5 Temmuz 2017 Çarşamba

Gönül Dergâhından Hikmetler 20



Gönül Dergâhından Hikmetler 20 

Gönül Dergâhından Hikmetler 20

Yıl: 2017 Ay: Şubat Sayı: 125
 
Hayat imtihanının bütün meşakkat ve zorluklarını rızâ ve teslîmiyetle aşarak Allah ve Rasûlü’nün yolunda yürümek, mü’minlerin en mühim îman şiârıdır.
 
Mü’minin îmânın zirvesine doğru irtifâ kazanması da; amel-i sâlih dediğimiz, Allah rızâsını gâye edinen niyet, ibadet ve davranış güzellikleriyle yaşamasına bağlıdır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde îman ve sâlih amel, umûmiyetle birlikte zikredilmiştir.
 
***

 Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
 
“Boş kaldın mı hemen (başka bir) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8)
 
Yani ibadet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibadetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder. Çünkü hayat, bize uhrevî saâdeti kazanmak için verilmiş bir nîmettir. İnsan ömrünün nihâyeti olan ecelin vakti de meçhul kılınmıştır. Bu da hesap vermeye her an hazır olmayı gerektiren, dehşetli bir gerçektir.
 
Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh-’in naklettiği şu hâdise, ölüme her an hazırlıklı olmanın lüzumunu ne güzel ifâde etmektedir:
 
Hükümdârın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken üzerine giymek için sayısız elbiseler içinden en güzelini ve binmek için de birçok at içinden en rahvan ve gösterişli olanı seçmişti. Adamlarıyla birlikte muhteşem bir tavırla, böbürlenerek ve etrafına çalım satarak yola çıktı. Yolda, üstü-başı perişan biri, atının yularına yapıştı. Hükümdar:
 
“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!” diye hışımla bağırdı. Adamcağız ise sâkince:
 
“–Sana söyleyeceklerim var! Senin için çok hayatî bir mesele…” dedi.
 
Hükümdar merakla karışık bir hiddetle:
 
“–Söyle bakalım!” deyince, adam:
 
“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim!” dedi. Hükümdar eğilince, adam:
 
“–Ben Azrâil’im, canını almaya geldim!” dedi.
 
Hükümdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telâşa kapıldı, aman dilemeye başladı:
 
“–Ne olur biraz müsâade et!..” dedi.
 
Azrâil -aleyhisselâm- ise:
 
“–Hayır, sana müsâade yok. Âilene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hükümdârın canını alıverdi.
 
Daha sonra yoluna devam eden Azrâil -aleyhisselâm- sâlih bir mü’min kul ile karşılaştı. Ona selâm verdikten sonra:
 
“–Seninle bir işim var, bunu sana gizli söyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyledi. Mü’min kul buna sevindi ve:
 
“–Hoş geldin, kaç zamandır seni bekliyordum. Bütün gayretim, noksanlarımı ve kusurlarımı bertaraf edip ölüm ânımı güzelleştirebilmek içindi. Dâimâ son nefesimin endişesi ve hazırlığı içinde idim.” dedi.
 
Azrâil -aleyhisselâm-:
 
“–Öyle ise yapmakta olduğun işi tamamla.” dedi.
 
Adam:
 
“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.” dedi.
 
Bunun üzerine ölüm meleği:
 
“–Hangi hâl üzere istersen, o hâl üzere canını alayım.” dedi.
 
Adam:
 
“–Buna imkân var mı?” diye sordu.
 
Melek:
 
“–Evet, senin için bununla emrolundum.” dedi.
 
Adam:
 
“–O hâlde abdestimi tâzeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve hakikaten öyle oldu. (İhyâ, IV, 834-5)
 
 
Bu hâdiseden idrâk ettiğimiz kadarıyla ölümü güzelleştirmenin çâresi; Allâh’ı sevmek ve Rasûl’ünün izinden gidebilmektir.
 
***
 
 Bir mü’min, kulluk hayatını şu iki ölçü çerçevesinde tanzim etmelidir:
  1. Tâzîm li-emrillâh.
  2. Şefkat alâ halkillâh.
 
Tâzîm li-emrillâh, yani Allâh’ın emirlerini titizlik ve ihtirâm içinde yerine getirmelidir. Bunu yaparken de, bu emirlerin hem zâhirine hem de bâtınına dikkat etmelidir. Zira zâhir ile bâtın birbirini tamamlayan iki unsurdur. Biri olmadan diğeri dâimâ noksandır.
 
Meselâ Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
 
“Mü’minler gerçekten felâh bulmuşlardır.” (el-Mü’minûn, 1) beyânından hemen sonra, zâhir ve bâtın bütünlüğünün lüzumuna dikkat çekerek; “Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 2) buyurmaktadır.
 
Hattâ namazı huşûdan mahrum, ihsan kıvamından uzak bir şekilde, yani kalp ve beden âhengi olmadan kılanlar için:
 
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” (el-Mâûn, 4) buyrulmaktadır.
 
Yine zâhirî farzlardan biri olan oruç, sadece imsak vaktinden başlayıp iftara kadar aç kalmaktan ibâret bir ibadet değildir. Oruç ibadetini bu şekilde îfâ eden kimseler için hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
 
“Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçlarından kendilerine kalan, kuru bir açlıktan başka bir şey değildir!” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)
 
Hâlbuki gerçek oruç, mideye ilâveten, göze, gönle, dile, kulağa ve bilhassa vicdâna tutturulan oruçtur. Kişiyi Allâh’ın nîmetlerini tefekküre ve açların hâlinden anlamaya sevk eden, gönlü takvâya yönlendiren bir oruçtur.
 
Yine zekât ibadeti de, sırf muhtaca para vermekten ibâret bir yükümlülük değildir. Öyle olsaydı Cenâb-ı Hak kullarını şu ilâhî beyanla îkâz etmezdi:
 
“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın…” (el-Bakara, 264)
 
Yine sadaka ve infak, sadece maddî imkâna sahip kimselerin vereceği bir ikram olsaydı:
 
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler…” (Âl-i İmrân, 134) buyrulmazdı.
 
Yani nasıl ki, namaz, oruç, zekât, hac gibi zâhirî farzlar vardır; bunun yanında güzel ahlâk, merhamet, cömertlik, adâlet, tevâzu, ihlâs, samimiyet, edep, iffet, hayâ, hûşû, takvâ, sabır gibi bâtını farzlar da vardır.
 
Yine kumar, içki, zinâ, hırsızlık vb. zâhirî haramların yanında, gurur, kibir, haset, öfke, riyâ, cimrilik, israf, tecessüs, yalan, gıybet, gaflet, ihtiras gibi bâtınî haramlar da vardır. Bu bâtınî haramlardan kaçınmak, en az zâhirî haramlardan sakınmak kadar mühimdir. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
 
“Günâhın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlakâ çekeceklerdir.” (el-En’âm, 120)
 
***
 
 Bir günah, nasıl ki başka bir günâhı peşinden sürüklerse, bir hayır da peşinden başka bir hayrı celb eder… Dolayısıyla kulluk hayatının seviye kazanabilmesi için bir mü’minin namaza çok büyük ehemmiyet göstermesi ve mümkün olduğunca cemaatle kılması zarurîdir.
 
Zira namaz, îmandan sonra, Allâh’ı zikretmek için yapılan amellerin en fazîletlisi[1] ve en kâmilidir. Kelime-i şehâdetten sonra İslâm’ın en mühim rüknüdür. Namaz günde en az beş defa tekrarlandığı için, devamlı Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatır. Kalp ve vicdanı Allâh’a bağlar. Allâh’ın sonsuz kudretini, mutlak irâdesini, rahmet ve merhametini, kerem ve ihsânını, azap ve ikābını insanın kalbine nakşeder. Böylece insanı günah, çirkinlik ve haksızlıklardan alıkoyar. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
 
(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl! Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı zikretmek, şüphesiz en büyük iştir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (el-Ankebût, 45)
 
Dolayısıyla bir mü’min, namazı hayatının mihveri kılmalıdır. Bunu başarabildiği ölçüde, diğer fazîletler, o kişinin hâl ve davranışlarına aksedecektir. Çünkü insan, “…Secde et ve yaklaş!” (el-Alâk, 19) âyetinde beyan edildiği üzere, gerçek mânâda ne kadar secde edebilirse, o nisbette Hakk’a yaklaşabilir. Hakk’a yakın bir kulun da her hâli güzelleşir. Nitekim dâimâ gülün yakınında bulunan, hiç kötü kokabilir mi?
 
Mü’min, namaz kılmakla ferdî kulluk vazifesini îfâ eder. Cemaatle namaz ise onu ictimâîleştirir.
 
Yani kul, din kardeşleriyle bir ve beraber olma, onların sevinçlerini ve üzüntülerini paylaşma imkânı bulur. Dertlilerin derdine derman olmaya koşar. Gönlü rakikleşir. Merhameti ölçüsünde, kendinden aşağıda olanları kendisine zimmetli addeder. Böylece “Şefkat alâ halkillâh” hâli tahakkuk eder.
 
Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet duyguları inkişâf eder.
 
***
 
Şu fânî dünya hayatında, çok sevdiğimiz bir misafirimiz geldiğinde; ona sevdiği şeyleri ikram etmek isteriz. Bir dostumuzu ziyarete gittiğimizde, onun sevdiği bir hediyeyi götürmeyi arzu ederiz.
 
Muhabbetin en mühim ölçüsü; sevdiğinin neleri sevdiğini, neleri sevmediğini bilmek ve buna dikkat etmektir. Yani onun sevdiğini sevmek, sevmediğini terk etmektir.
 
Bu edebi ihmal bir tarafa, bir de sevmediği şeyleri önüne koymak, sevmediği tavırları sergilemek; muhabbet ve hürmetin değil, âdeta nefretin bir tezâhürü olur.
 
Rabbimiz, zâhirî ve bâtınî emir ve yasaklara riâyet ederek hayatımızın her safhasına yansıyan bir İslâm şahsiyeti sergileyebilmeyi, dâimâ râzı olduğu sâlih amellerde bulunabilmeyi, lûtf u keremiyle cümlemize ihsan buyursun.
 
Âmîn!..
 
Dipnot:
 
[1]. Bkz. Müslim, Îmân, 137-140.
 
http://www.osmannuritopbas.com/gonul-dergahindan-hikmetler-20.html
 
 
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder