23 Aralık 2017 Cumartesi

Toplumsal farklar, birlik ve Tevhid

Toplumsal farklar, birlik ve Tevhid

 Müslüman toplumların önünde duran en büyük ve acil sorunların başında birlik ve beraberlik geliyor. Giderek küçülen ama küçüldükçe de sorunları artan ve sıkışan dünyamızda birlik olmadan dirlik sahibi olmak mümkün değil.

 Tarih şunu gösteriyor: Birlik içinde hareket eden toplumlar başarılı olmuş, adalet dağıtmış, medeniyet kurmuştur. İç ve dış sebepler yüzünden bölünen, parçalanan toplumlar ise kısa sürede dağılmış, tarih sahnesinden silinmiştir.

Bugün İslâm dünyasının birlik ve beraberlik sorununu etraflı bir şekilde masaya yatırması ve ciddi bir muhasebe yapması gerekiyor.

Dinî, toplumsal, siyasi manada birlik nasıl sağlanır? Birlik ve beraberliğin dayandığı temel ilkeler nelerdir? Ortak bir evren tasavvuru, insan anlayışı ve ahlâk öğretisi olmadan birlik sağlanabilir mi? Birlik, tekdüzelik ve tektiplik demek olmadığına göre, farklılıklarımızı kucaklayarak “çokluk içinde birlik” hedefine nasıl ulaşabiliriz?

Kardeşlerim
İslâm’da birlik ve beraberliğin temeli tevhid’dir. Tevhid, yani birlemek; Hakk’ın ve hakikatin bir ve tek olduğunu idrak ve ikrar etmek… İnsanî ve sosyal düzeydeki birlik ve beraberliğin metafizik temeli, tevhid ilkesidir. Nasıl hakikatte ve alemde birlik ve bütünlük varsa, insan hayatının temelinde de birlik vardır. Bu birlik olmadan bir insan topluluğundan ve insanî bir yaşamdan bahsetmek mümkün değildir.

Alemde gördüğümüz ahenk ve düzenin temelinde Cenab-ı Hakk’ın mutlak birliği vardır. Bu birlik ilkesi olmasa, şüphesiz alemde fesat olur, düzen diye bir şey kalmazdı. Nitekim Kur’an-ı Kerim bu ilkeyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
لَوْ كَانَ فِيهِمَا اَلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı, yer ve gök (yani bunların düzeni) kesinlikle bozulup giderdi. Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı sıfatlardan münezzehtir”[1]

Metafizik manada ahenk ve düzenin olması için her şeyin tek bir kaynaktan, tutarlı bir şekilde tanzim edilmesi ve düzene konulması gerekir. Basit bir bina yaparken bile elimizde tek bir planın, tek bir projenin olması gerekir ki yapılan bina çökmesin.

Tevhid ilkesi, İslâm inancının temelidir. Aşağıda da işaret edeceğimiz gibi bu ilke aynı zamanda müslüman toplum düzeninin de temel taşıdır. Bu yüzden Kur’an Cenab-ı Hakk’ın mutlak birliği üzerinde ısrarla durur ve bizi şirke karşı uyarır:
وَاِلَهُكُمْ اِلَهٌ وَاحِدٌ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ

“İlâhınız tek bir ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O rahmandır, rahimdir.”[2]. O sadece bir kavmin yahut milletin değil, bütün insanların ilâhı, yaratıcısı, rahmet ve mağfiret kaynağıdır.

Bu tevhid ilkesi, varlık düzeninin her mertebesinde bir hakikati ifade eder. Tevhid ilkesini koyan Cenab-ı Hak gibi, O’nun yarattığı varlıklar da tevhidin mutlak hakikatini akıllarıyla ve dilleriyle ikrar ederler. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلَئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki O’ndan başka ilâh yoktur. Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur”[3]

Buna göre varlık alemine düzen veren tevhid ilkesi, varlığın ve insan hayatının tamamını kuşatır. Tevhidi sadece teorik/fikrî bir ilke olarak görmek büyük hata olur. Tersine tevhid ve onun inşa ettiği birlik, düzen ve ahenk, ontolojik bir ilkedir. Yani varoluşun temel kurallarından biridir. Bu manada Cenab-ı Hak, bütün varlığın tek ilâhıdır. Ayette buyrulduğu üzere
وَهُوَ الَّذِى فِى السَّمَآءِ اِلَهٌ وَفِى اْلاَرْضِ اِلَهٌ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ

“O, gökte ilâh, yerde de ilâhtır.”[4]. Bu ilkeyi doğru anladığımızda, toplumsal birlik ve beraberliği de sağlam bir zemine oturtma imkânımız olur.

Değerli Kardeşlerim

Peki tevhid ile, alemdeki çokluğu nasıl telif edebilir, bir arada düşünebiliriz?
Yaradılış aleminde gördüğümüz çokluk, Cenab-ı Hakk’ın yaratma kudretinin muazzam tecellilerinden biridir. Varlıkları, insanları, yeri ve gökleri farklı farklı yaratmak suretiyle Mutlak Sanatkâr, sanatının en güzel örneklerinden birini vermiştir. Ve bütün bunları, “eşref-i mahlukat” olan, yani yaradılmışların en şereflisi kabul edilen insanın hizmetine sunmuştur. İman ve akıl sahibi insan bu muazzam çeşitliliğin, alemlerin tek ve mutlak Rabbi olan Cenab-ı Hakk’ın eseri olduğunu bilir ve hayatını ona göre düzenler.

Bir başka ifadeyle tevdih ilkesi olmadan çokluğu anlamlandırmak mümkün değildir. Aynı ilke, insanî ve toplumsal düzen için de geçerlidir. Birbirinden farklı dilleri, milliyetleri, cinsiyetleri, kültürleri olan insanlık alemine baktığımızda muazzam bir çeşitlilik görürüz. Bu çeşitliliğin anarşiye ve kaosa/kargaşaya dönüşmesini engelleyen, insanlık vasfına bir ahenk, düzen ve bütünlük kazandıran da yine tevhid, yani birlik ve beraberlik ilkesidir. Bu, yaradılış aleminin temel ilkelerinden biridir.
İşte bu ilkeden hareket eden müslümanlar, tarihin en muhteşem medeniyetlerinden birini inşa etmişler ve insanlığın hizmetine sunmuşlardır. Bunu yaparken de birlik ile çokluk, vahdet ile kesret arasında hassas bir denge kurmuşladır.
İslâm toplumlarına ve medeniyetine baktığımızda çok renkli bir tablo görürüz. Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Fars’ı, Hintli’si, Maley’i, Bosnalı’sı, Afrikalı’sı ile İslâm ümmeti bir çiçek bahçesine benzer. Her bir çiçeğin rengi, kokusu, endamı farklıdır. Ama onların bütünlük ve ahenginden muhteşem bir çiçek bahçesi ortaya çıkar.

Aynı şekilde İslâm medeniyeti, Fas’tan Endonezya’ya, Anadolu’dan Hint altkıtasına, Arabistan’dan Orta Asya’ya ve Balkanlara kadar muazzam bir çeşitlilik gösterir. Mimarî tarzları, şehir düzenleri, kılık kıyafetleri, dilleri, mutfakları, yerel örf ve adetleri ile dantel gibi örülmüş bir mozayik çıkar karşımıza. Fakat bütün farklılıkları “İslâm medeniyeti” yahut ümmet başlığı altında toplamımızı sağlayan derin bir birlik, beraberlik, bütünlük ve ahenk vardır.

Vahdet ile kesret, teklik ile çokluk arasındaki dengeyi kurabilen İslam medeniyeti, bugün de hem insanlık hem de müslüman dünya için çok önemli bir model olmaya devam ediyor. Kültür ve medeniyet alanında karşımıza çıkan bu ilke, insan toplulukları için de aynen geçerlidir.
Muhterem Kardeşlerim Toplumsal farklar içinde birlik nasıl olur

Cenab-ı Hak biz insanları, tek, münferit varlıklar olarak değil, başka insanlarla etkileşim içinde yaşayan toplumsal varlıklar olarak yaratmıştır. Alemde tek başına olan bir insanın, insanlık vasfını tam manasıyla hayata geçirmesi mümkün değildir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran akıl ve dil özellikleri, ancak karşımızda düşünen ve konuşan bir muhatap olduğu zaman bir anlam kazanır. Akıl ve dil ile “hitap” etmek demek, karşımızda “muhatap” bulmak demektir. Bu ise diğer insanlarla beraber ve bir arada olmak demektir.

Bu nokta Kur’an’ın ilâhi hitabında da ifade edilmiştir. Kur’an’ın hitapları genellikle çoğuldur: “Ey insanlar”, “ey inananlar”, “ey Ademoğulları”, “ey mümin kadınlar ve mümin erkekler”… Aynı şekilde gayri müslimlere, zalimlere, kâfirlere, münafıklara yönelik hitaplar da çoğuldur. Zira inanç ve yaşam olarak nerede olursak olalım, insan olmak demek diğer insanlarla ortak bir alanı paylaşmak demektir.
İnsanlar ve toplumlar arasındaki farklar da ilâhi hikmet ve rahmetin bir tecellisidir. Nasıl alemdeki farklılık bir ahenk ve düzene işaret ediyorsa, insanlar ve milletler arasındaki farklılıklar da bir hikmete dayanmaktadır. Bu farklılıklardan birini alıp mutlaklaştırmak, yüceltmek ve başkalarına karşı bir üstünlük gerekçesi olarak kullanmaya kalkışmak İslâm’ın ruhuna aykırıdır ve ancak bölünme, fitne ve çatışmaya neden olur.

Kur’an-ı Kerim bu ilkeyi de net bir şekilde ortaya koymuştur:
يَآاَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَآئِلَ لِتَعاَرَفُوآ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ اَتْقَيكُمْ اِنَّ اللهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli ve en üstün olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberdar olandır”[5]
 Muhterem Kardeşlerim

Burada “te’ârefû” fiili, tanışmak, bilişmek ve “maruf” olanda birleşip hayır için hizmet etmek demektir. Teâruf kelimesi, “irfan ve marifet” kelimeleriyle aynı kökten gelir. Buna göre “bir erkek ile bir dişi”den yani Hz. Adem a.s. ile Hz. Havva’dan gelen insan neslinin farklı kavim ve milletler halinde yaşaması, irfan, marifet, bilgi, hayır ve hizmet içindir. Yoksa bir kavim kendini öne çıkartsın ve diğerlerinden üstün görsün diye değildir. Kur’an’ın “Hayır işlerinde yarışın!” buyruğu bu noktaya işaret eder. Hayır işlerinde birlik ve beraberlik içinde hareket etmek insanı Allah’a yaklaştırır. Bu aynı zamanda insanların dünya hayatında insanca yaşamasını kolaylaştırır. Yunus’un dediği gibi:
Gelin tanış olalım

İşin kolayın tutalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.

Hem iman noktasından hem de toplumsal düzen açısından farklılıklarımızı bilerek ve onları kucaklayarak, hayır işlerinde yarışmak ve insanlığın maslahatı için mücadele etmek zorundayız. Bu bizim hem insan hem de müslüman olarak aslî görevimizdir.

Ama bunu yapmak için birlik ve beraberlik içinde düşünmemiz, hissetmemiz, akletmemiz ve amel etmemiz gerekir. Hem insanlık hem ümmet hem de bir milletin bireyleri olarak birlik ve beraberlik ruhunu yaşatabildiğimiz sürece başarıya ulaşabiliriz. Müslümanın bakış açısına göre bu üç kategori arasında bir çelişki yoktur. Yani biz aynı anda hem insanız, hem müslümanız hem de bir milletin mensubuyuz. Bu dengeyi koruduğumuz zaman Allah bize güç verir, işimizi hayırlı ve bereketli kılar. Ama birbirimizle uğraşmaya başladığımız anda gücümüz, özgüvenimiz, heyecanımız kaybolup gider. Kur’an-ı Kerim diyor ki:
وَاَطِيعُوا اللهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا اِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ

 “Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin, birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir”[6]

Sevgili Kardeşlerim Birlik, tekdüzelik demek değildir.

Burada birlik ve beraberlik konusunda yaygın olan bir yanlış anlamayı düzeltmekte fayda var. Birlik demek, tekdüzelik ve tektiplik demek değildir. Modern ideolojilerle zihni bulananlar, birlik ve beraberliğin tekdüzelik, tektiplik olduğunu zannediyor. Onlara göre birlikten bahsetmek farklılıkları yok saymak, bireysel iradeyi gözardı etmek, hatta asimilasyon ve inkâr anlamına geliyor.

Oysa insanî ve toplumsal düzlemde birlik ve beraberlik, birbirinden farklı olan unsurların bir araya gelmesiyle oluşur. Allah alemde hiçbir şeyi tıpatıp aynı yaratmamıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin ve yüce sanatının bir tecellisidir. Farklılıklar hiçbir zaman birlik ve beraberliğin önünde bir engel değildir. Birlik ve beraberliğin tekdüzelik ve tektiplik olduğunu zannedenler, farklılıkları mutlaklaştırarak işi ayrımcılık, kavmiyetçilik, ırkçılık noktasına taşıyabiliyorlar.

Birlik demek, aynı ideal etrafında, aynı yüksek değerleri hayata geçirmek için, aynı hedefe doğru yürümek demektir. Birlik, farklılıklarımızı kucaklayarak ama son tahlilde onları aşarak daha yüksek ideallere doğru kanat açmaktır. Kendi kimliğimizi kaybetmeden ama o kimliğe de hapsolmadan erdemli bir toplum inşa etme gayreti içinde olmaktır.

Nitekim Kur’an’da bu konu açık bir şekilde ele alınmış, inanç ve ahlâk sahibi insanların birbirlerini birer kardeş gibi görmeleri salık verilmiştir:
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعاً وَلاَ تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَآءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ اِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلَى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللهُ لَكُمْ اَيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

 “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz”.[7]

Değerli Müminler Kavmiyetçilik, ulusçuluk bizim yolumuz değildir

Bu ayet, gerçek manada birlik ve beraberliğin ancak “kalplerin birleşmesiyle” mümkün olabileceğini ifade ediyor. İslâm dünyasını bir buçuk asırdır zayıflatan ve müslümanları birbirine düşüren kavmiyetçilik ve ırkçılık hastalığını da ancak kalplerimizi birleştirerek ve müslümanların birbirlerinin kardeşleri olduğunu hatırlayarak aşabiliriz. Çeşitli sebeplerle birbirinden ayrı düşmüş ve husumet içinde olan toplulukları barıştırmak ve birleştirmek hem dinî bir vecibedir hem de toplumsal barışın ve bir arada yaşama ahlâkının bir gereğidir.

Gelin yine burada kutsal kitabımıza başvuralım:
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

 “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz.”[8]

Farklı milliyetlere mensup ve farklı dilleri konuşan müslüman toplulukların her şeyden önce kardeş olduklarını hatırlamaları gerekiyor. Etnik kökenimiz ne olursa olsun, biz her şeyden önce insanız ve müslümanız. Yani Allah’ın dinine ve iradesine teslim olmuş, yeryüzünde Allah’ın halifesi olma görevini üstlenmiş akıl, irade ve vicdan sahibi varlıklarız. Bu vasıflarımızı unutur ve etnik kimliklerimizi öne çıkartırsak, hele hele bu kimlikler üzerinden başkalarına üstünlük taslamaya kalkışırsak, Allah korusun, kendi sonumuzu getirmiş oluruz.
İman ile yoğrulmuş vatan ve millet sevgisi, kavmiyetçiliğe, ırkçılığa ve ayrımcılığa dönüştüğünde yıkıcı bir güç haline gelir. Nitekim bunu fark eden Batılı güçler İslâm ümmetini parçalamak için çok çalışmışlar ve maalesef 19’uncu yüzyıldan itibaren bu konuda başarılı olmuşlardır. Ümmetin bir parçası olan müslüman milletler birbirine düşmüş; milliyetçilik virüsü bütün bedene yayılmıştır. Bunun bir sonucu olarak dini, imanı, değeri, ilkesi, tarihi, insan ve medeniyet tasavvuru aynı olan Müslüman Türkler, Kürtler, Araplar, Arnavutlar, Boşnaklar, Abazalar, Çerkezler, Farslar ve diğerleri adeta birbirine düşman olmuştur. Cenab-ı Hakk’ın lütfu ve ihsanı olan etnik köken ve dil farklılıkları, “irfan ve marifet”te yarış için bir vesile olmak yerine, müslüman toplulukları birbirine düşürmek ve ümmeti zayıflatmak için zehirli bir araç haline gelmiştir. Aynı bedenin parçası olan müslüman kavimler, aynı zamanda bir büyük cemaatin, yani ümmetin de eşit üyeleridir. Bu kardeşlik ve dayanışma ruhu ortadan kalktığında bizi biz yapan değerler de kaybolur gider. Ondan sonra ne gücümüz kalır, ne de Allah’ın yardımı üzerimizde olur.
Zira Peygamber Efendimiz s.a.v. buyuruyor ki:
 “Allah’ın yardımı cemaatle (toplulukla) beraberdir.” (Ebu Davud, Salât, 46)
Yine bir başka hadiste Rasul-i Kibriya Efendimiz s.a.v. şöyle diyor:
“Size birlik halinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zira şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup, beraber bulunan iki kişiden uzaktır. Kim cennetin ta ortasında yaşamak isterse, toplu halde bulunmaya baksın.” (Tirmizî, Fiten, 7)
Kardeşlerim Gelin Birlik için kalplerimizi birleştirelim!
Biz Türkiye’nin birlik ve beraberliği dediğimizde, kavmî ve dil farklılıklarını yok sayan, onları asimile etmeye çalışan bir birlik ve beraberlikten bahsetmiyoruz. Bizim kastettiğimiz açıktır: Farklılıkları bir zenginlik, ilâhi bir lütuf kabul ederek, aynı yüce idealler etrafında kenetlenmek… Farklılıkları inkâr ve reddetmek ne kadar yanlışsa, onları mutlaklaştırarak işi kavmiyetçiliğe ve ırkçılığa vardırmak da o kadar yanlış ve tehlikelidir.
İslâm dünyasının ve müslüman milletlerin bugün birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Zira birlik olmadan dirlik olmaz.
Dirlik olmazsa birey de, cemaat de, toplum da, devlet de kaybeder. Birlik ve beraberliğimizin dinî ve ahlâkî temelleri açıktır. Kalplerini aynı yüksek değerler etrafında birleştirmiş İslâm milletleri, geçmişte olduğu gibi bugün de rengârenk, çeşit çeşit, mis gibi kokan ve bakanlara ferahlık ve hayat veren bir gül bahçesine dönüşebilir.


 Not: Bu vaaz Semerkand Dergisi, Aralık 2011 Sayısından istifade edilerek hazırlanmıştır.




[1] Enbiya, 22


[2] Bakara, 163


[3] Âl-i İmran, 18


[4] Zuhruf, 84


[5] Hucurat, 13


[6] Enfal, 46


[7] Âl-i İmran, 103


[8] Hucurat, 10
 


BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamdahayat.com/news.php?readmore=452


 --


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder