5 Kasım 2016 Cumartesi

EMANET

EMANET
 
‘Emanet’ kelimesi, ‘emn’ kökündendir. ‘Emn’,  sözlükte, güvenmek, korku ve endişeden uzak ve emin olmak, ruhun sükûnet bulması anlamına gelir.
 
Aynı kökten  gelen ‘iman’; inanma, Allah (c.c.)’ın gönderdiği  inanç ve ilkelerinin doğru olduğundan emin olma, ‘mümin’ ise, iman eden demektir.
 
‘Emanet’ insanın güvenilir olması, kendisine bir şeyin korkusuzca teslim edilebilir olması demektir. Bunun anlamı şudur: Emanet, maddi olsun manevi olsun, bir şeyi veya bir değeri gönül huzuru ve güvenle başkasına teslim etmek  ve aynı gönül huzuru ve eminlikle onu geri almaktır.
 
‘Emanet’ ayrıca, güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak bırakılan şeydir. Hukukta ve halk arasında bu son anlam daha çok yaygındır.
             
                                        Kavram Olarak Emanet
 
Kur’an-ı Kerim’de geçen ‘emanet’ kavramının açıklanması konusunda İslâm bilginlerinin çeşitli görüşleri olmuştur. Bakara sûresi, 283. ayetinde geçen ‘kendisine güvenilen kişi, emaneti sahibine versin’ ifadesi dar anlamdaki, yani  ‘bir kimseye koruması için bırakılan şey’ manasına geldiği gibi, insanın sahip olduğu ve kendisine  geçici olarak verilmiş malı, ruhi ve diğer imkanlar anlamını da kapsamaktadır.
 
Emanet, kişinin bulunduğu yere, imkanlara, yetkilere göre bir anlamda sorumluluktur. Üzerine aldığı görevdir, yapmakla yükümlü olduğu işteki sorumluluğudur. Bir başkasının  kendisine koruması için bıraktığı bir şeydir. Başkasına verilmesi, ulaştırılması  istenmeyen eşyadır, sözdür veya sırdır.
 
 Kur’an şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphe yok ki Allah (c.c), size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah (c.c) size öğüt veriyor! Doğrusu Allah (c.c) işitendir, görendir.” [223]
 
Bu âyette  hukuk ve ahlâkın en geniş kapsamlı iki kavramı olan ‘emanet’ ve ‘adalet’ birlikte geçmektedir. Bu ilkeler, insanların günlük davranışlarında söz konusu olduğu gibi, toplumların yönetimi işinde de geçerlidir. Yöneticilik; halkın ihtiyaçlarını görme, haklarını koruma, güvenliklerini sağlama, aralarında adaletle karar verme ve din ve vicdan hürriyetlerini sağlama açısından bir emanettir. Devlet yöneticileri bu gibi emanetleri korudukları gibi, iş başına getirecekleri yetkililerde de bu  özelliklerin olması, bu ahlâkı taşımaları gerekir.
 
Yönetimin, hak etmeyene  ya da görevini kişisel  çıkarlarına alet edene, veya emaneti nasıl yerine getireceğini bilmeyene verilmesi, zulme, adaletsizliğe ve huzursuzluğa sebep olur. [224]
 
Bu âyetten sonra,  mü’minlerin  siyasi yönden kimlere itaat edeceğinden  bahseden âyetin gelmesi de oldukça dikkat çekicidir. (225) 
 
                                    İnsanın Yüklendiği Emanet
 
“Gerçek şu ki, biz emaneti  göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu  yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; insan onu yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” [226]
 
Özellikle bu ayette geçen ‘emanet’ konusunda çok farklı açıklamalar yapılmıştır. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındıkları ‘emanet’ ne olabilir ? Bu emaneti yüklenen insan niçin zalim ve cahil olarak anılıyor?
 
Kuşkusuz bu sorulara tam anlamıyla doyurucu kesin bir cevap verilemez. Ancak Kur’an’ın bütünlüğü ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in tebliğinin hedefi içerisinde düşünüldüğü zaman, âyetin amacını anlamaya çalışabiliriz. 
 
‘Emanet’in kelime anlamında görüldüğü gibi ‘emanet’ olayında iki taraf söz konudur. Birisi, kendisine güvenilen, itimat edilen, emin olan taraf; diğeri de ona herhangi bir şeyi gönül huzuruyla, güvenerek veren taraf. Emaneti veren de, kendisine emanet edilen de bu işin bilincindedir. Böylece bilinçle, birbirine güvenen iki taraftan birinin diğerine ‘koruması için bıraktığı şey’ bir ‘emanet’ olarak karşımıza çıkmaktadır. 
 
Kimilerine göre buradaki ‘emanet’ ; Tevhid kelimesi gereği, akıl, kulluk veya Allah’a (c.c.) itaattir. ‘Emaneti’ eğer böyle anlarsak, o zaman şöyle dememiz mümkündür. Emanet olayının farkında olan ve onu dünya hayatında gereği gibi koruyan müminler, emanete hiyanet etmedikleri ve onun değerini, ne olduğunu unutmadıkları için ‘zalim ve cahil değildirler’.
 
Puta tapanlar, taptıkları nesneleri ilah edinirler. Halbuki onlar şuursuz,  güçsüz, aciz varlıklardır. Kur’an bu yüzden şuursuz varlıklara tapanları, ‘cahil’, bilgisiz ve olgun hareketten yoksun kimseler diye tanımlıyor. Onların taptıkları bu şuursuz ve güçsüz varlıklar insana bir fayda vermedikleri gibi, ona bir görev de yükleyemezler. Puta tapanların, ‘kulluk’ emanetini bu gibi ilahlara yapmaları olacak şey değildir. 
 
‘Emanet’ kelimesindeki ‘eminlik’ özelliğinden hareketle diyebiliriz ki, ‘emaneti’ ancak şuurlu ve akıllı  insan  taşıyabilir. Akılsız, şuursuz, iradesiz varlıkların bu emaneti yüklenmeleri mümkün değildir.
 
İnsanın yüklendiği bu ‘emanet’, onun dünya hayatının sırrıdır, var oluş   sebebidir. Varlık, insanın  emaneti taşıyıp taşımadığına göre bir anlam kazanmaktadır. İnsan, ‘emanet’in gereğini yapıp yapmamakla denenmektedir.
 
İlim adamları  buradaki ‘emanet’i, İslâm’ın insanlara teklifleri, kulluk, ruhî ve bedeni kabiliyetler, marifetullah (Allah’ı hakkıyla tanıma ), Allah (c.c.)’ın insanlara gönderdiği  hak din ve onun yüklediği görevler, akıl, insanın  yeryüzündeki halifeliği, emir ve yasaklar, adaleti yerine getirme, doğruluk, Allah’a (c.c.) itaat şeklinde açıklanmıştır.
 
Bilginlerin ve çoğunun görüşüne  göre ‘emanet’, insana yüklenen kulluk görevi ve O’nun hükümleriyle amel etmektir. Allah (c.c) gerek kendi hakları, gerekse kullarıyla ilgili haklar konusundaki hükümlerini ve bunların yerine getirilmesini, emin  güvenilir olma sıfatını kazanan, yeryüzünde Halife olan  insanlara, baskı ve zorlama değil, gönül rızası ile veriyor. Zaten ‘emanet’ vermek konusunda zorlama değil gönül rızası vardır. Böylece ‘emanet’in gereğini yapan mükafât alır, yapmayan ise büyük kayıplara uğrar. Nitekim, müslüman olmak ve İslâmî ilkeleri yerine getirmek konusu da  gönül rızasıyla, hür irade ile olmaktadır.
 
İnsan önce Rabbine karşı, sonra kendine karşı, sonra da diğer insanlara karşı ‘emin- güvenilir ‘ olmak görevindedir. Yani her türlü emaneti  taşıyabilecek bir özellikte olması gerekir. İnsana düşen görev, öncelikli olarak Rabbinden gelen ‘emanet’i korumak, gereğini yapmak, ona ihanet etmemektir.
 
İnsana verilen ömür, nimetler, ilim, beden ve imkanlar birer emanettir. Bütün bunların korunması gerekir. Zaten insan bu emanetlerin hesabını vermeden Ahirette kurtuluşa eremez. [227]
                      
Peygamber Efendimiz buyuruyor: “Bir kimse bir kardeşine bir şey anlatır da o sırada sağa-sola bakınırsa, söylenen o söz artık bir emânettir.” [228]  Sebebi şudur: Anlatan kişinin sağa-sola bakınması, söylediği o sözü bir üçüncü şahsın duymasını istememesi demektir. Bu davranışı ile o kişi: Bu söz sana emanettir. Bunu sakın başka kimseye anlatma; kimse duymasın, demiş olmaktadır.
 
Emânetin karşıtı hıyânettir. Yanına konulan bir emâneti inkâr etmek, uhdesine verilen bir şeyi korumamak, sırrı saklamamak ve görevini kötüye kullanmak hep emânete hıyânettir.  Hz. Muhammed (s.a.v.) emânete hıyânet etmeyi münafıklık saymış: “Emânet kalmadığı zaman kıyameti gözleyin” [229] buyurmuştur.
 
Peygamberlerin (a.s.), peygamber olmaları sebebiyle taşıdıkları özelliklerden biri de ‘emanet’ sıfatıdır. Onlar her bakımdan güvenilir insanlardır. Onlar, Allah’a (c.c.) ait emanetleri hakkıyla yerine getirdikleri gibi, insanlar arasında da güven ve emin olmanın temsilcileriydi.
 
Bir toplum içerisinde emanete riayet edilmez, güvenlik kalmaz ve kimse kimseye güvenemezse o toplum çökmeye yüz tutmuş demektir. Hz. Muhammed (s.a.v.) buyurur: “Sizin en hayırlınız benim kuşağımdır. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenlerdir. Daha sonra da öyle bir toplum gelir ki, tanık olurlar ama tanıklıkları istenmez. (Çünkü doğru söylemezler) Hiyânet ederler, kendilerine bir şey emânet edilemez, söz verirler yerine getirmezler, aralarında şişmanlık zuhur eder.” (Sadece karınlarını tıka basa doldurmayı düşünürler, bu yüzden vücutları şişer) [230]
 
Bulundukları devlet görevi ve makam sebebiyle toplumun malı üzerinde tasarruf yetkisi olanların emânet sorumlulukları ise daha büyüktür.
 
Hz. Peygamberi (s.a.v.) toplumun (kamu) malına ilişkin gerçekleşen bir hiyanet karşısında görenler şaşırırlar. Pek merhametli, pek şefkatli olan ve hatalı kimseleri affeden Peygamberimiz, kamu malına hiyânetle karşılaştığında, derhal irkilir; bu hareketin hiçbir şekilde hoş karşılanamayacağını anlatan bir tavra girer; böyle bir hiyânette bulunan günahkâr hakkında “Allah’tan af ve rahmet dileme isteğini yadırgar ve böyle bir isteği ayıplar.”
 
Millet malı, devlet malı, kısaca kamu malı da işte onun için en büyük sorumluluğu olan bir emânettir.
 
En yüksekte ‘Devlet ve Hükümet Başkanlığı’ olmak üzere, Belediye Başkanlığı, hakimlik ve valilik gibi her türlü kamu görevini yüklenen kısaca ‘devlet memuru’ olan kimselere Hz. Peygamber (s.a.v.), irşad edici öğretilerini şöyle sunmuştur:“O, bir emânettir; o, kıyamet gününde ah vah’a sebep olacak bir pişmanlıktır; sadece onun hakkını verenler ve üstüne düşeni yapanlar pişman olmazlar.” (231)
 
Allah (c.c.)’tan gelen emaneti yüklenerek ‘mümin’ ünvanı kazanan insanlar, iman ettikleri İslâm’dan aldıkları şuur ve ahlâkla bu emaneti taşıma görevini hakkıyla yerine getirmek, her yerde bu aziz ve hassas emaneti korumak, insanlar arasında güvenilir kimseler olarak herkese güzel örnek olmak zorundadırlar. Bunu sağlayacak yöntem de, Peygamberimiz (s.a.v.)’in insanlığa ‘emanet’  bıraktığı Kur’an ve O’nun sünnetine sarılmak ve onları hayata uygulamaktır.


[223] Nisa sûresi,  4/58. 
[224] İslâm’ın Temel Kavramları, H.K. Ece. 
[225] Nisa sûresi,  4/59. 
[226] Ahzab sûresi,  33/72. 
[227] Tirmizî.
[228] Tirmizi. 
[229] Buhârî.
[230]   Buhâri ve Müslim
[231] Nesâi. 
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ WEB SİTESİNDEN ALINMIŞTIR.

 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder