16 Ağustos 2014 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Bahtiyar!

Hekimoğlu İsmail - Bahtiyar!



Hekimoğlu İsmail
 

Bahtiyar!

 
 
Karnını doyuran kedi, sıcak bir yer buldu mu yan gelir yatar. Bir gönül macerasına başlayınca da dünyalar onun olur.
 
 
Fakat insan öyle değildir. Nice insanlar var ki iyi elbiseler giymiştir, sıcak, konforlu bir yuva bulmuştur, en güzel yemekleri yemiştir amma bu tokluklar içinde bunalım geçirip kıvranıyordur. Çünkü insanın kalbi ve ruhu başka şeylere muhtaç...  Gençlere bakıyorum; karnı ve cebi dolu, beyni ve kalbi aç. Mesela bir şarkıcı haykırıyor, “Hoşuma gitmiyor böyle yaşamak!” Herkesin imrendiği, herkesin hayran olduğu şarkıcı, yaşadığı hayatı beğenmiyor. Hâlbuki en lüks gazinolarda şarkı söylüyor, alkış topluyor, bol para kazanıyor. Bir çiçek gibi kristal vazoda amma ruhu, kalbi, vicdanı o hayatı istemiyor. Huzursuz...
 
 
Bu feryadı duyunca dönüp gençliğime baktım. Süreyya Paşa plajına elli metre mesafede oturuyordum. İslam âlimlerinden, İslami neşriyattan haberim olunca denizi, gazinoyu, kahveyi, gezmeyi kendime yasak ettim.  Radyoya, gazeteye, haberlere kendimi kapattım. İşten gelince pijamaları çekip, kitaplarla ibadetle meşgul oldum. Akraba, arkadaş, dost hepsi benden uzaklaşmıştı. Elimi attığım her dalda diken vardı. Minyeli Abdullah’ta bir şiirde dediğim gibi, “Düşmandan dost, dosttan düşman oluyordu.” Bütün bunlara karşılık bir şey vardı; dinimle bütünleşmeye çalışıyordum. Kendimi Allah’a beğendirmenin gayreti içindeydim. Bazen İki Cihan Serveri’nin meclisinde hadislerle konuşuyor, onunla olmak istiyordum. Bu hayattan hoşlanıyordum. “Helal daire keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur.” deyip kendi dünyamda yaşıyordum. Büyük İslam İlmihali fasikül fasikül çıkıyordu. Ben de her fasikülü alarak, dinimi öğrenmeye çalışıyordum. İma ile namaz kılmayı da ilmihalden okumuştum. Kışlada hissettirmeden böyle namaz kılardım. Bir gün içime bir şüphe düştü. Acaba kıldığım namazlar oluyor muydu? O zamanın İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Efendi’ye gittim; durumu anlattım. Başladı ağlamaya, “Ya Rabb! Ne günlere kaldık!” diye.


Bazı arkadaşlarımın babası, dedesi dindar, âlim adamdı. Amma kendisi bomboş… Böylesi arkadaşlarımı patatese, havuca benzetiyordum. İyi tarafları toprağın altında kalmış. Mesela yazın yumruk büyüklüğünde çiçekler görürdüm. Rengine hayran olup yanına yaklaşırdım. Meğer dikenmiş. Üstü çiçeklerle kaplı bu dikenlerin uzaktan görünüşü çok güzel; yanına yaklaştın mı diken. Ele almaya, yakaya takmaya hiç gelmez. Tıpkı haramlar gibi. Uzaktan cazip görünüyor amma yaklaşanı yaralar, bin pişman eder.
 
 
Bu düşünceyle haramlardan uzak durup, arkadaşlardan da el etek çekince koskoca İstanbul’da yalnız kaldım. Yalnızdım amma kendimi hiç yalnız hissetmedim. O zaman düşündüm;
 
 
Ey evinde huzur bulamadığı için huzur evine giden, kimsen var mı?
 
Merhametsiz kocasının yolunu bekleyen kadın, kimsen var mı?
 
Sabahlara kadar “yavrum” diye çırpınan ana, kimsen var mı?
 
Hastaneyi evinden rahat bulan, kimsen var mı?
 
Ahlaksız patronun yanında çalışan işçi, kimsen var mı?
 
Mecazi maşukunun kolunda ağlayan genç kız, kimsen var mı?
 
Dinmiş bir fırtına gibi musalla taşında yatan ölü, kimsen var mı?
 
Tohum toprakta yalnızdır. Bu yalnızlıkla neşvü nema olacak.
 
Kuş yumurtası yuvada yalnızdır. Böylece kuş olup kanatlanıp uçacak.
 
 
Allah’a iman eden mü’min, insanlar içinde yalnız fakat kâinat mescidinde mevcudatla zikreden, imanla dünyasını ahirete bağlamış, ebedi saadeti kazanmış bir bahtiyardır...

 
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder