فَكُلًّا أَخَذْنَا بِذَنبِهِ فَمِنْهُم
مَّنْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِ حَاصِبًا وَمِنْهُم مَّنْ أَخَذَتْهُ الصَّيْحَةُ وَمِنْهُم
مَّنْ خَسَفْنَا بِهِ الْأَرْضَ وَمِنْهُم مَّنْ أَغْرَقْنَا وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ
وَلَكِن كَانُوا أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Nitekim, onlardan her birini
suçüstü yakaladık. Kiminin üzerine taşlar savuran kasırgalar gönderdik, kimini
korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk.
Bunu yapmakla Allah onlara zulmetmiyordu, asıl onlar kendilerine
zulmediyorlardı.”[1] Yani isyanlarıyla Allah’ın cezasına ve musibetine davetiye
çıkarıyorlardı.
Ezan- Muhammedîlerin daveti
üzerine namaza koşmak, nasihatla ve Allah’ın rahmetiyle uyanmışlığın ve
uyandırılmışlığın ifadesidir. Ezan-ı Muhammedîlere kulakları tıkayıp yatmak,
depremle uyanmak ta musibetle uyanmışlığın ve uyandırılmışlığın ifadesidir.[2]
Nihayet 99 depremi oldu.
Gecenin 3,05’inde 45 saniye süren 7,5 şiddetindeki depremle uyandık. Uyanmayan
kimse kalmadı. O güne kadar namaza aldırmayan ve camiye selam vermeyen
insanlar, kendilerini seccadeye attılar, o gecenin sabah namazında camileri doldurdular.
Ne yazık ki deprem uzmanı
olarak tanınan, ama depremin manevî boyutunu göremeyen, perde arkasını
okuyamayan bir kısım materyalisler, talihsiz ve eksik beyanlarıyla depremin
uyarıcı ve ders verici yönünü kapattılar, insanların Allah’a ve namaza olan
teveccühlerini kırdılar.
Haddini aşan ve başkasının
tarlasına giren koyunlar, koyun oldukları halde çobandan atılan taşın ne anlama
geldiğini anlıyorlar: “Galiba biz yanlış yerdeyiz. Çobanımızın bizim burada
olmamıza izni yok”, diyor ve geri dönüyorlar. Ne yazık ki biz insanlar,
koyunlar kadar depremin de Rabbimiz tarafından atılmış bir taş, bir işaret
olduğunu, bilimsel birçok hikmetinin yanında insanları tevbeye, tedbire ve
teşekküre yönelttiğini anlayamıyoruz. Anlayıp ta ders çıkaramıyoruz.
Halbuki Kur’an:
وَمَا تَسْقُطُ مِن وَرَقَةٍ إِلاَّ
يَعْلَمُهَا
Cümlesiyle ağacın başından
düşen bir yaprağın dahi Allah’ın izni ve bilgisiyle düştüğünü haber veriyor.[3]
Bir ağacın yaprağındaki hareket
dahi tesadüfe bağlanamazken, kendi kendine olmazken, koskoca deprem hareketi
tesadüflere bağlanır mı? Kendi kendine olmuş başıboş bir olay gibi takdim
edilir mi? Deprem, yerin enerjisini boşaltması bile olsa, bu boşaltma da yine
bu olayın arkasında hikmetli bir kudretin olduğunu gösterir.
Başak olacak bir tohumun, ağaç
olup meyve verecek bir çekirdeğin toprakta çürümesi, civciv olacak bir
yumurtanın çatlaması, insan olacak bir damla spermin 9 ay anne rahmi gibi bir
zindanda kalması hikmetsiz, başıboş, rastgele, kendi kendine olan olaylar
mıdır? Bu icraatın arkasında Kudreti Sonsuz’un hikmetini görmek sadece aklı
başında olanların işidir.
Depremi fay hatlarının
kırılmasına ve enerji boşalmasına bağladınız diyelim, peki dünyanın saniyede 30
km hızla kurallı ve düzenli bir şekilde dönmesini, bunca yıldır bir trafik
kazası yapmadan yürümesini ne ile izah edeceksiniz? Muntazam işleyen bu düzenin
arkasında kudreti sonsuz bir kaptan olmazsa bu muhteşem düzen olur mu? Devam
edebilir mi? Şoförü olmayan bir araba, kaptanı olmayan bir gemi, pilotu olmayan
bir uçak düşünebilir misiniz?
Allah, beklenmedik olaylarla,
maddî ve manevi helaket, felaket, hastalık, savaş, kasırga, tayfun, tufan,
deprem ve benzer musibetlerle kendisini unutmuşlara, deistlere, ateistlere,
materyalistlere, beş vakit namazı ciddiye almayanlara, etrafına zulmeden
zalimlere kendisini hatırlatıyor. Adeta istifade ettiğiniz her şeyin sahibi
benim, siz de benim mülkümsünüz. Sizi yapan ve yaratan Rabbinize dönün, diyor.
Bir koyun çobanın attığı
taşların ne anlama geldiğini anlıyor ve dönüyor da, biz insanlar koyun kadar da
mı olamayacağız?
Kur’an soruyor: فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ
“Peki böyle nereye gidiyorsunuz?”[4]
Allah, Firavun gibi bir adama
iki elçisini gönderdi, yumuşak sözlerle kendisine davet ettirdi, adam gelmedi.
Üstelik kibirlendi. Bu büyüklenme hevesi ve havası ona: أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
“Ben sizin en büyük Rabbinizim”, dedirtti..[5] Allah’ın kendisine gönderdiği
davetçileri dinlemedi. Nihayet ölümle burun buruna geldiği zaman ve denizde
boğulacağını anladığı an: “Ben de tek olan Allah’a inandım, ben de Müslümanlardanım”,[6]
dedi. Dedi ama, bu dönüş işe yaramadı. Çünkü kervanı kaçırmıştı.
Allah, “Şimdi mi aklın başına
geldi. Halbuki biraz önce isyanlardaydın ve bozgunculuk yapıyordun?”[7]
buyurarak kabul kapısının kapandığını ilan etti.
Herkes kendine desin: Ey benim
nefs-i emmarem! Firavun gibi olma, tevbede geç kalma, yan gelip yatma, ezanla
gelen daveti aldın mı, derhal namaza koş.
Tevbe fırsatı da
bulamayabilirsin. Ölüm sekeratı uyandırmadan önce uyan.[8] Namaza karşı
tembellik etme. Huşusuz ve tadil-i erkânsız namaz kılma. Namazın, en büyük iki
görevi var: Biri Allah’a boyun eğdirmek, Allah’ın huzurunda olduğumuzu
hatırlatmak, diğeri de haksızlık yapmaya engel olmaktır.[9]
Kendine ve etrafına
zulmetmekten vazgeç. Ah alma. Mazlumiyetlere, mağduriyetlere meydan verme.
Şuna-buna haksızlık yaptıysan ahiretin büyük mahkemesine çıkarılmadan önce hak
sahipleriyle helalleş. Yunus gibi Allah ve Peygamber sevdasıyla ağla, sular
gibi çağla, gönülleri dağla ve söyle:
Ölüm haberi gelmeden,
Ecel yakamız almadan,
Azrail hamle kılmadan,
Gel gidelim Dost’a gönül.
Ecel yakamız almadan,
Azrail hamle kılmadan,
Gel gidelim Dost’a gönül.
☆☆ Eğitimci Yazar Dr. Vehbi Karakaş'ın
kaleminden ☆☆
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder