Kalben Hakk’a vuslatın en kestirme yolu olan ilâhî aşk ve muhabbete erişebilmek için evvelâ gönlün, Hakk’tan uzaklaştıran nefsânî arzulardan arındırılarak Allah’ın zikriyle şeffâf hâle getirilmesi icâb eder ki o gönül, hakkîkatin ve sırların aynası olsun. Hakk’ın güzelliğine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir kalb ise, Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediyedir. Zâten Rabbbimizin bizleri huzûr-i ilâhisine kabûl buyurması da ancak “kalb-i selîm” ile mümkündür. [1]
İlâhî hikmetler dershanesi olan şu imtihan âleminde, Rab-bimiz, biz kullarını hakîkate ulaştıracak birçok vesîleler lütfetmiştir. Birer hidâyet rehberi olan ilâhî kitaplar, peygamberler ve evliyâullâh, dâima insanlığı hak ve hakîkate sevk ederek Ce-nâb-ı Hakk’ın “cennet dâvetine” elçilik yapmaktadırlar. Zîrâ Rabbimiz:
وَاللهُ يَدْعُو اِلَى دَارِ السَّلاَمِ وَيَهْدِى مَنْ يَشَاءُ اِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
“Allah, kullarını Dâru’s-Selâm’a (saadet yurdu cennete) davet ediyor…” [2] buyurmaktadır. Tabiî ki her davetin bir kabul şartı, her nîmetin de bir bedeli vardır. Rabbimiz bu bedelin ne olduğunu, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle beyân buyurmaktadır:
اِلاَّ مَنْ اَتَى اللهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ* يَوْمَ لاَ يَنْفَعُ مَالٌ وَلاَ بَنُونَ
”O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah’a kalb-i selîm (temiz bir kalb) ile gelenler (o günde fayda bulur).”[3]
Kalb-i selîm, mâsivâdan arınmış ve mücellâ bir ayna gibi Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı hâline gelmiş bir kalbdir. Hak Teâlâ, kulunun kalbinde cemâlî sıfatlarının tecellîlerini görünce onu sever ve ondan razı olur.
Rabbimizin cennet dâvetine ve ihsan edeceği sonsuz mükâfatlara lâyık olabilmek için mâsivâdan uzaklaşıp kalben Hakk’a yönelmek şarttır. Zîrâ Rabbimiz, bizden ilâhî tecellîgâh olan bir gönül, yâni kalb-i selîm istemektedir.
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesneuî’sinde bir kıssa vardır:
Hazret-i Yûsuf’a çok uzak diyarlardan, yüreği muhabbetle dolu bir dostu gelip misafir olur. Onlar, çocukluktan beri samîmî birer dostturlar. Ahbaplık ve dostluk yastığına beraberce yaslanmışlardır. Hazret-i Yûsuf, bir müddet onunla sohbet ettikten sonra nükteli bir tarzda:
“-Söyle bakalım dostum, bize gittiğin yerlerden ne hediye getirdin?” der.
Misafiri, bu istek karşısında çok mahcûb olur ve ne diyeceğini bilemez. Ardından, hissiyatını şu samîmî ifâdelerle dile getirir:
“-Sana hediye getirmek için, şu fânî âlemde birçok şeye nazar ettim. Fakat hiçbirini gözüm tutmadı, hiçbirini sana lâyık göremedim. Bir kırıntı büyüklüğündeki altın parçasını bir altın yatağına veya bir damlayı bir denize nasıl hediye olarak götürebilirdim ki? Senin güzelliğine denk olacak hangi tohum vardır ki bu Mısır ülkesinin ambarında bulunmasın? Sana getirilecek hediye ancak senin güzelliğinin bir eşi, bir benzeri olmalıdır. Bu yüzden ben de çaresiz, sana gönül nuru gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna getirip sunmayı lâyık gördüm.
Ey güneş gibi gökyüzünün nuru olan Yûsuf! Sana gönül nurundan bir ayna getirdim ki, ona baktıkça kendi güzelliğini görüp hayran olasın. Onda güzel yüzünü gördükçe, Rabbin sendeki cemâlî tecellîlerini seyredesin ve beni de hatırlayasın.”
Misafir bunları söyledikten sonra koltuğunun altından bir ayna çıkarır ve Hazret-i Yûsuf’a takdîm eder.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. (Şunu iyi bil ki, sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!) Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzuruna yokluk götür.
Marifet, kesretten vahdete intikâl edebilmek ve Hakk’ın rengine boyanabilmektir. Göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.
Sen de nefsânî arzulardan sıyrıl, yokluğa, yâni hiçliğe er! Zîrâ her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar…
Cenâb-ı Hakk’ı dost edinmek istersen, şunu iyi bil ki, dostların yanına eli (ve gönlü) boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenâb-ı Hak mahşer gününde kullarına-.
«-Kıyamet günü için ne hediye getirdiniz?» diye soracak ve ardından şöyle buyuracak:
»-Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtaç bir hâlde geldiniz. Haydi söyleyin, kıyamet günü için ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dünyâdan âhirete dönmek ve Allah’ın huzuruna çıkmak ümîdi yok mu idi? Kur’ân’m kıyamet hakkındaki haberleri, size boş mu görünmüştü?»
Ey ahsen-i takvim, yâni en güzel vasıfta yaratılan insan! O dostun kapısına böyle boş bir gönülle nasıl ayak atıyorsun?
Bu fânî âlemde azıcık olsun uykuyu, yemeyi-içmeyi azalt da Hak ile buluşacağın zaman için bir hediye hazırla!”
Kula düşen, ilâhî azamet ve kudretin sonsuzluğu karşısında hiçlik ve acziyetini idrâk edebilmektir. Zîrâ Rabbimiz, her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. Dolayısıyla O, her varlıktan müs-tağnîdir. O’na götürülebilecek hiçbir hediye yoktur ki O’nün sonsuz hazînesinde bulunmasın. O, hüsn-i mutlaktır; bütün güzelliklerin menşeidir. Bu yüzden varlıklar içinde en güzel ve kıymetli şey, Hakk’ın güzelliğine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir “kalb”dir. Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediye, Rabbimizin bizden istediği “kalb-i selîm”dir. Şâir ne güzel söyler:
Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler
Yevme la yenfeu’da kalb-i selîm isterler
“Ey tacir! Sanma ki senden altın ve gümüş isterler. Mâl ve evlâdın bile fayda vermeyeceği hesap gününde, ancak kalb-i selîm isterler.”
Kalb-i selîm sahibi sâlih kul, gizli saklı her şeyin açığa çıktığı hesap gününde Cenâb-ı Hakk’ın, O’nun Rasûlü’nün ve bütün âlemlerin huzurunda mahcûb ve rezîl olmaktan emîn olur. O günün sıkıntı, çile ve zorluklarından da selâmete erer.
[1] Bu vaaz Hak Dostlarının Gönül İkliminden Saadet Damlaları -1- / Kalb-i Selim Yıl: 2005 - Ay: Şubat - Sayı: 228 den alınmıştır.
[2] Yûnus, 25
[3] eş-Şuarâ, 88-89
(Devam edecek)
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamdahayat.com/
--
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder