19 Eylül 2018 Çarşamba

TEVÂZÛ VE MÜ’MİNLERE KOL KANAT GERMEK

 
TEVÂZÛ VE MÜ’MİNLERE KOL KANAT GERMEK
 
Âyetler
 
1. “Sana uyan mü’minlere alçak gönüllü davran!”
Şuarâ sûresi (26), 215
Allah Teâlâ İslâmiyet’e gönül veren kullarını Resûlullah Efendimiz’e emanet ediyor. Onlara karşı mütevazi davranmasını, yardıma ve korunmaya muhtaç olanları himaye etmesini tavsiye buyuruyor.
Bu sadece Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e değil, onun şahsında bütün mü’minlere yapılmış bir tavsiyedir. Zira Yüce Rabbimiz mü’minleri birbirine kardeş yapmış, sonra da onlara birbirinin derdiyle ilgilenmeyi, birbirinin yarasına merhem olmayı ve kardeşlerinin sıkıntılarını gidermeyi emretmiştir.
Şu halde mü’minler kardeş olduklarını hiçbir zaman unutmayacak, birbirlerine asla kaba davranmayacak, kendilerini diğer kardeşlerinden üstün görmeyecek, onları küçümsemeyecek, onlara kardeş gözüyle bakacak, onlardan bir kabalık görünce hemen yüz çevirmeyecek, insan tabiatı böyledir diyerek, kardeşlerine karşı anlayışlı olacaktır.
İyi bir mü’minin diğer mü’min kardeşlerine karşı alçak gönüllü ve merhametli, kâfirlere karşı ise onurlu ve zorlu olması gerektiği Kur’an’ın buyruğudur [Mâide sûresi (5), 54].
2. “Ey iman edenler! Sizden biriniz dinden dönerse, şunu iyi bilsin ki, Allah o şahsın yerine, kendisinin sevdiği ve kendisini seven insanlar getirir. Bunlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı zorlu kimselerdir.”
Mâide sûresi (5), 54
Dinden  dönme olaylarının üçü Hz. Peygamber zamanında, yedisi Hz. Ebû Bekir devrinde, biri de Hz. Ömer’in hilâfetinde meydana gelmiştir.
Bunlardan Esvedü’l-Ansî, Müseylimetü’l-kezzâb ve Tulayha İbni Huveylid Resûlullah Efendimiz zamanında ortaya çıkarak peygamber olduklarını iddia etmişler; ilk ikisi müslümanlar tarafından telef edilmiş, üçüncüsü ise tekrar İslâm’a dönerek kendisini kurtarmıştır. Hz. Ebû Bekir devrinde dinden dönenlerin (irtidâd edenlerin) tamamı yok edilmiş, Hz. Ömer devrinde dinden dönen Cebele İbni Eyhem ise Bizans’a kaçıp canını kurtarmıştır.
Allah Teâlâ dinden dönenlere hitâben buyuruyor ki, siz dinden dönmekle kimseye değil sadece kendinize zarar verirsiniz. Önce müslümanlar eliyle belânızı bulursunuz. Sonra da Cenâb-ı Hak sizin yerinize, dünyada ve âhirette mutlu olmalarını istediği ve kendilerini çok sevdiği kullar getirir. Onlar da Allah Teâlâ’yı çok severler; O’na aslâ karşı gelmezler.
O bahtiyar insanların bir özelliği de mü’minlere karşı pek merhametli ve pek mütevâzi olmalarıdır. Fakat kâfirlere karşı pek onurlu ve çetindirler.
Bir başka özellikleri de Allah yolunda cihad etmeleri ve kimsenin sözüne, hâtırına, gönlüne bakmadan, haklarında yapılacak dedikodulara aldırmadan görevlerini yapmalarıdır.
İslâm’dan dönme olayları daha sonraki dönemlerde de meydana gelmiştir. Bugün misyonerlerin tesiriyle, az da olsa dininden dönenler görülmektedir. Muhtemelen bu olaylar yarın da görülecektir. Şüphesiz bu gibi olaylar, ebedî saâdeti yakalamışken onu elinden kaçıran ve kendisini ebedî bir karanlığa bırakan zavallılardan başkasına zarar vermez.
Onların yerine gelecek olan kalbleri şefkat dolu mü’minler, din kardeşlerine değer verirler. Onları severler. Onlar adına hiçbir fedakârlıktan kaçınmazlar. Böylece kardeşleriyle birlikte Allah’ın rızâsını kazanmaya çalışırlar.
3. “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanıyasınız diye sizi milletlere ve soylara ayırdık. Şüphesiz Allah yanında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en fazla sakınanlarınız-dır.”
Hucurât sûresi (49), 13
Herkes önce Hz. Âdem ile Havvâ’dan, daha sonraları da bir anne ile babadan yaratılmıştır. Bu sebeple kimsenin üstünlük iddia etmeye, anne ve babasıyla övünmeye, bir başkasını soyu ve milleti sebebiyle küçümsemeye hakkı yoktur. Çünkü herkesin soyu aynı kaynağa dayanmakta ve aralarında hiçbir fark bulunmamaktadır.
Durum bundan ibaret olduğuna göre herkes birbirini soyu sopu ne ise öylece kabul etmeli ve birbiriyle yardımlaşmaya bakmalıdır. Çünkü Allah katında en değerli olanlar, O’nun buyruğuna kendisini teslim eden ve O’na karşı gelmekten en fazla çekinenlerdir. Durum böyle olduğuna göre, falanın soyundan gelmenin, falan millete mensup olmanın hiçbir değeri yoktur.
Demekki herkes birbirine akraba ve hısım gözüyle bakmalı, birbirine iyi davranmalı, mütevâzi olmalıdır. Asil bir soydan geldiğini iddia eden değersiz kimselere değil, güzel ahlâkı ve asil davranışlarıyla kendisini kabul ettirenlere itibar etmelidir.
 
4. “Siz kendinizi överek temize çıkarmaya çalışmayın. Çünkü kötülüklerden sakınanları Allah daha iyi bilir.”
Necm sûresi (53), 32
İnsan başkalarının gözünde kendisini büyütmek için övünür durur. Halbuki övündükçe değeri düşer, itibarını kaybeder. İnsanın kendini övmesini doğru bulmayan Peygamber Efendimiz, “değerli insan”, “iyi adam” gibi mânalar taşıyan bazı isimleri bile değiştirmiştir.
Atamız Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığı hâtırdan çıkarılmamalı, daha sonraki nesillerin dünyaya geliş şekli, doğduğu zamanki hali, yıllarca süren âcizliği ve zayıflığı unutulmamalıdır. İşte o zaman insan kibir ve gurura kapılmaya hakkı olmadığını daha iyi anlar.
Allah Teâlâ, kendini beğenenleri ve büyüklük taslayanları sevmediğini açıklamış (Nahl sûresi (16), 23), Resûl-i Ekrem Efendimiz de kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini kesin bir dille belirtmiştir. Bize yakışan mütevâzi olmak ve Allah Teâlâ’nın yasakladığı kötü davranışlardan uzak durmaktır.
 
5. “Kıyamet gününde A’râf’takiler, simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek şöyle diyecekler:
Gördünüz mü, o toplanıp bir araya gelmeniz ve büyüklük taslamanız size bir şey kazandırmadı? Hani, Allah bunlara hiç rahmet etmez dediğiniz adamlar bunlar mıydı? Halbuki onlara şimdi: Girin cennete, artık size korku ve hüzün yoktur, denilecek.”
A’râf sûresi (7), 48-49
Önce A’râf’ın ne olduğunu açıklayalım. Âlimlerimizin çoğunun kabul ettiğine göre A’râf cennetle cehennem arasında  bir yerdir. Sevaplarıyla günahları birbirine eşit olan mü’minler önce cennete veya cehenneme konulmayıp Allah’ın dilediği kadar burada bekleyecekler, sonra Allah’ın lutfuyla cennete gireceklerdir. Burada A’râf’ın ne olduğu bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren âyetin şu kısmıdır:
A’râf’ta bulunan mü’minler, dünyada iken tanıdıkları bazı din düşmanlarına rastlayınca, onlara, umduklarını bulup bulmadıklarını soracaklar ve diyecekler ki, hani dünyada aynı düşünceyi paylaşan kişiler olarak büyük kalabalıklar halinde toplanıyor, çokluğunuzla övünüyor, biriktirdiğiniz servetlere bakıp şımarıyordunuz. Bu tutumunuz ve Hak’tan uzaklaşmanız bugün size ne kazandırdı, söyleyin bakalım?
Dünyada maddî imkânları olmadığı için kâfirlerin küçümsediği, hakir gördüğü ve “Allah bunları cennete alacak da, bizi cehenneme atacak öyle mi? Olmaz öyle şey!” dediği o mü’minler kendilerine gösterilecek. Siz bir zamanlar bunları hor ve hakir görüyordunuz değil mi? diye sorulacak, onların pişmanlık dolu bakışları arasında o kimsesiz ve yoksul mü’minlere şöyle denecek:
“Haydi girin cennete, artık size korku ve hüzün yoktur...”
Hadis:
 İyâz İbni Himâr radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ bana: O kadar mütevâzi olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin, diye bildirdi.”
Müslim, Cennet 64. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 40; İbni Mâce, Zühd 16, 23
İyâz İbni Himâr
Temim kabilesinden olan İyâz’ın hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Basra’da yaşadığı ve Hz. Peygamber’den otuz hadis rivayet ettiği bilinmektedir. İbni Hacer, bazı fakihlerin bir insana Himâr denmeyeceğini ileri sürerek babasının adını değişik şekilde okumaya kalktıklarını, fakat doğrusunun böyle olduğunu söylemektedir.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
Tevâzu alçak gönüllü olmak demektir. Daha geniş mânasıyla söyleyecek olursak, tevâzu, hakkı kabul edip ona boyun eğmektir. Hak ve doğru olan bir şey, yaşça büyük veya küçük, insanlar arasındaki itibarı bakımından değerli veya değersiz her kim tarafından ortaya konmuşsa, itiraz etmeden kabul etmektir. Hakikate böylesine teslim olan kimselere de mütevâzi insan denir.
Mütevâzi insan kimseye haksızlık edemez. Zira haksız olan kimse; zâlim, kendinden başkasını beğenmeyen, burnu yukarılarda olduğu için de önündeki değerleri göremeyen basiretsiz bir kimsedir. Aşırı gururu sebebiyle hakikatin her yerde ve herkesin eliyle ortaya çıkabileceğini kabul edemez.
İnsanın mânevî dünyasını perişan eden bu sakat düşünceye yakalanmamak için tevâzuu Hasan-ı Basrî hazretleri gibi anlamak gerekir. Tâbiîn neslinin bu büyük âlimine göre tevâzu, evinden çıkıp giderken yolda rastladığın her müslümanın senden üstün olduğunu kabul etmektir. Aynı anlayışa sahip olan büyük sûfi Fudayl İbni İyâz (ö. 187/803), Kâbe’yi tavaf ederken, kendisi gibi zâhid ve muhaddis olan Şuayb İbni Harb’e şöyle demişti:
Şuayb! Eğer bu yılki hacca seninle benden daha kötü bir kimse katılmıştır diye düşünüyorsan, bil ki, bu çok fena bir zandır.
Demek oluyor ki, mütevâzi olmayan insan, kendini beğenmiş zavallı bir zâlim olmaktan öteye geçemez. Diğer bir deyişle kibirli bir kimse kendini herkesten üstün gördüğü ve hakka boyun eğmediği için başkalarına mutlaka zulmeder.
Hz. Ömer’in adaleti, hakka kayıtsız şartsız teslim olmaktan kaynaklanır. Onun bu yönünü dikkate değer bir misâlle belirtelim. Hz. Ömer halife olduğu yıllarda bir gün ashâb-ı kirâmdan Cârûd İbni Muallâ ile yolda giderken karşılarına Havle Binti Sa’lebe çıktı. Artık yaşlanmış olan Havle, Hz. Peygamber zamanında genç bir hanımdı. Yaşlı kocasıyla arasında geçen bir olayı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şikâyet etmiş, meselesini halletmek üzere Mücâdele sûresinin ilk âyetleri nâzil olmuştu. İşte bu hanım sahâbî:
- Ömer! diye seslendi.
Hz. Ömer durunca Havle ona şunları söyledi:
Biz seni bir hayli zaman “Ömercik” diye bilirdik. Sonra büyüdün “delikanlı Ömer” oldun. Daha sonra da sana “Mü’minlerin Emîri Ömer” dedik. Allah’dan kork ve insanların işleriyle ilgilen. Zira Allah’ın azabından korkan kimseye uzaklar yakın olur. Ölümden korkan, fırsatı kaçırmaktan da korkar.
Bu sözler üzerine Hz. Ömer duygulandı ve ağlamaya başladı. Onun bu haline üzülen Cârûd, Havle’ye dönerek:
- Yeter be kadın! Mü’minlerin Emîri’ni rahatsız ettin, dedi. Hz. Ömer arkadaşına şunları söyledi:
- Bırak onu istediğini söylesin! Sen bu kadının kim olduğunu biliyor musun? Bu, şikâyetini Allah Teâlâ’nın arş-ı a’lâdan duyup değer verdiği Havle’dir. Vallahi beni geceye kadar burada tutmak istese, namazımı kılıp gelir yine onu dinlerdim.
Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız tevâzu işte budur. Hak karşısında böylesine boyun bükenler, Cenâb-ı Hak katında aziz olurlar.
Hadisimiz 1593 numarayla tekrar gelecektir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Allah Teâlâ birbirimize karşı mütevazi olmamızı emretmektedir.
2. Kullarının küçümsenmesini, horlanmasını, onlara haksızlık edilmesini uygun görmemektedir.
 
3. Peygamber Efendimiz’in bu hadiste “Allah bana bildirdi (vahy etti)” buyurması, Cenâb-ı Hakk’ın ona Kur’ân-ı Kerîm’den başka şeyleri de bildirdiğini göstermektedir. Resûlullah’ın ilhamla, gönlüne bir bilginin konulmasıyla, uykuda kendisine bir şeyin öğretilmesiyle, bir melek aracılığıyla veya daha başka yollarla bilgilendirilmesi sebebiyle hadîs-i şerîfler, Kur’an’dan sonra dinimizin ikinci kaynağı kabul edilmektedir.
 
 
KAYNAK:
 (Riyâzü’s-sâlihîn.(Hadis Kitabı)  İmam-ı Nevevi

--


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder