21 Mart 2017 Salı

MURAKABE

MURAKABE


‘Murakabe’, sözlükte gözetleme, teftiş etme, kendini kontrol etmek, iç âlemine bakmak, kendinden geçmek demektir.

‘Murakabe’ İslâmî terim olarak, kulun, her halini Allah (c.c.)’ın görüp bildiğini, içinden geçenlere vakıf olduğunu düşünmesi ve sürekli olarak bu düşüncede kalmasıdır.

Yüce Allah: “Allah her şeyi gözetlemektedir.” [1]

“Biz ona; can damarından daha yakınız.” [2]

“Allah gönüllerde olanı bilir.” [3] 

“Her canın yaptığı işlerde hazır bulunup onu gören Allah, gizlileri bilmeyen yaratıklar (uydurma tanrılar)la bir olur mu?” [4] buyurmuştur.

İnsana can damarından daha yakın olan Allah (c.c.), kulunun içinde ve dışında olanları, yaptığı her işi ve gönlünden geçirdiği bütün düşünceleri bilir. İnsan, Rabbi’nin, kendisini gözetlediğini, her halini bildiğini düşünür ve bu düşüncesi sürekli olursa, Allah (c.c.)’ı görür gibi olur. İşte Peygamber (s.a.v.)’in Cibril Hadisinde, İhsan olarak nitelendirdiği: “İhsan, görür gibi Allah’a kulluk etmendir. Zira sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor.” [5] buyurduğu bu Murakabe hali, her hayırlı eylemin temelidir.

Tasavvufçulara göre gerçek murakabe, bütün çaba ve iradesiyle, kendisini gözetleyeni düşünmektir. Kişi bu şekilde düşünmeye başladığında ve içinde murakabe tam olarak yerleştiğinde ilahi bilgiyi (ma’rifetullah) elde eder. Bu bilgi kalp’te oluşunca bütün beden bu bilginin emrine ittiba ederler ve artık kulun Rızayı Bari dışında hareket etmesine imkân yoktur. Yine onlara göre halkın Murakabesi, korku; âlimlerin ise ümittir. Kalpte bir tür marifet doğuran ve uzuvlarda amel şeklinde görünen Murakabenin iki derecesi vardır:

Birinci derece, Allah (c.c.)’a yakın ‘sıddık’ların murakabesidir ki, buna ‘ta’zim ve iclâl murakabesi’ denir. Bu murakabe sahibi, gönlüyle o celâli ve ihtişâmı düşünmeye dalar ve bu murakabesinin altında ezilir. Murakabe ettiğinden başkasına bakamaz ve O’ndan başkasını göremez. Bu, kalbe özgü bir murakabedir. İtâat hususunda da Allah (c.c.)’ın elinde bir âlet gibidir. Kendisi yapmaz, kendisine yaptırılır, hiç düşünmeden, zorlanmadan sünnet sınırı yürütülür. Ma’budu (kendisine ibâdet edilen) Murakabede dalıp gidince bedeninin organları, hiç zorlanmadan, kendiliğinden doğru işler, güzel ameller yapar. Bu kimsenin bütün amaçları, bir tek amaç olmuş, Allah (c.c.) onu başka arzu ve gayelerden uzaklaştırmıştır. Bu dereceye ulaşan, yaratıklarının farkında olmaz. Hatta gözü açık olduğu halde yanında bulunanı bile görmez; kulağı sağlam olduğu halde kendisine söylenenleri işitmez.

İkinci derece; kitabı sağından verilen muttakilerin Murakabesidir. Bunlar, içlerini ve dışlarını Allah (c.c.)’ın gözettiğini kesinlikle bilirler ama henüz Rabbin haşmet ve celâli, kendilerini dehşete düşürmemiş, kalpleri normal durumu içinde kalmıştır. Hallerini ve amellerini görürler. Allah (c.c.)’tan utanma duyguları ağırlıktadır. Emin olmadıkları şeyi yapmazlar, kıyamette utanacakları şeyi yapmaktan kaçınırlar. Allah (c.c.)’ın, kendilerini gözetlediğini dünyada gördükleri için kıyametin kopmasına ihtiyaç duymazlar.

Allah (c.c.) kuluna, yapacağı işi düşünmesini, ahvalini gözetlemesini, ilim nuruyla doğruluğunu bildiği işi yapıp, doğru olmayan şeylerden kaçınmasını, yanlış bir işe düşmemesini emretmiştir. Çünkü insan, içinde doğan yanlış bir işi yapma düşüncesini savmazsa, içinde uyanan bu düşünce, arzuya, arzu da çabaya, çaba da iradeye, irade eyleme dönüşür. Eylemde tehlikelere ve Allah (c.c.)’ın gazabına sebep verir.

Öyle ise kötülüğü kaynağından kurutmak gerektir ki, bu kaynak da hatır (düşünce)dir. Diğer aşamalar, düşünceyi izler. Kul, bir işin doğru olup olmadığını kestiremezse,  ilim nuruyla onu öğrenmeye çalışır ve şeytanın, nefis arzusuyla kendisine tuzak kurup aldatmasından Allah (c.c.)’a sığınır. Kişi ameldeki niyet ve kasdını (ne amaçla bir işi yaptığını) düşünürse ihlâs ile Allah (c.c.)’a ibadet edebini güzel yapar.

O halde kul, günün başında hakkı tavsiye edeceği konusunda kendi kendine söz vermelidir. Günün sonunda da tıpkı tacirlerin, her yılın, her ayın veya her günün sonunda ortaklarıyla birlikte alışverişlerini, kâr ve zararlarını gözden geçirdikleri gibi, nefsinin bütün hareketlerini gözden geçirmelidir. Geçici dünyanın kâr ve zararı hesap edilirken, ebedî mutluluğa ya da mutsuzluğa sebep olacak hareketler nasıl kontrol ve muhasebe edilmez?

Murakabede muhasebe yani kişinin yaptıklarını düşünmesi, uygunluğunu araştırması çok önemlidir. Hatta muhasebe yapamayan kişi murakabe derecesine ulaşamamaktadır. [6]

Kişi kendi nefis muhasebesini yaparak, gerçek murakabeye ulaşabilir. Hz. Ömer (r.a.)’in dediği gibi kişi, hesap günü gelmezden evvel nefsini hesaba çekmeli ve ona göre amellerini düzeltmelidir.

Gazâli’nin öğüdüne göre kul, bütün ömrünün muhasebesini yapmalı, geçen ömrü içinde her uzvundan neler çıktığını düşünmelidir. Rakka’da bulunan Tevbe İbn Samma böyle yapmış: Ömrünü hesap etmiş, altmış yıl olduğunu anlatmış. Bu altmış yılın yirmi bin beş yüz gün olduğunu görünce ‘Eyvah, ben günde bir tek günah işlemiş olsam, meleğime yirmi bir bin beşyüz günah ile gideceğim. Oysa belki günde on bin günahım var’ deyip bir çığlık atmış, yıkılıp ölmüş. Şöyle bir ses duyulmuş: “Sen hemen Firdevs-i a’laya (en yüksek cennete) koş!”

İşte kul, nefsini böyle muhasebe etmelidir. Şayet kul, işlediği her günah için de bir taş atmış olsa, ömrünün kısa bir süresinde işlediği günahlar için attığı taşlar, evi doldurur. İnsan günahlarını unutur, önemsemez ama yaptıklarını yazmakla görevli iki melek bunları unutmamakta, onun her eylemini kaydetmektedirler. “Allah her şeyi hesap etmiş, saptamıştır ama onlar onu unutmuşlardır.” [7]

Kul, her an ölecekmiş gibi zamanını değerlendirmeli ve ölüme hazırlıklı olmalıdır ki, ölüm kendisini ansızın, ölüme hazırlıksız bir durumda yakalamasın. Onun için en uygun hayat, Ebû Zerr (r.a.)’in rivayet ettiği şu hadîs-i şerifte belirtildiği gibi olmalıdır: “Mümin, şu üç şey için çalışır: Âhiret azığı, dünyada zorunlu geçim ve haram olmayana bakma (nikahlı hanımı). Mümin zamanını dört bölüme ayırmalıdır: Birinde Rabbi’ne dua etmeli, birinde nefsini hesaba çekmeli, birinde Allah (c.c.)’ın yarattıklarındaki sanatını düşünmeli, birinde yiyip içmelidir.”

Gazâli’ye göre kulun, yemeye ve içmeye ayırdığı zamanda eğer yediklerinde Allah (c.c.)’ın sanat, kudret ve hikmetini düşünürse bu, birçok beden ibadetinden hayırlı olur. İnsanlar, yiyecekler konusunda dört gruba ayrılırlar:

Bir grup, yiyeceklere ibretle bakar, Allah (c.c.) tarafından bunların, hayatın kıvamı (temeli) yapıldığını, canlıların hayatının bunlara bağlı kılındığını düşünür. Bunların düşüncesi bu düzeydedir.

Bir grup bunlara kızgınlık ve nefret gözüyle bakar. Ancak yaşamak için zorunlu olarak bunlardan alınabileceğini söylerler. Bunlar zahidlerdir.

Bir grup, sanatta sanatkârı görür, bunları düşünmekten Allah (c.c.)’ın sıfatlarını düşünme düzeyine yükselirler. Bunları görmek, kendilerine tefekkür kapısını açar. Bu makam arifler makamının en yükseği ve sevgi alâmetidir.

Bir grup da vardır ki, yiyecek ve içecekleri elde etmekten başka bir düşünceleri yoktur. Bu varlıkları elde etmekten sevinir, bunların elden çıkmasına üzülürler. Bunların arkasındaki kudreti düşünmediklerinden onlar, yemeği, kötüler, aşçıya kızarlar. Yemeğe lezzeti, aşçıya pişirme maharet ve gücünü verenin Allah (c.c.) olduğunu düşünmezler.

İbn Ömer (r.a.) yolculuk yaparken koyun güden bir çoban gördü ve ona:        

- Bu sürüden bir koyun satar mısın? diye sordu. Çoban:

- Sürü benim değil, satamam’ dedi. İbn Ömer:

-Sahibine, koyunun birini kurt kaptı dersin, olur biter, dedi. Çoban İbn Ömer’e:

- Peki Allah nerede? diye karşılık verdi. İbn Ömer (r.a.) bu olaydan sonra

bir müddet şöyle der dururdu: ‘O çoban, Allah nerede?! demişti. [8]

Anlatılanlara göre talebeleri olan bir şeyh vardı. Şeyh bu talebelerden birine, diğerlerine gösterdiği teveccühten fazlasını gösterirmiş. Şeyhe bunun sebebi sorulduğunda, size bunu izah edeyim, demiş ve talebelerden her birine bir kuş vererek, gidin bu kuşu kimsenin sizi görmediği bir yerde kesin, demişti. Kuşları alan talebeler oradan uzaklaşarak, bir süre sonra ellerinde, başları kesilmiş kuşlarıyla birlikte dönerler. Yalnız şeyhin teveccüh gösterdiği talebesi elinde canlı kuşuyla birlikte geri döner. Şeyh, ona, sen neden kesmedin, diye sorar. Talebe de şeyhine: Bu kuşu kimsenin bulunmadığı bir yerde kesmemi emretmiştiniz. Kimsenin beni göremeyeceği bir yer bulamadım. Zira Allah (c.c.) her yerde hazır ve nazırdır, diye cevap verir. Bunun üzerine şeyh, talebesine işte bunun için daha fazla ihtimam gösterdiğini söyler.

İşte bu hikâyede de gördüğümüz gibi kişi murakabe makamına yükselince yaptığı her şeyi ihlasla, samimiyetle yapar. İşte insanı hayatında her türlü kötülükten alıkoyan ve onu Allah (c.c.)’a yaklaştıran murakabe budur.



[1] Nisâ sûresi,  4/1.
[2] Kaf sûresi, 50/16.
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/119.
[4] Ra’d sûresi, 13/33.
[5] Buhari, İman; Müslim, İman.
[6] Kuşeyri Risalesi, s.272.
[7] Mücâdele sûresi, 58/6.
[8] Kuşeyrî Risâlesi.
 
BU YAZI  AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=662

--
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder