25 Ağustos 2014 Pazartesi

Her dönemde yaşanabilecek bir olay: İfk Hadisesi

Her dönemde yaşanabilecek bir olay: İfk Hadisesi



 
HABERLER YORUM
23 Ağustos 2014, Cumartesi
 
Tarihî hâdiseler aynıyla değil, misliyle tekerrür eder. Tarihin bir döneminde yaşanmış bir olay; zamanın gereği olarak şahıs ve elbise değiştirerek yeniden insanlığın karşısına çıkar.
 
 
Yaşanan hemen her hadisenin benzeri geçmişte bir şekilde yaşanmıştır, önemli olan bunları bilip gerekli dersi alabilmektir. Bu yönüyle “Peygamber asrı” da biz Müslümanlar için hayat ve tavırlarımızı düzene koymak adına önemli bir örnektir. Asr-ı Saadet’te cereyan eden hâdiseler mikro plânda, kıyamete kadar gelecek hâdiseler için bir ölçü birimi ve boy aynasıdır. Bu bakış açısından Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi vesellem) ve yakın çevresini bir ay boyunca derin ızdırap içinde bırakan “İfk hadisesi”ni değerlendirmemiz yerinde olacaktır.
 
 
İfk Hadisesi
 
Allah Resûlü, hicretin 5. yılı Şaban ayında Mustalıkoğulları’nın Medine’ye saldırma planı içinde olduklarını haber almış; problemi daha büyümeden çözmek için bir sefer düzenlemişti. Yolun uzak olmaması ve Müslümanların gittikleri her seferden zaferle dönmeleri sebebiyle bu sefere çok sayıda münafık katılmıştı.
 
Seferde pek çok fırsatı kendi emelleri adına kullanan münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl son olarak da müminlerin annesi Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) hakkında haysiyetsiz bir iftira ortaya atmıştı ki, burada asıl hedefi onun üzerinden İslam Peygamberi’ni karalamaktı.
 
Nur Sûresi’nin 11-20. ayetlerinin nüzulüne sebep olan, İslam tarihinde İfk (aslından, esasından çevrilmiş, hakikati tahrif edilmiş söz, yalan, iftira ve bühtan) hadisesi olarak bilinen bu olayı, birinci ağızdan dinleyelim.
 
Müminlerin annesi Hz. Âişe (r.anha) anlatıyor:
 
Sefer dönüşü Medine’ye yakın bir yerde konaklamıştık. O sırada ihtiyaç sebebiyle ben biraz uzaklaşmıştım. Konaklama yerine dönerken gerdanlığımı düşürdüğümü fark ettim ve aramak için geri döndüm. Konaklama yerine gelince kafilenin ayrıldığını ve kimsenin kalmadığını gördüm.
 
Özellikle kadınların rahat yolculuk yapmaları için devenin üzerine bağlanan “hevdec” denilen bir alet içinde yolculuk yapıyordum. Çok zayıf olduğumdan hevdeci devenin sırtına yerleştirirken içinde olmadığımı fark etmemişler. Ben de “aramak için geri dönerler” diye oracıkta beklemeye karar verdim. Bu arada uyumuşum.
 
Bu tür seferlerde, Safvan İbn-i Muattal (r.a) kafileden kalan şeylere bakması için “artçı” bırakılırdı. Safvan gelip beni bu halde görünce “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” demiş ve ben de bu ses üzerine uyanmıştım. O gün Hz. Safvan’ın bunun dışında tek bir kelimesini dahi işitmedim. Yaklaşıp binmem için devesini çöktürdü ve yola devam ettik. Öğleye doğru konakladıkları yerde kâfileye yetiştik. Bu gecikme başlangıçta bir problem gibi görülüp konuşulmamışken daha sonra İbn-i Selûl’ün köpürtmesiyle büyüyüp fitne halini almıştı.
 
Medine’ye geldik. Yolculuğun verdiği yorgunluk da eklenince hasta olmuştum. Fakat eskiden hasta olduğum zamanlarda gösterdiği ilgiyi Resul-i Ekrem’den (sas) şimdi göremiyordum; hiçbir şeyden haberim yoktu ama bir şeyler de hissediyordum.
 
Her neyse, bir gün Mıstah ibn-i Üsâse’nin annesi ile dışarı çıkmıştık. Dönüşte, ayağı takıldı ve tökezledi. Ağzından kendi oğlu için, “Kahrolası Mıstah!” ifadeleri döküldü.
 
“Bedir’de bulunmuş birisi hakkında nasıl böyle bir şey dersin?” diye ikaz edince,
 
-Haberin yok mu? dedi ve süreci anlattı. Ağlayarak eve döndüm; hastalığım daha da artmıştı. Resûl-i Ekrem gelince müsaade alıp babaevine gittim; anneme sordum:
 
-Anneciğim, bu insanlar neler söylüyor? Annem beni teselli ederken babam geldi ve olayı yeni duyduğumu öğrendi. Hep beraber ağlamaya başladık…
 
Bir müddet sonra Allah Resûlü geldi. Selam verip yanıma oturdu. Beni çok sarsan şu cümleleri söyledi:
 
-Yâ Âişe! Çok kritik bir süreçten geçiyoruz, durum mühim. Seninle alakalı birtakım sözler bana kadar ulaştı. Sen böyle bir şeyden uzak isen; zaten Allah temize çıkarır. Eğer insanlık icabı günaha düştüysen; Allah’a tövbe istiğfar et. Kul tövbe edince Allah tövbeleri kabul eder.
 
Allah Resûlü sözlerini bitirince benim gözyaşlarım boşaldı. Babam ve annemden cevap vermelerini istedim ama neticede söz bana kaldı. Gerçi konuşabilecek durumda değildim ama şunları söylemeden de edemedim:
 
-Vallahi görüyorum ki, hakkımda bir dedikodu duymuş ve inanmışsınız. Şimdi ben size “Ben böyle bir şey yapmadım” desem bana inanmayacaksınız. Allah gerçeği bildiği halde bir “itiraf”ta bulunsam inanıp tasdik edeceksiniz. Durumumu anlatacak bir misal bulamıyorum, ancak Hz. Yusuf’un babasının dediği gibi -hüzünden Hz. Yakub’un adını hatırlayamamıştım- diyebilirim:
 
“Bundan sonra bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse de olamaz!” (Yusuf Sûresi, 18) Bunları söyledikten sonra -zaten takatim de kalmamıştı- gidip yatağıma uzandım.
 
Efendimiz yerinden kalkmamıştı ki, vahiy geldi. Benim hakkımda kıyamete kadar okunacak ayetler geleceğini tahmin edemezsem bile kendimden emindim; ama annem-babam dedikodulardan etkilenmiş olabilirdi!
 
Efendimiz,
 
-”Müjde ya Âişe! Allah seni, hakkında yapılan dedikodulardan temize çıkardı.” dedi. Annem, teşekkür etmemi söyleyince; “Sadece Allah’a hamdederim; başka hiç kimseye minnetim yok!” dedim.
 
Nur Sûresi’nin 11. ayetinden itibaren benim masumiyetimi bildiren 10 ayet indirilmişti.
 
Bu ayetler gelince Resûl-i Ekrem sahabe içerisinde dillerine sahip olmayıp iftirayı yayan bazılarına “had cezası” uyguladı.
 
Allah Resûlü ifk hadisesi dışında kendisine yapılan hakaret ve ezalara karşı bir nevi hazırlıklıydı. İfk hadisesi ansızın olmuş, içerden gelmiş ve bir anda münafıkların yaymasıyla Medine’de hava değişmişti. Bu şayia ahlaki değerleri insanlığa sunan Peygamberimiz’i en hassas yerinden vuruyor, kendi değerleri noktasında şaibe altında bırakmaya çalışıyordu.
 
İfk hadisesiyle ilgili ayetler gelmeden önce Allah Resûlü (sas) bizzat kendi hanesinin masumiyetine dokunan ve elde hiçbir delil olmadan ileri sürülen yalan ve iftiralara karşı pek çok sahabî ile istişare etmiş ve herkes istişarede konunun ve konumunun hakkını vermişti.
 
İfk hâdisesi üzerine gelen ayetler…
 
Detayları tefsirlere bırakarak şimdi bu ayetlerin bazılarını kısaca görelim.
 
O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Cezanın en büyüğü ise bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa olacaktıır. (Nur, 11)
 
Bu olay vesilesiyle kıyamete kadar geçerli evrensel bazı prensipler net bir şekilde gösterilmiştir.
 
Örnek olarak,
 
1.Beraet-i zimmet asıldır. Suçu sabit oluncaya kadar herkes masumdur.
2.İddia eden ispatla yükümlüdür.
 
Cenab-ı Hak, müminlere neticesi itibarıyla ağır ve sorumluluk gerektiren bir haber işittikleri zaman ne yapıp, ne diyeceklerini göstermiştir. Müslüman hüsnüzan eder, sarih delil yoksa kimseyi suçlamaz, suçlayanı dinlemez ve hele iftira olabilecek bir sözü asla yaymaz/yaymamalıdır.
 
Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip; “Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!” demeniz gerekmez miydi? (Nur, 12)
 
Bu dedikodu Medine’de yayılınca, tam mümince bir duruş gösteren Ebû Eyyûb el-Ensari, eşine; “Allah için söyle, böyle bir şeyi sen yapar mısın?” diye sordu. “Asla!” cevabını alınca da ekledi:
“Unutma ki Âişe, senden daha hayırlıdır! O da yapmaz.”
 
Allah, İstanbul’un aziz misafirinin tavrını, benzeri iftira kampanyaları karşısında Müslümanlara, nasıl davranacaklarını gösterme adına ayetle sabitleştiriyordu. Evet, Müslüman zahirde gördüğü, bildiği şeylerin aksine delilsiz iddialar duyduğunda hiç duraksamadan “bu apaçık bir iftiradır” demelidir.
Nur Sûresi 13. ayeti, şahitsiz, delilsiz sözleri/iddiaları ortaya atanların müfteri olduğunu ve Allah katında “yalancı” olarak kaydedildiklerini, bunlara ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini beyan eder.
15. ayette bir müminin iffetine dokunacak sözlerin, mümin ağızlardan basitçe çıkmaması gerektiği bildirilir.
 
“Eğer mümin iseniz, Allah böylesi bir şeyi tekrarlamaktan sizi kesinlikle sakındırıp yasaklıyor!” (Nur, 17)
 
Tarihin herhangi bir döneminde benzer bir suçlamaya maruz kalan müminleri de Allah koruma altına alıyor. Benzer şekilde delilsiz iddialarla karşılaşıldığı zaman, müminler bunun büyük bir olay olduğunu bilmeli ve bunu dilleriyle rahat rahat yaymamalıdırlar.
 
Bu ve benzer ayetleri incelediğimizde görüyoruz ki, Kur’an, münferid/tekil olaylardan bahsederek bunlardan genel ve evrensel prensipler çıkardığı gibi, şahısların her dönemde geçerli olan “vasıf” ve karakterlerine dikkat çeker. Şahıslardan bahsederken de onları örnek alınması/sakınılması gereken “prototip”ler olarak ele alır.
 
Kur’an’da müminleri sakındırmak için yapılan kâfir ve münafık “tipoloji”si gerçekten dikkat çekicidir.
 
*İlahiyatçı, yazar.
 
 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder