Her musibet bela değildir!
VEYSEL ENGİ
5 Şubat 2014
Yaşamımız boyunca çeşitli sıkıntılara ve musibetlere maruz kalabiliyoruz. Olumsuzluklar karşısında suçu kendimizde aramaktansa çoğu kez dışarıda arıyoruz. Oysa dinimizde musibetlerle karşılaşıldığında izlenecek yol açıkça ifade buyuruluyor.
Art arda sıralanan yataklarda şifa bekleyen hastaların doldurduğu bir hastane odası... Yüzlerde kâh ufacık bir umudun aydınlığı kâh çekilen ızdırabın verdiği çaresizlik... Tefekkür rüzgârlarına kapıldığımız bu odada dikkatimizi bir anda kendisine çeken ise, son nefesini vermek üzere olan bir teyzenin eşine söylediği şu sözler: “Başımıza onca musibet geldi. Ancak biz onlardan ders almadık. Hatayı biraz da kendimizde arasaydık, sabır gösterip yüce Mevla’ya tevekkül etseydik, Allah’ın izniyle feraha kavuşurduk.” Onun sözleri aslında hepimizin hayatının kısa bir özeti gibi. Çünkü bazılarımız var ki başına gelen belalar, musibetler karşısında iradesini kaybeder. Rabb’inden daha da uzaklaşarak bu kötü olayların içinde eriyip gider. Ancak basiret ve firaset sahibi kullar yaşadığı sıkıntılı durumlardan ders alıp Mevla’sına yönelir, O’na teslim olur ve yine O’nun izniyle huzura erer. Peki, İslam’a göre başa gelen musibetlerin hikmeti nedir? Bunlar karşısında nasıl bir yol izlenmelidir? İlahî Beyan ve Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) hadis-i şerifleri bize bu konuda neler söyler?
Musibet, insana isabet eden, elem ve keder verici hadiseler manasına geliyor. Öncelikle, insanın başına bir musibet geldiyse “Allah’ım neden benim başıma geldi, neden ben?” demek, oldukça yanlış bir söylem. Oysa kişinin başına gelen bela ve musibetlerin birçok hikmeti var. Bazen bela ve musibetler, günahlardan dolayı gelir ve günahlara kefaret olurlar.
Bazen de insanın maneviyatı için ve onu imtihan etmek amacıyla gelirler. Bu bakımdan tek yönlü düşünmemek gerekiyor. Tarihe dönüp baktığımızda, peygamberlerin Allah Teâlâ’ya en yakın insanlar oldukları halde musîbetlerin en büyüklerine uğradıkları görülür. Dokuz yüz elli senelik ömründe evladı ve karısı tarafından bile anlaşılmayan Hz. Nuh (aleyhisselam), davetine icabet etmeyen kavminin aşağılama, tahkir ve tezyiflerine maruz kalır. Evladının kabaran sularda kaybolup gitmesi imtihanı da eklenince Rabb’isine kalbî bir teveccühle, “Eğer beni affetmez, bana merhamet etmezsen her şeyi kaybedenlerden olurum…” diyerek içini döker. Peygamberlerin en büyüklerinden Hz. İbrahim’in hayatı ızdırabla doluydu. Nemrutların zulümlerine, iftiralarına, işkencelerine, yalanlarına, komplolarına maruz kalmasına rağmen tam bir teslimiyet ve Allah’a saygıyla musibetlere katlandı. Hz. Musa, Firavun’un zalimliğine karşı Rabbi için mücadele etti. Hak davasını savunurken türlü türlü çilelere maruz kalan Hz. İsa için çarmıhlar hazırlandı.
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) da nübüvvet vazifesini yerine getirirken büyük musîbetlere maruz kalır. Doğduğu büyüdüğü şehir Mekke en yakınları tarafından kendisine zindan edilir. Ateş çemberinden uzaklaşmak için Taif’e gittiğinde ise taşla saldırdılar Rahmet Peygamberi’nin üstüne. Ancak O, asla isyan etmez, Allah’a saygının, takdire rızanın, tevekkülün, teslimin, tefvizin ve sika’nın ifadesi bir dua döküldü mübarek dudaklarından: “… Eğer Senin gazabın bana değilse, bu çektiklerimi hiç umursamam. Yeter ki Sen bana darılma ve beni terk etme!”
Peygamber Efendimiz’den sonra da dine omuz verenler hep ağır imtihanlarla karşı karşıya kaldılar. Sahabiler ve İslam ulemaları da çeşitli musibetler yaşadılar. Fakat bunlardan şikayet etmeyip her musibet karşısında ders alarak manen ‘piştiklerini’ ifade ettiler.
Hayatı boyunca türlü ızdıraplarla mücadele eden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri musibetler karşısında, “Şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!” ifadeleriyle İslam’ın ikbali adına her türlü sıkıntıyı göğüslemeye hazır olduğunu ifade eder. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de sevdiği mü’min kullarını değişik şekillerde musîbetler göndererek imtihan edeceğini ve bu musibetlere karşı sabır ve tevekkül gösterenlerin büyük mükâfatlarla ödüllendirileceklerini bildirir: “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele! Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musîbet geldiğinde, “Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.” derler. İşte Rab’leri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.” (Bakara Sûresi, 2/155-157) Bunlara bütüncül bir yaklaşımla baktığımız zaman musibetlerin esasında Hakk’a hizmet yolunun cilveleri olduğunu anlamak mümkün.
MUSİBETLER FERDÎ YA DA TOPLUMSAL OLABİLİR
Olumsuz hadiselerin yalnızca ferdî olarak değil; aile, millet ya da bütün bir insanlık çapında başımıza gelebileceğini hatırlatıyor, ilahiyatçı yazar Mustafa Yılmaz: “Herkesin, inandığı değerlere ve hayatına ölçü yaptığı kriterlere göre hadiselere bakış açısı da farklı farklı olacağından kimilerine göre musibet ve belâ addedilebilecek hususlar başkalarına göre hiç de öyle olmayabilir; hatta değil bir musibet bir sürûr (sevinç) vesilesi bile olabilir.” Ona göre musibetleri sıraya koymak gerekiyor: “İnanan insanlar olarak bizler İslam’ın, imanın ve inananların başına gelen üzücü hadiseleri gerçek musibet saymalıyız. Ardından canımıza, malımıza, ailemize, vs. dokunan zararları bu minvalde değerlendirmeliyiz.” İkinci grupta sayılanların musibetten ziyade bir ihtar ve ikaz olarak değerlendirilebileceğini ifade eden Yılmaz, bunların aynı zamanda günahların dökülmesine, derecelerin yükselmesine vesile olabileceğine işaret ediyor.
SABIR, HER MUSİBETİN İLACI!
Yaşanılan olumsuz durumlarda dillerden düşmeyen bir cümle de “Zaman her şeyin ilacı.” ifadesi. Bu söz bir anlamda sabrın önemini belirtiyor. Nihayetinde onu yaşadığımız dönemde gösterdiğimiz sabır, musibete derman oluyor. Fakat sıkıntılara sadece sabır göstermek yeterli değil. İlahiyatçı Mustafa Yılmaz, aktif sabır da dediğimiz sebeplere sarılmakla yani maruz kalınan musibetlerden kurtulmak için değişik çıkış yolları aramakla; Allah’a yakarmanın, dua, tevbe ve istiğfarla O’na (celle celaluhu) yönelmenin ihmal edilmemesi gerektiğini vurguluyor. Fethullah Gülen Hocaefendi ise bizlere ışık tutacak reçeteyi şu sözlerle açıklıyor: “Yapılan işlerin ahenkli gidebilmesi, meyelân-ı hayrın sürekli güçlendirilmesi için her işin başında, ortasında, sonunda Cenab-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunmak şarttır. Belki bu çerçevede hayatının yarısı münacaatla geçmelidir. Mevcut çıkmazlar, açmazlar, problemler karşısında “Benim yüzümden oldu.’’ deyip sabahlara kadar başını secdeye koyup tevbe ve istiğfar etmek icab eder. Bir gün yetmezse ertesi gün bir daha, ertesi gün bir daha...”Hasılı, başımıza bir bela, musibet geldiğinde şikayet etmek ya da sebeplerini başka yerlerde aramak yerine derhal hata, günah ve isyankâr tavırlarımızdan kendimizi arındırıp ivedilikle Yaradan’dan af dilemeliyiz.
Musibetlere sabredilirse...
*Rabbimiz’e karşı tevekkül ve teslimiyet hislerimizi güçlendirir.
*İman, ümit, azim ve kararlılığımızı güçlendirir.
*İstidatları geliştirir. İnsanları daha büyük yüklerin altına girmeye hazırlar.
*Sıkıntı ve belalar birer arınma kurnasıdır. O kurnalar altında günahlardan temizlenir.
*İnsanın Allah katındaki derecesini yükseltir.
*Sabırlı olmayı insana kazandırır.
*İnananlarda muhasebe (kendini sorgulama) duygusunu geliştirir.
*İnsana, aczini ve Allah’a ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır.
*Müminlerin arasındaki kardeşlik, yardımlaşma ve birlik hislerini pekiştirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder