Dr. Muhammed Bozdağ,
Ya Rezzak! Şükürler olsun! (Zafer Dergisi, M. Bozdağ)
Pencerenizden izlediğiniz bahçenin çıplak toprağından ansızın bir yeşil sütun yükseliyor, dakikalar içer...isinde büyüyüp, dal budak salıp ağaç oluyor. Derken kaldırıyor köklerini yerden de yürüyüp pencerenizin önüne geliyor. Yaklaştırıyor dallarını yüzünüze ve incecik uçlarından hızla büyüyen iri iri elmaları uzatıyor elinize, “buyurun!” dercesine!
Bakıyorsunuz, o bir ağaç, dili yok güya, kalbi yok, aklı yok diye düşünüyorsunuz. Şaşırtıcı geliyor mu? Masal gibi mi? Dikkatle bakarsak göreceğiz ki, yeryüzündeki rızıklandırma işlerinde yaratılırken yaşananlar bu senaryonun yavaş çekimine çok benziyor.
Dün iki siyah kuğunun havuzun kenarındaki yemliklerinden gagalarına alıp birbiriyle yarışırcasına havuzdaki aç Japon sazanlarına yedirişlerini gösteren bir videoyu izlerken bunu düşündüm. Çocukluğumda, köy evimizin bahçesindeki çalılığa gizlenen kanadı kırık bir kargayı bir sincabın günlerce beslediğini söyledilerdi de uydurduklarını sanmıştım. O tanıklığın bir benzerini gözlerimle izliyordum.
Yüce Rezzak’ın muhteşem rızıklandırması kuşatmış köşeleri… Kör bakınca kara kuru toprağın üzerindeki canlılığın nasıl bir rızıklandırma ihtişamından geçtiğini göremiyoruz.
Hayvanlar yaratılıp yayılıyorlar yeryüzüne ve cansız toprakta, gittikleri yerlerde ayaklarının altına yemyeşil sofralar seriliyor. Kanatlanan, tünediği ağacın dallarında buluyor yiyeceğini. Kileri, buzdolabı yok hiç birinin ve aç uyanıyorlar sabahleyin. Ama içlerindeki güvenlik hissi muhteşem. Aç kalma korkusunu hissetmiyorlar yüreklerinde. Muhtaçlıkları ve acizlikleri oranında er veya geç rızıklarına kavuşuyorlar.
Ölümün ürkütücü yüzü bile lezzetli ve tertemiz bir rızıklandırmaya dönüştürülüyor. İnanılmaz bir hikmetle iç içe bir rızıklandırma bu. Ömürleri ve görevleri biten trilyonlarca bakteri hayattan tezkeresini aldıktan sonra adeta kızarmış tavuk sofrası gibi sunuluyor milyarlarca temizlikçi sineğe. Görevi bitip emaneti iade eden bütün bedenler çabucak temizleniyor yeryüzünden.
Yüce Yaradan bir canlıya güç verdiyse hayata hareket katmak, bir de cıvıl cıvıl göstermek istiyor da rızkının peşinden yürü diyor. “Uç ağaçlara, uzan vadilere, açıl çiçeklere…” Serçeler görürsünüz, dallardaki minik meyvelerin, otlardaki tohumların peşinde koşuştururlar. Sonra da arılar, kelebekler… Renklerin binbir tonunu topraktan çıkaran binlerce türlü çiçeklerden bu sabah da damla damla bal sofrası sunulmuştur. Siz de koşun, beslenin.
Ey minicik kanatlılar, uyanın, kalkın yerlerinizden çırpın kanatlarınızı, açılın su mis kokulu süslü bahar bahçesine de ziynetlere ziynetler katın. Bahçelerden petek petek ballar dönsün geriye. Vızıldama şarkıları dönsün, sevinç, bayram, dans dönsün.
Ama bir de güçsüz kıldıysa o canlıyı veya nöbetçi asker gibi çakılı bıraktıysa bir toprağın başında. Empati yapın o ağaçla! Size de o ağaç gibi uzak veya ıssız serhat boylarını zikrinizle canlı tutmak düştüyse. Yapraklarınız dans edecek, dallarınız rüzgarın akışına senfoni katacaksa, bir “Hu” uğultusunu yayıp dağıtacaksanız ormanlarınızdan gökyüzüne ve açsanız ve bir su kuyusuna gidemiyor, bir sofrada oturamıyorsanız ne olacak? En küçük şeyleri bile duyup gören bir Rezzak hükmediyor bu gök kubbenin altına. Her şey gözetim altında. Siz rızkın ayağına gidemiyorsanız, O Rezzak rızkı ayağınıza getirecektir, güvenin ve sabırla ufukları izleyin.
Nerede ağaç varsa denizlerden besinler yüklenen vagon vagon bulut oraya akın etmiyor mu? Baksanıza göklerden geçen şu tonlarca su ve plankton taşıyan yiyecek ve içecek kervanlarına… Hangi yeryüzünde kökleri kuru kalmış, dalları tutmaz olmuş, boynunu bükmüş yapraklar varsa, hangi toprağın dudağı susuzluktan çatlamışsa, şu uçsuz bucaksız bahçenin Sahibi o imdadı oraya gönderiyor işte. Hem de ne heyecanla! Ne şevkle! Nasıl da bir bayram havasıyla, nasıl da düğün derneklerle tamtamlarla gidiyor.
Serinletici rüzgârlar yetiştiriyor müjdeyi saatler öncesinden. Sonra da dev gökyüzü davulu çalıyor, sarsılıyor zemin, titriyor bekleyenler. Boşalacak rahmet, sofralarının başındaki boş sahanların önünde ağızlarını açıp yiyecek bekleyen sayısız can beslensin diye. Bir de bakarsınız ki gövdeler doğrulmuş, yapraklar dirilmiş, çiçekler açmış veya meyveler büyümeye başlamıştır.
Bir aciz yavru doğuyor ve kendini bir şefkatli annenin korumasında buluyor. Kimi kanatlarında, kimi sırtında, kimi kesesinde, kimi ağzında, kimi kucağında koruyor yavrusunu. Nereye geldiğini, neye uğradığını, ne yapabileceğini bilmeyen, bıraksan ezilip, kuruyup ölüp gidecek yavrunun zayıf bedeni doğar doğmaz kendisi için doldurulan süt çeşmelerinden nasıl da beslendiğine bakar mısınız? Annelerin bedeni yavrusunun ihtiyacına göre bir lezzet sofrası oluyor. Topraktan beslenmek, sudan beslenmek, ağacın dalından beslenmek ve sonra da bir annenin vücudundan beslenmek… Ya Rezzak! Sana ne zor gelir ki!
Hadi karalardaki bir anne yavrusunu kucağına alır emzirir de, denizlerdeki kolsuz kanatsız anneler bu zor işi nasıl başaracaklar diye düşünür mü insan? Anne mi yapıyor ki bu işi? Kendi de himmete muhtaç zavallı anne mi?
Düşünün ki dev balinanın sütü krem kıvamında olmasa, okyanus suyuna karışacak süt de, yavru açlıktan ölecek. Bir tür balığın binlerce yumurtasından birden çıkan yavrularının minicik ağızları nasıl beslenebilir ki? Binlerce aç yavru bir anneyi kuşatırsa hangisiyle nasıl ilgilenir o anne? Kaçını görebilir, kaçını düşünebilir, kaçıyla ilgilenebilir ki o küçük beyniyle. Ama o minicikleri dünyaya gönderen esas Sahip yüce Rezzak, “ol” deyince, bütün pullarının kenarları birer süt çeşmesi olur o annenin.
Sonra şu göçebe somon balıkları… Okyanuslardan geriye, doğdukları nehir başlarındaki ata yurtlara dönüp yumurtalarını bıraktıktan sonra ölen somonlardan sonra doğan yetim yavrular hayata nasıl tutunabilir ki? Yüce Rezzak doğumlarında boyunlarına misket iriliğinde birer rızık deposu yerleştirmiştir; beslemeyi öğreninceye kadar o depodan beslenirler. Sahip, Rezzak ve Hakim yüce Yaradan olunca, çare mi bulunmaz! Subhanallah!
Hani derler ya atalar; “Dağda ceylan yavrusu doğunca vadide otu bitermiş.” Ne yüce plan bu! Ne benzersiz bir ihtişam! Ne mikrop aç, ne sinek, ne de balina! Acayip olan belli rızık türlerinin belli canlı türlerine tahsis edilmesi, o türlerin ağzına, midesine, vücudunun ihtiyacına göre yaratılmasıdır.
Acayiplik sadece sayısız türde, tarzda rızıkların yaratılması değildir. Bunlara sayısız görüntü ve koku güzelliği katılması ve her birine ayrı lezzetlerin bağlanmasıdır.
Daha acayibini de Mevlana Celaleddin söyler: “Herkes herkese bir lokma birşey verebilir; ama boğaz bağışlamak ancak Allah'ın işidir.” Ağaca kökten, meyveye daldan, bebeğe kordondan, insana ve hayvana gırtlaktan boğaz yaratan yüce Rezzak’a hamdolsun.
Bilhassa insanın boğazı lütuf üzerine lütuflarla zenginleştirmiştir. Rızkı bir hayvanın yaptığı gibi kaparak yutmazsınız. Dilinize türlü algılayıcılar serpmiş ve çiğnemenizi gerektirmiştir. Böylece lokmanın zerrelerindeki türlü tonlardaki lezzeti hissedesiniz. Burnunuz kokluyor, gözleriniz görüyor ki, rızkın lezzetine tüm yönlerden yaklaşabilesiniz.
İhtişam bununla sınırlı değil. Bir sineğin yediğinin kaç türlü lezzeti olabilir ki? Yeryüzünde rızkının lezzeti insanınki kadar çok ve çeşitli olan başka bir canlı var mıdır? Dur da düşün ey insan! Sen ne kadar şükrediyor olsan da sana yönelen bu Rezzak şefkatinin büyüklüğüne hakkıyla karşılık veremeyeceksin.
“Kullarımdan hakkıyla şükredenler azdır.” (Sebe, 13) buyruluyor. “Allah size, duyacak kulaklar, görecek gözler ve hissedecek gönüller verdi ki şükredesiniz.'(Nahl-78) hatırlatmasıyla şükre çağrılıyoruz.
Şükürler olsun ey iftar soframızı süsleyen yüce Rezzak! Lütfunun her zerresine şükürler olsun. Bizi nankörlerden kılma; kalbimizi nimetlerine karşı vefasızlıktan arındır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder