CESARET
‘Cesaret’, ruhun büyük bir kuvvetidir ki, her zaman karşılaşılan tehlikelerin harekete getireceği duygulara üstün gelir ve bunları bastırır. Diğer bir adı da ‘Cür’et’tir. Şecaat kelimesiyle birlikte de kullanılmaktadır.
‘Cesaret’ sahibi kimseye ‘Cesur’ denilir.
Cesaret öyle güzel bir huydur ki, diğer iyi huyları da arkasından çekip getirir. Ancak cesaret itidal üzere olmazsa, zulüm ve haksızlığa yol açar. Bununla beraber bir de gurur ve kibir gibi bazı hastalıklar gelebilir ki, bunlar kötü huylardır.
Peygamber (s.a.v.) de, bir çok hadislerinde, korkaklık demek olan ‘Cübün’den Cenab-ı Hakk’a sığınmışlardır. İman ve İslâm’ın bekası kuşkusuz Cenab-ı Hakk’ın takdiri ve mücadele ve savaşlardaki Müslüman mücahidlerin akıllara durgunluk veren başarılarıyla gerçekleşmiştir. Korkak, sabırsız ve sebatsız insanların hiçbir konuda başarılı olmaları mümkün değildir. Her zaman görülmektedir ki, bir çok batıl işlerde bile, başarmak için insanlar kendi çıkarları gereği, pek çık mücadele vermekte, savaşlarına azim ve metanetle devam etmektedirler. Halbuki bu hususta ne bir sevap ve mükafatları vardır ve ne de ‘şehadet’ gibi bir yüce dereceye ulaşmak kültür ve inanışlarında vardır. Belki zulüm ve haksızlıklarının cezasını çekmek üzere, büyük azap ve felaketlere de uğratılabilirler. Halbuki bir Müslüman, gerek savaş, gerek cihad ve gerekse herhangi bir haksızlığa karşı direnişi karşısında ölecek olursa ‘şehid’ rütbesi verilir. Makamı Cennet olur. Günahları da daha kanının ilk damlasıyla birlikte silinir, sorgu ve sual de olunmazlar. Bu güzel özelliğe sahip bireyler ve toplumlar her zaman mutludurlar. Mümin şuna inanır ki, ecel gelmeden önce hiç kimse ölmez. Bu da Cenab-ı Hakk’ın ezeldeki takdiri ile verilmiştir.
Değiştirmek kimsenin elinden gelmez. Dolayısıyla korkaklık insana hiçbir yarar sağlamadığı gibi bir çok hak ve özgürlüğün de el çıkmasına göz yummasına neden olur. Yine ölüm hiç kimsenin yakasını bırakacak değildir. Şan ve şerefle ölmek, elbette zayıf, çaresiz ve kadınlar gibi evlerinde ölmekten binlerce kat daha iyidir. İslâm’ın bütün yeryüzüne yayılması için, rahat ve huzurlarını, iş ve güçlerini bırakıp ta, kafirler ile savaşarak İslâm sancağını dünyanın her tarafına ulaştıran ve İslâm’ı yaşayan, o büyük atalarımızın saymakla bitmeyen fetihleri, hep bu yüksek sevginin sonuçları değil midir? Kuşkusuz bu da imanın kuvvetine ve Hakk’ın rızasını kazanma emelini taşıyan kimselere mahsustur. [1]
Cenab-ı Hak buyurur: “Muhammed (s.a.v.) Allah’ın peygamberidir. O’nun beraberinde bulunanlar, kafirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları rükû ve secde eder halde (namaz kılarken) Allah’tan sevap ve rıza istediklerini görürsün. Secde eserinden (çok namaz kılmalarından meydana gelen) işaretleri yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki tanımları budur. İncil’deki tanımları da şudur: Onlar filizini çıkarmış bir ekine benzerler. Derken o filizi kuvvetlendirmiş de kalınlaşmış, nihayet gövdeleri üzerinde doğrulup kalkmış; çiftçilerin hoşuna gidiyor. Bu benzetme kafirleri ashab-ı kiram ile öfkelendirmek içindir. Onlardan iman edip Salih amel işleyenlere, Allah bir mağfiret ve büyük mükafaat vaat etmiştir.” [2]
Bu ayette görüldüğü üzere, Cenab-ı Hak çok açık ve net olarak, Müslümanların, düşmanlarına karşı şedid, cesur, azimli, şecaatli, metanetli, bahadır, korkmaz ve yılmaz kimseler olduğunu beyan ederken, birbirlerine karşı da son derece merhametli olduklarını bildirmesi, cesaretin ancak yerinde ve özellikle din düşmanlarına karşı amansız bir halde yapılması gereğini de bildirmiştir.
Düşmanlara karşı kuzu gibi olup da, birbirlerine ve aile bireylerine karşı gereksiz sertlikler hiçbir zaman şecaat veya cesaret olarak kabul edilemez.
Allah (c.c.) için sevmek ve Allah (c.c.) kızmak kuralını elden bırakmamak.
Ve her işte gerek sevgi gereği yumuşaklık ve gerekse, isyan ve günahların işlenmesi halinde buğz, şiddet ve adavet, gerekirse de şecaat ve cesaretini, Allah (c.c.) için göstermek, birey ve toplumun kurtuluşu için pek yerinde olacaktır.
Peygamber (s.a.v.), bütün Arabistan şirk ve küfür içinde yüzerken, yalnız başına tevhid sancağını kaldırmış, büyük bir düşman dünya ile yalnız başına savaşmıştı. Bütün Arabistan halkı küçüğünden büyüğüne, erkeğinden kadınına kadar hepsi karşısına bir dağ gibi dikilmiş, fakat bütün bular O’nun sarsılmaz azmi, cesareti, peygamberlik vakar ve şecaati karşısında darmadağın olmuştur.
Bedir savaşında araç ve gereçleri yetersiz, silahları kötü üçyüz mücahid Müslüman, Kureyş’in her şeyi mükemmel bin savaşçısı ile karşılaştığı zaman, bu mücahidler Peygamber (s.a.v.)’in etrafında toplanmışlar ve O’nun bir dağ gibi metin durduğunu görmüşlerdi. [3]
Resûlullah (s.a.v.) insanların en yakışıklısı, en cömerdi ve en cesuru idi. Bir gün bütün Medine halkı, ani bir baskına uğradıklarını sanarak korkmuş, sesin nereden geldiğini anlamak üzere sokağa çıktıklarında Resûlullah (s.a.v.)’in tek başına eyersiz bir atla olayı araştırıp geri döndüğünü görmüşlerdir. [4]
Cesur kimselerin kendilerini serbest bir halde yaşamaya devam ettirmeleri ve en dehşetli olaylarda bile akıllarının hareket rahatlığını korumaları işte bu kuvvetten kaynaklanmaktadır. Cesur insanlarla bunda ifrata kaçanlar arasında, çoğunlukla harekete geçirici sebeplerden başka bir fark yok sanılsa da dikkatli bakıldığı ve iyi düşünüldüğü zaman pek çok fark olduğu anlaşılır.
Cesur insanlar, adalet görevlileri tarafından kesin bir emir aldıkları zaman çeşitli tehlike ve güçlükleri göze alarak canlarının kıymetini bildikleri halde ölümün tehdidine kulak asmayarak çalışıp sonunda hayatlarından bile vaz geçebilirler.
Önlerine gelen her şeye atılan ‘Mütehevvirler’ (bilinçsiz heyecanlı kimse) ise bir takım kuruntulara dayalı hayalî namuslar ve çıkarlar uğruna çırpınarak koşup tehdit ile uğraşırlar.
Dünyada en büyük yiğitlik, yasal görevlerini güzelce yerine getirmek, bu yolda hiçbir engelden korkmamak, adaletli davranmak ve buna dikkat göstermektir. Fakirlik düşmanına karşı istekle sabır ve tahammülü alışkanlık haline getirenler de ‘Cesur’ ünvanına lâyık olurlar.
Cesaretlerin en dehşetlisi ve en korkuncu son derece zorda kalan korkak kimsenin cesaretidir. Böyle kimselerin üzerine varmak için büyük cesaret ister. En iyisi bunlardan uzak durmaktır. Çünkü bunun cesareti bilinç dışı bir cesarettir ve bundan her türlü akıl ve mantık dışı eylem çıkabilir. [5]
[1] Tasavvufi Ahlak, M.Z. Kotku.
[2] Fetih sûresi, 48/29.
[3] Buhari.
[4] Buhari ve Müslim.
[5] Tasvîr-i Ahlâk, A. Rıfat
KAYNAK:BU YAZI AŞAĞIDAKİ WEB SİTEDEN ALINMIŞTIR.
--
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder