İslâm’ın Doğuşunda Arabistan’ın Beşik Olarak Seçilmesinin Hikmeti
HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER
İslâm’ın doğuşunda Arap Yarımadası’nın beşik, yâni ilk zuhûr mekânı olarak seçilmesinin hikmetini anlayabilmek için öncelikle; Arapların İslâm’dan önceki hâllerini, mizaçlarını, yaşadıkları bölgenin coğrafî, siyâsî ve ictimâî husûsiyetlerini bilmek îcâb eder.
O zamanların iki süper devleti olan Bizans ve İran, Arapların komşusuydu. Bizans, müstemleke anlayışıyla hâkim olduğu memleketlerde meydana gelen dînî ihtilâflardan dolayı sıkıntıda idi. İdâreciler, Hristiyanlığı kendi hevâ ve heveslerine âlet ederek oyuncak hâline getirmişlerdi. Konsüllerde istedikleri kitabı kutsal îlân ediyor, istemediklerini hükümden kaldırıyor, dînin akîdesini kendi arzularına göre tesis ediyorlardı. Başa geçen hükümdar, öncekini aforoz ediyor; istediği şekilde dînin esaslarını değiştiriyordu. Tebaasına yüklediği aşırı vergiler ve yönetim kademelerinde iyice yerleşmiş bulunan rüşvet netîcesindeki gerileme ve ahlâkî çöküntü, Bizans’ı içten içe yiyor, istikbâlini mahvediyordu.
İran hem siyâsî hem de ahlâkî bakımdan büyük karışıklıklar içindeydi. Kişinin kendi annesi, hattâ kızıyla evlenmesine müsâade eden, insanlık haysiyetini kaybetmiş bir hayat anlayışı hâkimdi. Pek çok bâtıl ve sapık fikirler ihtivâ eden “Mazdekçilik” hava, ateş ve su nasıl ortak olarak kullanılıyorsa bu müşterekliğe her şeyin dâhil olması gerektiğini söyleyerek bütün kadınları helâl ve bütün malları müşterek îlân etmişti.
Yunan medeniyeti, fâsit bir dâire hâline gelen felsefî münâkaşa ve hurâfelerin fesâdı içerisinde boğulurken, Hint medeniyeti de ahlâkî ve ictimâî açıdan en ibtidâî devrini yaşamaktaydı.
Araplar ise bütün bu fitne ve fesatlardan uzak, etrâfı çöllerle çevrili, askerî taarruzlardan, kültür ve medeniyet istîlâlarından masûn bir mıntıkada sükûnet ve emniyet içerisinde yaşıyorlardı. Hiçbir zaman esâret zilletini tatmamışlardı. Arapların tabiat ve mizaçları, henüz herhangi bir şekle girerek bozulmamış hammadde gibi idi. Fıtratlarındaki temizliği tamâmiyle kaybetmemişlerdi. Ayrıca iffet, sözünde durma, cömertlik, vefâ, sadâkat, sabır ve mertlik gibi medhe değer vasıflara sâhiptiler. Fakat bu vasıflar onlarda ifrat ve tefritlerle fıtrî zemininden kaymış bir vaziyette idi. Bu sebeple kendilerine hakîkati gösterecek rehberden mahrum bir hâlde, cehâlet karanlıkları içerisinde yaşıyorlardı.
İşte bu cehâlet ve nefse râm olma husûsiyeti, netîcede fıtratlarında meknûz (saklı) bulunan bütün bu güzel hasletleri aslî mecrâlarından saptırıyordu. İffet ve şereflerini korumak adına küçücük kız çocuklarını, anaların yüreklerini çılgına çevirerek, diri diri toprağa gömmek gibi bir şenâate düşüyor; cömertliklerine toz kondurmamak için zarûrî mallarını telef etmek gibi bir sefâlete sürükleniyor; yiğitlik ve mertlik hissinin sevkiyle de kendi aralarında uzun seneler devâm eden kanlı savaşlar çıkarıyorlardı. İslâm’ın zuhûru ile câhiliyenin ahlâkî vasıfları büyük bir mânâ değişikliğine uğrayarak lâyık olan mâhiyete bürünmüş ve kemâl hâlini bulmuştur. Yâni Peygamber Efendimiz’in bi’setiyle, eski mürüvvet anlayışı bütün zararlı aşırılıklardan arındırılmış ve medenî bir hâle gelmiştir.
İslâm’ın zuhûr mekânı olarak Arabistan’ın seçilmesindeki bir diğer hikmet de, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in risâlet ve nübüvveti hakkında kimsenin kalbine bir şüphe düşmemesini temin gâyesidir. Araplar, okuma-yazma bilmeyen, ümmî bir millet idi. Bu sebeple komşu milletlerin tükenmiş ve fesat ile mâlûl kültür ve felsefelerinin tesirinde kalmamışlardı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmî bir kimse değil de, komşu devlet ve medeniyetlerin târih ve kültürüne, eski semâvî kitapların muhteviyâtına vâkıf bir kimse olarak risâlet vazîfesiyle insanlığın huzûruna çıksaydı, elbette ki insanların, O’nun getirdiklerini ilâhî bir vahiy olarak kabûl etmeleri bu kadar kolay olmazdı. İslâm dâvâsı aynı şekilde Yunan, Bizans veya İran gibi, medeniyet ve kültürde belli bir seviye katetmiş milletlerden birisinde ortaya çıksaydı, insanların İslâmî umde ve esasları kabulde zorlanacakları muhakkaktı. Zîrâ bu sefer de, İslâm nizâmının ilâhî menşe’li olduğu -muhtemelen- kabûl edilmeyerek bu medeniyet ve kültürlerden neş’et ettiği iddiâ ve şüphesi vâkî olacaktı. Bu bakımdan İslâm’ın ilâhî menşe’li olduğunun aksine bir düşüncenin hatıra gelmemesi için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmî bir cemiyete, ümmî bir Peygamber olarak gönderilmiştir.
Arap yarımadası, Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının birleştiği bir noktada ve çeşitli devletlerin tam ortasında yer alması münâsebetiyle, İslâm’ın yayılmasında coğrafî bir rüchâniyete (üstünlüğe) de sâhipti.[1]
İslâm’ın doğuşuna beşik olarak seçilen Mekke, Kur’ân-ı Kerîm’de “ziraat yapılmayan bir vâdi” olarak tanıtılır.[2] Bu sebeple orada sâdece ticâretle meşgul olunmuştur. Ziraatla meşgul olan insanlar toprağa bağımlı, fazla uzak yerlere gitmeye alışık olmayan kimselerdir. Aynı şekilde, zanaat ehli esnaflar da meslekleri îcâbı hareketlilikten uzaktırlar. Ancak ticâret erbâbı olanların uzun seyahatlere katlanma, memleketlerinden uzak yerlere gidebilme ve farklı insanlarla münâsebette bulunma gibi imkânları mevcuttur. İslâm’ı teblîğ gâyesiyle fütûhâtta bulunmak, hareketli bir hayâtı gerektirdiği için, bu vasıflara sâhip olan Mekke ahâlîsi İslâm’ın ilk muhâtapları olmuştur.
İlâhî irâde; İslâm dâvetinin dili, Allâh kelâmının tercümânı ve teblîğ vâsıtası olma şerefini, Arapça’ya bahşetmiştir. Bütün milletlerin dilleri arasında bir mukâyese yapılacak olursa Arapça’nın, âhenk, kelime yapısı ve türeyişi, fiil çekimleri ve telâffuz kâideleri gibi pek çok husûsiyetiyle diğer dillere fâik olduğu görülecektir. Arapça, en ufak bir teferruâtı bile zâyî etmeksizin veciz ve özlü ifâdelere imkân veren bir lisandır. Lügat sahasındaki zenginliği sâyesinde bu lisân, her çeşit fikri, takdîre şâyan bir hassâsiyet ve zarâfetle ifâde edebilmektedir. On beş asırdır kâidelerinde herhangi bir değişikliğin olmaması, Arapça’nın, daha o zaman istikrar kazanmış ve tekâmülünü tamamlamış bir lisan olduğunu gösterir. Bu hâliyle, yeryüzünde o zaman mevcut olan diller arasında sâdece Arapça, ilâhî irâdeyi istiâb ve ifâde edebilecek bir genişlik ve mükemmeliyete sâhipti.
Arap Yarımadası, sâdece İslâm’ın değil, pek çok hak dînin zuhûr edegeldiği bereketli bir mekândır. Peygamber Efendimiz’in atası Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- burada yaşamış ve Kâbe’yi inşâ etmiştir. Mekkeliler de bunun şuuruyla kendilerini İbrâhîm ve İsmâîl -aleyhimesselâm-’ın mânevî vârisi kabûl ederlerdi. Dolayısıyla İslâm’ın böyle bir mekânda zuhûr etmesi, onun kabûlünü ve anlaşılmasını kolaylaştıracaktı.
Ayrıca, insanlık târihiyle yaşıt dînî bir merkez olan Kâbe’nin burada bulunması da en mühim sebeplerdendir.
Bütün bunların ötesinde bilemediğimiz daha başka hikmetlerin varlığı da bir hakîkattir. İlâhî irâdeyi birtakım hikmetlerle tâyin ve tahdîd edebilmek mümkün değildir. Bu bakımdan bu mevzûdaki sözümüzü; “اَللهُ أَعْلَمُ بِمُرَادِهِ : Allâh neyi irâde buyurduğunu en iyi bilendir.” diyerek bitiriyoruz.
[1] Bkz. Muhammed İlyas Abdülganî, Târihu Mekke, s. 12-13.
[2] Bkz. İbrâhîm, 37.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder