TEVÂZU-1
Allâh’a şirk koşmaktan sonra gelen en büyük günah, kibir günahıdır. Zira kibirde, büyüklenmek vardır. “Ben kazandım.”, “Ben şu makamdayım.”, “Ben, ben, ben…” diyerek, ulûhiyet makamına bir meydan okuma, onu görmezlikten gelme vardır. Hâlbuki büyüklenmeye lâyık tek varlık, sonsuz kudret ve azametin sahibi olan Allah -celle celâlühû-’dür. Onun için kibre aynı zamanda «gizli şirk» denilmiştir. Zenginliğinden, makamından, güzelliğinden dolayı kibirlenmek, büyüklenmek ne büyük günahtır!
Tevâzu ise kul olmaktır, kulluk şuurunda olmaktır. Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
فَإنَّمَا أنَا عَبْدٌ. فَقُولُوا: عَبْدُاللّهِ وَرَسُولُهُ
“Şüphesiz ki ben Allâh’ın kuluyum. Onun için bana; «Allâh’ın kulu ve Rasûlü deyin.»” [1] buyurarak kulluğun, peygamberlik makamından önce geldiğini vurgulamıştır. Unutmayalım ki o, önce kul sonra peygamberdir. Zira kulluk, en büyük şereftir.
Hazret-i Mevlânâ bu durumu ne güzel dile getirir:
Kul oldum ben kul oldum,
Rabbimin kapısında bir vasıfsız kul oldum.
Her esir mutluluğa kavuşur hür olunca,
Bense onun kapısında kul olmaktan mutluyum.
Bu sebeple tevâzu, hiçliğini idrak etmektir. Çünkü hiçlik, kulluğun ilk adımıdır. İlâhî kudret ve azamet karşısında hiçliğini ve yokluğunu bilmek ile başlar kulluk. Hazret-i Mevlânâ;
“Ey Hak aşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzûruna yokluk götür.” diyor. Onun için mü’min, ömrü boyunca yokluk ve hiçlik halinde bir kulluk sergilemeye çalışmalıdır.
Onun için önce hiçliğini kabul edeceksin. «Ene» demeyi yani «ben» demeyi bırakacaksın. Ondan sonra gösteriş yapmadan namaz kılacaksın, hiçliğini kabul edip; «Benim malım» demeden hayır yapacaksan.
Bu anlamda tevâzu, aradan «ben»i çıkarmaktır. Âriflerin hikmetli bir sözü vardır:
Sen çıkınca aradan,
Kalır seni Yaradan!
Hazret-i Mevlânâ benliğini aradan çıkarana şöyle seslenir:
“Ey nefsindeki benliği alt eden kişi! Gel, içeri gir. Sen, artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen güllere şâh olansın!”
Onun için «ben» demek -Allah korusun- kaybettirir. Ama «hîç» demek kazandırır.
Bu bakımdan kibir, huzurdan seni kovdurur, tevâzu ise seni huzura yaklaştırır, huzura kavuşturur. Şeytan;
قَالَ مَا مَنَعَكَ اَلاَّ تَسْجُدَ اِذْ اَمَرْتُكَ قَالَ اَنَا خَيْرٌ مِنْهُ خَلَقْتَنِى مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ
“Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın.”[2] diyerek Âdem -aleyhisselâm-’a karşı kibirlendi ve Hakk’ın huzûrundan kovuldu, cehenneme sürüklendi. Âdem -aleyhisselâm- ise acziyetini idrak edip senelerce tövbe etti, gözyaşı döktü ve sonunda huzûra kabul edildi, huzura kavuştu.
İşte kibir insanı cennetten uzaklaştırır, tevâzu ise insanı cennet bahçelerinde dolaştırır. Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
لا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ كَانَ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ كِبْرٍ
“Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır.[3] Buna göre kibir, bizi cennetten mahrum bırakan bir günahtır.
Kibir, hakikati inkâr etmektir, tevâzu ise hakkı teslim etmektir. Meselâ zenginliğinden dolayı kibirlenen kişi; kendisine o zenginliği lutfeden Rabbini unutup onları, kendi gücüyle elde ettiği varlıklar olarak görme nankörlüğünde bulunmaktadır. Böylelikle hak ve hakikatin üstünü örtmektedir. Mütevâzı olan mü’min ise sahip olduğu bütün nimetlerin asıl sahibi olarak Rabbini görmekte, şükür duyguları içinde hakkı teslim etmektedir.
Kibir; kalbin mühürlenmesidir, tevâzu ise kalbin inşirâhıdır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
يَطْبَعُ اللهُ عَلَى كُلِّ قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ جَبَّارٍ
“Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler.”[4] Kendini yok bildiği için, benlikten sıyrıldığından dolayı tevâzu gösteren müminin kalbinde bir mutluluk, bir inşirah oluşur.
Kibir haddi aşmaktır. Ama tevâzu sınırda kalmaktır. Tevâzu haddini bilmektir, acziyetini itiraf etmektir. Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının arasından ayağa kalkarak şöyle buyurmuştu:
“Allah bana, mütevâzı olup birbirinize karşı övünmemenizi ve birbirinize karşı haddi aşan davranışlarda bulunmamanızı vahyetti.” (Müslim, Cennet, 64)
Mü’min her şeyde olduğu gibi tevâzuda da aşırıya kaçmamalı, zillete düşmemelidir. Zira zillet de haddi aşmaktır, meşrû sınırların dışına çıkmaktır. Mü’min, insanlık şerefini ve İslâm’ın izzetini muhafaza etmek durumundadır.
Ayrıca tevâzuda aşırıya gitmek, zillet olduğu gibi bazen de insanı Allah korusun kibre götürebilir. Burada kibirle zillet arasında çok hassas bir denge söz konusudur. Bu dengeyi Rabbimiz mü’minlerden bahsederken
يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ
“Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve başı dik bir duruş olarak tavsîf etmektedir.”[5] Buna göre mü’minler olarak;
وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّآءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَآءُ بَيْنَهُمْ
“Onlar kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.”[6] âyet-i kerîmesinin fehvâsıyla hareket edip mü’minlere karşı tevâzu göstereceğiz ama haksızlık karşısında, kâfirlerin karşısında asla eğilip bükülmeyeceğiz. İslâm’ın izzet ve şerefini ayaklar altına almayacak ve aldırmayacağız.
Onun için mü’min; haddi aşmamalı, sınırda kalmalı ve mütevâzı olmalı. Onun için mü’min, kibir ile zillet arasında bir denge gözetmelidir ki bunun adı tevâzudur.
Öyle ise tevâzu dengedir. Dengede kalmak, dengeli davranmaktır.
Kibir zulümdür, tevâzu ise zalim olmaktansa mazlumluğu tercih etmektir. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:
يَزالُ الرَّجُلُ يَذْهَبُ بِنَفْسِهِ حَتّى يُكْتَبَ في الْجَبَّارِينَ فَيُصِيبُهُ مَا أصَابَهُمْ
“Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zalim ve cebbarlar grubuna kaydedilir. Böylece onlara verilen ceza buna da verilir.”[7]
(Devam edecek)
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
--
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder