14 Kasım 2016 Pazartesi

FİKİR (TEFEKKÜR)

FİKİR (TEFEKKÜR)
 
‘Fikir’, üçüncü bir bilginin doğması için ilk iki bilgiyi hatırlamak ve sonu önceye bağlamaktır. Örneğin, dünyaya eğilim duyup dünya hayatını yeğleyen kimse, ahiretin dünyadan daha çok tercihe uygun olduğunu bilmek isterse bunu iki yoldan biriyle öğrenebilir:
 
Ya ahiretin, dünyadan üstün olduğunu başkasından işitip, içyüzünü araştırmadan, duyduğunu doğru kabul edip eylemiyle ahireti dünyaya tercih eder. Bu kimse ‘mukallit’ (taklid eden) olduğundan, bilgisi marifet değil, taklittir.
 
Ya da kalıcı olanın, tercihe uygun olduğunu düşünür. Ahiretin de kalıcı olduğunu anlar. Bu iki bilgiden kendisine üçüncü bilgi doğar ki o da ahiretin, dünyadan daha çok tercihe değer olduğudur. Zihinde iki bilgiyi hatırlamak, insanı: tefekkür, itibar, tezekkür, nazar, teemmül ve tedebbür isimleriyle adlandırılan üçüncü bir bilgiye götürmüştür. [266]
   
‘Tedebbür’ veya ‘tefekkür’e gelince: bu kelimeler, eş anlamlıdır. Fakat tezekkür, itibar ve nazar kelimeleri aynı şeyin değişik niteliklerini anlatırlar.
 
‘İtibar’, iki bilgiyi hatırlamaktan üçüncü bilginin doğmasına denir. Eğer zihin işlemi, sadece iki bilgiyi hatırlar, fakat bunlardan üçüncü bir bilgi elde edemezse bu işleme itibar değil, ‘tezekkür’ yani hatırlama denilir. Bunu yapan kimseye de ‘Mütezekkir’ denir.
 
Nazar ve Tefekkür ise, üçüncü bir bilginin doğmasını istemektir. Üçüncü bir bilginin doğması isteğinde olmayan kimse nazır ve mütefekkir (gözlemci ve düşünür) değildir. Öyle ise her mütefekkir, mütezekkirdir, fakat her mütezekkir, ‘mütefekkir’ değildir.
 
‘Tizkar’, bilgilerin zihne yerleşip güçlenmesi için tekrarını; tefekkür ise bilgilerin çoğalmasını, yeni bilgilerin elde edilmesini sağlar. İşte tezekkür ile tefekkür arasındaki fark budur. [267]
 
Fikir, bilgiler, haller ve ameller (eylemler) doğurur. Fikir, bütün iyiliklerin başlangıcı ve anahtarı olduğundan amellerin en iyisi tefekkürdür. Bundan dolayı Yüce Allah (c.c.), Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde insanı, evrendeki âyetleri (işaretleri) düşünmeğe, yaratıcının  yaratıklarındaki kudret ve hikmetini anlamaya yöneltmektedir:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin üzerinde düşünürler: Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi âteş azâbından koru’ (derler).” [268]
 
“Bakmıyorlar mı develere nasıl yaratıldı? Göğe nasıl yükseltildi? dağlara  nasıl dikildi? Yere nasıl döşendi.”[269]
 
Bu âyetlerde develerin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseldiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl döşendiğine dikkat çekiliyor.
 
Büyük tefsirci Alûsi şöyle diyor: 'Allah (c.c.)’ın, bu âyetlerde anılan varlıklara dikkati çekmesinin hikmeti şudur: ‘Kur’an-ı Kerim’in ilk muhatabı olan Araplar, çoğu kez tek başına çöllerde yolculuk yaparlardı. İnsan yalnız kalınca, konuşacağı, eğleneceği kimse olmadığı için düşünceye dalar. Kendisiyle beraber bulunanlara bakınca devesine gözü ilişir, üstüne bakınca göğü görür, sağına soluna bakınca dağları görür, altına bakınca yeri görür. İşte ona, yalnız kaldığı zaman baktığı şeyleri düşünmesi, bunların yaratılışından ibret alması emredilmiştir. Arzın (yeryüzünün) yayılmış olması, gerçek küreye yakın bir şekilde olmasına engel değildir. Çünkü küre, büyüklüğünden dolayı düz görünür.' [270]
 
İbn Kesir, Tefsir’inde: ‘Yüce Allah (c.c.), bedeviyi, bindiği deveye, üstündeki göğe, yanındaki dağlara altındaki yere bakarak Allah (c.c.)’ın kudretini anlamaya yöneltmiştir.’ diyor. [271]
 
Ğaşiye sûresinin 17-20 ayetlerinin işaret ettiği üzere Allah (c.c.)’ın yaratış kanunlarını, devenin yaratılışını, gök cisimlerini uzayda tutan, dağları arzın kabuğundan fışkırtıp yükselen içi ateş dolu arzın üstünü taş ve toprak tabakasıyla düzleyip üzerinde ormanlar ağaçlar bitkiler ve hayvanlar yaratan Allah c.c.)’ın kudretini düşünen ve keşfeden insanlar O’na daha gönülden saygı ile bağlanırlar, aynı zamanda bu kanunlardan da yararlanıp daha iyi bir yaşam düzeyine ulaşırlar. Çünkü Yüce Allah:
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsini size boyun eğdirdi, sizin emrinize verdi.” [272] buyurmuştur.
  
Göklerin ve yerin servetlerinden yararlanabilmek için tabiattaki kanunları (Sünnetullah) bilmek, dağlardaki madenleri işletebilecek, akıp giden suların önüne baraj setlerini vurup bir yandan suyun enerjisini elektrik enerjisine dönüştürerek köyleri kentleri aydınlığa kavuşturmayı, fabrikalar çalıştırmayı, bir yandan da arazileri sulatıp tarım ürünlerinin verimini arttırmayı; güneşin dünyamıza gönderdiği enerjiden yaralanmayı; rüzgar ve deniz dalgalarının yaydığı enerjiyi de insanlık yararına kullanılabilecek teknik bilgiye sahip olmayı gerektirir. Bilgili olan güçlü olur. Bilgi de ancak inceleme, okuma, anlama, gözetme, araştırma ve deney ile elde edilir. Onun için Kur’an-ı Kerim, burada olduğu gibi bir çok sûrede sık sık insanın gözünü tabiat olaylarına çevirmekte, onlara dikkatle bakmasını emretmektedir. Bunları dikkatle incelemekle insan, Allah (c.c.)’ın kudretini ve büyüklüğünü daha iyi anlar.
 
‘Deve, Arapların en kıymetli mallarındandır. Hele Şari’nin (Yasa koyucu) zikrinden sonra deveye göz atmanın da başkaca bir münasebet ve letafeti vardır. (çünkü deve diken yer). Sonra seyr-ü sefer etmek üzere deveye binen bir kimse, boyundan hayli yüksek bir noktaya çıkmış olur. Yukarı baktığı zaman üstünde semâyı (gökleri), sağa sola baktığı zaman dağları, aşağı baktığı zaman yeryüzünü görür. Ve bu bakışlar ne kadar genişler, ne kadar derinleşirse insanın, bulunduğu aleme vukufu ve Yüce Yaratıcısının yaratma kudreti ve nimetlerinin genişliği, istikbalin ehemmiyeti ve yoluyla sa’y-ü gayretin kıymeti hakkında marifeti de öyle genişler ve derinleşir.’ [273]   
     
Bu sayılanları ve benzeri yaratıkları düşünen, inceleyen insanlar, bunların kendi kendilerine var olamayacağın; ilim, hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını; evreni böyle ince bir düzenle yaratan O Yaratıcının da bunları boş yere değil, bir amaç için yarattığını; öyle ise her şeyin kısa bir ömürle bitmeyeceğini, bu dünyanın hayatından sonra da bir hayat bulunması gerektiğini; zira yaratma amacının ancak o ikinci hayatta gerçekleşeceğini, kâinatı böyle intizamla yaratıp yöneten Allah (c.c.)’ın, bu varlıkların benzerini ve dolayısıyla insanları yeniden yaratmaya kadir olduğunu anlar, âhiret hayatına ve sorumluluğuna inanarak Allah (c.c.)’ın gösterdiği iman ve güzel ahlâk yoluna girer. İşte bütün bu büyük eserlerin yaratıcısını ve bunların hikmetlerini düşünmek ‘tefekkür’ ve bunun sonunda elde edilen bilgiye de ‘fikir’denir.
  
İmam Gazali diyor ki:
‘Şimdi tasavvuf yoluna girmiş mürîdin elinde, iyi ve kötü amellerini, günah ve ibadetlerini kaydeden bir defteri olmalı ve her gün onlara bakmalıdır. Büyük günahlardan sadece on tanesine bakıp onları düşünmesi yeter. Eğer onlardan kurtulursa, diğer günahlardan da kurtulmuş olur. Bu helâk edici on günah şunlardır: Cimrilik, kibir, ucb (kendini beğenme), riyâ, hased, fazla kızma, oburluk, cinsel oburluk, mal ve dünya sevgisi. İnsanı kurtaran on amel de şunlardır: Günâhlara pişmanlık, belâlara sabır, kazâya rıza, nimetlere şükür, havf ve recâ’nın dengeli olması, zühd (dünyaya değer vermemek), amellerde ihlâs, halk ile geçinmek, Allah (c.c.)’ı sevmek ve O’na saygı.’ [274]
 
Allah (c.c.)’ın ululuk ve celâlini tefekküre gelince: Bunun da iki makamı vardır:
Birinci makam: Allah (c.c.)’ın zâtını, sıfatlarını, isimlerinin anlamını düşünmektir ki bu yasaktır. Zira: “Allah’ın nimetlerini düşünün, Allah’ın zatı üzerinde düşünmeyin” [275] buyurulmuştur. Çünkü akıl bu konuda bir sonuca varamaz, şaşırır; bu noktaya ancak ‘sıddîk’ler şöyle bir göz atabilirler ama onlar da sürekli bakamazlar. Yarasa nasıl uzun süre güneş ışığına bakamazsa, yaratıklar da Allah (c.c.)’ın celâline uzun süre bakamazlar. O halde en doğrusu, Allah (c.c.)’ın zâtı üzerinde hiç düşünmemektir. Böyle bir amel müminlerden istenmemekte ve hatta yasaklanmaktadır. Çünkü bunun yararı yoktur. Buna çoğu akıl dayanamaz.
 
Ancak bu konuda aklın fazla düşünebileceği şey şudur: Allah (c.c.)’ın zâtı, mekândan, yönden münezzehtir. O, kâinatın ne içinde ne dışındadır. Ne âleme bitişik, ne de ondan ayrıdır. Bu kadarı bile bazılarını hayrete düşürmüş, bu sözleri işitmeğe ve bilmeğe dayanamamışlardır. Hattâ kimileri bundan azını bile çekememişlerdir. Onlara: ‘Allah (c.c.) baştan, ayaktan, elden, gözden, herhangi bir uzuvdan, boyutlu bir cisim olmaktan münezzehtir (uzaktır).’ denilince bunu kabul etmemişler ve bunun, Allah (c.c.)’ın zâtını küçültmek anlamına geldiğini sanmışlardır. Çünkü bu zavallılar, ululuk ve azametin, bu uzuvlarla olacağını sanmıştır. Bu insan, yalnız kendi nefsini bilir veya kendi nefsini büyütür. Kendi sıfatları gibi sıfatlar taşımayanın büyüklüğünü anlamaz. Evet, o kendisi gibi tahtın üzerinde oturan, önünde buyruğuna hazır hizmetçiler bulunan insan kral düşünür. Allah (c.c.) da ancak böyle olursa O’nun büyüklüğünü anlar. Eğer sineğin aklı olup da ona: ‘Seni yaratanın eli ayağı yoktur, uçmaz’ denseydi sinek de böyle bir Tanrı’nın varlığını kabul etmezdi: ‘Beni yaratan nasıl benden eksik olabilir? Kanadı kesik, uçamayan bir kötürüm Tanrı olabilir mi? Beni âletim varken beni yaratan Tanrının, benim gibi eli ve ayağı olmaz mı?’ derdi. [276]
 
Bütün yaratıklar, Allah (c.c.)’ın kudretinin eseri, zâtının nurlarından bir parıltıdır. Yokluk, en koyu karanlıktır. Varlık da en açık zuhûr (görünme) dir. Bütün varlık âlemi, Yüce Zât’ın nurlarından birer ışıktır. Zira eşya ancak Allah (c.c.)’ın varlığıyla vardır. Güneşin ışıkları nasıl güneş ile var ise, eşyâ da öyle, Allah (c.c.) ile vardır. Güneşe iyi bakabilmek için bir su testisi koyup, testiye yansıyan güneş yuvarlağına bakmak âdet olmuştur. Su, güneş ışığının, biraz soldurduğu için güneşin su içindeki görüntüsüne bakılabilir. İşte su nasıl, gözün, doğrudan bakmağa dayanamadığı güneşin, ışığını emip gölgeleyerek onun görüntüsünü gösteriyorsa; eşyâ ve fiiller de fâilin sıfatlarını görmemizi sağlıyor. Biz fiiller aracılığı ile Zâti nurlarından uzaklaştırdığımız için artık doğrudan o nurları göremeyiz. (onların görüntüsünü) görürüz. İşte Peygamber (s.a.v.)in : “Allah’ın yaratıkları üzerinde düşünün, Allah’ın zâtı üzerinde düşünmeyin.” sözünün anlamı budur. [277]
 
Tefekkür eden kişinin kalbi değişir. Kalbin iyi yöne doğru değişmesi, kişinin ahlâkının iyiye doğru gitmesinin başlangıcıdır. Allah (c.c.)’ı, O’nun âyetlerini, ölümü ve ölümden sonrasın, hesabı ve Cehennemi çok düşünenler, elbette kendilerine çeki düzen verenlerdir.
 
Tefekkür, akıl nimetiyle olacağından, kendisinde akıl olan her insan bu dünyada gördüklerinden düşünerek ibret aldığı gibi, hayatı boyunca yapacağı dünyevi işlerinde de ilerisini, gerisini düşünerek, tefekkür ederek hareket etmesi gerekir. Çünkü düşünerek ve araştırarak hareket eden kimseler, işlerinde başarılı olurlar, hatadan ve pişmanlıktan uzak kalırlar. Aksine hareket edenler ise hedeflerine ulaşamayıp sürekli pişman olurlar. Onun için tefekkür, insanın maddi ve manevi bir çok keşiflere, yükselişlere ermesine ve böylece saadet ve selametle yaşamsına sebeptir. Tefekküre dalma aynı zamanda bir ibadettir. Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah (c.c.) müminleri tefekküre çağııdığı için O’nun bu çağrısına ve emrine uymak elbette ibadettir ve sevabı vardır.
 
Mevlâna Celaleddin-i Rûmî diyor ki:
‘Ey kardeş, sen fikirden ibaretsin, yani senin insanlığın ancak tefekkür iledir. Üst tarafın kemik ve sinirdir ki, onlar hayvanlarda da vardır.
 
Eğer düşündüğün gül ise, sen bir gül bahçesisin. Yok, diken düşünüyorsan, sen külhan kütüğüsün.
Bu kadar söyledik, artık sen tefekkür et. Fikrin donmuş ise, git de zükrullah’ta bulun.’ [278]
.


[266] Bu terimler için ilgili Maddeye bakınız. 
[267]  İhya, Gazali. 
[268] Âl-i İmrân sûresi,  2/190-191. 
[269] Ğâşiye sûresi,  88/17-20. 
[270] Rûhu’l-Meâni, Alûsi. 
[271] İbnü Kesir Tefsiri. 
[272] Câsiye sûresi,  45/13. 
[273] Hak Dini Kur’an Dili, E. Hamdi Yazır. 
[274] İhya, Gazali. 
[275] Feydu’l-Kadir. 
[276] İhya, Gazali. 
[277] İhya Gazali. 
[278] Mesnevi, Mevlana.
BU YAZI AŞAĞIDAKİ WEB SİTESİNDEN ALINMIŞTIR.
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=573

--
.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder