İmam Gazzâli (ö. 505/1111)’nin asıl adı Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed’dir. ‘Huccetu’l-İslâm’ lakabıyla tanınan Gazzâli, İslâm dünyasının en büyük düşünürlerinden biridir. Nizamiye medresesinde okumuş ve uzun yıllar yine bu medresede hocalık yapmıştır. Bu sırada bazı konularda şüpheye yakalanmış, medreseyi ve kitabı bir yana iterek uzlet köşesine çekilmiş, sonunda ilâhi hidayetin yetişmesi üzerine şüpheden tamamen kurtularak saf bir iman ile tasavvuf ve ahlâk üzerinde çalışmaya başlamıştır. ‘El-Munkızu mine’d-dalal’ adlı eseri bu çileli hayat dönemini anlatır.
İmam Gazzâli, kelam, felsefe, fıkıh ve usûl-ü fıkıh ile de uğraşmış ve bunların her biri üzerinde eserler vermiştir. O’nun ahlâk ile ilgili en tanınmış eserleri: ‘Mizanu’l-amel, İhyau ulûmi’d-din ve Eyyühe’l veled’dir.
İhya’da fıkıh ile tasavvufun birbirine katıldığını görürüz. Bu büyük eser, başlıca dört bölümden meydana gelmiştir:
Birinci bölüm, ‘Rub’u’l-ibadat’ adını taşımaktadır. Bu bölümde ilim, iman, taharet, namaz, zekat, oruç, hac, Kur’an okumanın edepleri, dua ve zikir konuları işlenmektedir.
İkinci bölüm, ‘Rub’u’l-adat’tır. Bu bölümde ise yemek, nikah, kazanç ve ticaret, helal ve haram, iyi geçim, uzlet, sefer, sema ve vecd, emr-i bi’l-ma’ruf, ve Hz. Peygamber’in ahlâkı konuları işlenmektedir.
Üçüncü bölüm, ‘Rub’u’l-mühlikat’tır. Bu bölümde kalbin durumları ve hastalıklarının ilacı, nefis riyazeti ve iyi ahlâk, dilin afetleri, gazap, kin, haset, cimriliğin ve dünya sevgisinin, riya, kibir ve kendini beğenmenin kötülüğü anlatılmaktadır.
Dördüncü bölüm, ‘Rub’u’l-münciyat’ adındadır. Ahlâki tehlikelerden insanı kurtaracak olan tevbe, sabır, şükür, korku, ümit, zühd, tevhid, tevekkül, ilâhi muhabbet, niyet, samimiyet, doğruluk, murakabe, tefekkür, ölüm ve sonrası konuları işlenmektedir. (1)
Gazzâli, tam anlamıyla bir ruh doktoru ve eğitimcisidir. İnsan nefsindeki manevi hastalıkları birer birer ele alarak bunların nereden çıktığını, onlardan kurtulmanın nasıl mümkün olacağını belirtir.
Bu konuları anlatırken ahlâkçımız, elindeki neşterle hasta organı yaran ve insanın manevi dünyasını çekilmez yapan urları kesip atmaya çalışan bir operatör gibidir.
Tasavvuf ahlâkçıları, Kitap ve sünnetten büyük ölçüde yararlanmakla beraber murakabeye (nefsin denetim altına alınması) de önemli bir yer verirler. Gazali, “riyanın ilacı, kibrin ilacı, şehvetin ilacı…” gibi deyimlerle manevi hastalıkların reçetelerini yazarken, ilaç olarak, insanın kendi içine eğilmesini, kendini kontrol etmesini, ‘irade’ silahıyla nefsi ezmesini tavsiye eder ve bunun formüllerini verir.
Sözle ruh (psikoloji) eğitimi yapmak, aslında zor ve sıkıcı bir çalışmadır. Fakat İmam Gazzâli, üzerinde duracağı manevi hastalığa yakalanan bazı kimselerin tuhaf hallerini, cazip bir öykü şeklinde verir. Ardından da tanınmış İslâm büyüklerinin öğütlerini sıralar: Suç işlerken başkalarından saklanmaya çalışan sinsi ve korkak bir kişi durumunda yakaladığı ‘nefsi’ kıskıvrak bağlayarak tokatlamaya çalışırken okuyucusunu ilgiyle peşinden sürükler.
Bu başarısı nedeniyledir ki, Gazzâli ve İhya’sı kendinden sonra gelen büyük ahlâkçılara kaynak olmuş, asırlarca bütün İslâm dünyasında zevk ve heyecanla okunmuştur. Bu özelliğini günümüzde de korumaktadır.
Örnek:
Tasavvuf ahlâkçılarının önemle üzerinde durduğu ‘murakabe’ konusu, İhya’nın son bölümünde ‘Rub’u’l-münciyat’da yer almaktadır. Murakabe hakkında da bir fikir vermesi bakımından “Nefsi uyarıp kınama” konusundan bazı pasajlar aktarıyoruz:
‘Sana yazıklar olsun ey nefis, tutum ve davranışın, hesap gününe inanmayanların tutum ve davranışları gibidir. Yoksa öldüğün zaman, yok olup kurtulacağını mı sanıyorsun? Heyhat, başıboş kalacağını mı sanıyorsun? Ana rahmine atılmış bir meniden meydana gelen ‘nutfe’ değil misin? Sonra donmuş kan parçası haline gelip bazı evrelerden geçtikten sonra, insan şeklini almadın mı? Seni bu hale getiren, öldürdükten sonra diriltemez mi? Şayet hatırından böyle bir şeyler geçiyorsa ne büyük cehalet ve küfür içindesin. Allah Teala’nın seni nereden yarattığını düşünmez misin? Seni ‘nutfe’den meydana getirip sana doğru yolu göstermedi mi? Sonra öldürüp mezara koydurmadı mı?
Bunları bildiğin halde, “Sonradan seni dilediği zaman diriltir” ayetini mi inkar ediyorsun? Şayet bunları yalanlamıyor ve inanıyorsan niçin sakınmıyorsun? Gayr-i Müslim bir doktor, en sevdiğin bir yemeğin, senin için zararlı olduğunu sana söylerse, onu yememeğe nasıl gayret edersin? Mucizelerle desteklenen Peygamberler ve Allah Teala’nın buyurduklarının, senin yanında bir gayr-i Müslim doktor kadar da mı değeri yoktur? Halbuki doktor, deney ve tahmin ile cevap veriyor ki, aklı da ilmi de eksiktir.
Bunları bırakalım da, bir çocuğu ele alalım. Bir çocuk, elbisende akrep var dediği anda bu sözü duyar duymaz hiç delil ve ispat aramadan nasıl hemen elbiseni yere atarsın? Alimlerin, hakimlerin, velilerin ve Peygamberlerin sözleri senin yanında o çocuğun sözünden daha mı değersizdir? Yoksa cehennemin yakıcılığı, kelepçeleri, zakkum ve demir çomakları, irin ve zehirleri, yılan ve akrepleri, kısa bir süre acısını duyacağın bir dünya akrebinden sana daha mı hafif geliyor? Senin bu davranışın, akıl işi değildir. Eğer hayvanlar senin durumunu anlasalar sana gülerlerdi. Şayet şu söylediklerimi anladın ve hepsine inandıysan, o halde niçin ibadetlerini ertelersin? Halbuki ölüm sana çok yakın ve beklemediğin anda seni yakalar.
Ölümün tez gelmeyeceğini nereden bilirsin? Hesap edelim ki sana yüz yıl ömür verilmiştir. Bir defa ibadetin sana yeteceğini mi sanıyorsun? Dağın eteğinde yedirdiğin atın ile koca dağı aşabileceğini mi sanıyorsun? Şayet böyle düşünüyorsan, ne büyük ahmaksın? İlim tahsili için evinden ayrılıp yıllarca boşta gezdikten sonra memleketine döneceği son yılda okumakla hoca olunabilir mi? Bu görüşte olan adama gülmez misin? Allah’ın keremine dayanarak hoca olunacağını mı sanırsın? Sonra, ömrünün sonunda yapacağın ibadetin sana yeteceğini kabul edelim. Ömrünün sonunda olmadığını nereden biliyorsun? O halde niçin ibadetle meşgul olmuyorsun? Şayet biraz daha yaşayacağının bildirildiğini kabul edersek, yine niçin ibadetini sonraya bıraktığını senden sorabiliriz. Bunun sebebi, ancak ibadetteki ağırlığa
nefsinin izin vermemesi ve bu zahmete katlanmayarak arzularına uymasıdır. Ne sanıyorsun, acaba nefsin bitmeyen arzularına karşı durmanın kolay olacağı bir gün mü gelecek? Böyle bir günü bekliyorsan, aldanırsın, çünkü Allah Teala böyle bir gün yaratmamıştır ve yaratmaz.
Cennet, zorluklarla çevrili olup engellerle kuşatılmıştır. Bunlar hiçbir zaman ve hiç kimse için kolaylaşmaz. Bir düşünsen: Kaç yıldan b
--
.
Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (müslüman) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir… "
YanıtlaSil(Buhârî, "Mezâlim”, 3; Müslim,