8 Ağustos 2014 Cuma

NİHAT HATİPOĞLU - Dinde radikalleşme ve Türkiye Müslü...

NİHAT HATİPOĞLU - Dinde radikalleşme ve Türkiye Müslü...

NİHAT HATİPOĞLU
 

Dinde radikalleşme ve Türkiye Müslümanlığı


Bugün İslam coğrafyasında onlarca cephede, onlarca cemaat ve örgüt çatışma halindeler. İnsanlar öldürülüyor. Cinayetler işleniyor. Çocuklar, kadınlar katlediliyor. Cinneti hatırlatan bir psikolojik savrulma yaşanıyor. Kimin, kimin adına iş yaptığı belli değil.
 


Aslında Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yüzyıllarca önce ifade ettiği "Herc" yaşanıyor. İleride herc yaşanacak diye haber veriyor Hz. Peygamber (s.a.v.). Sahabe soruyor nedir bu herc? Efendimiz (s.a.v.) şöyle cevap veriyor: "Öldürme! Öldürme! Öldürme! Öldüren niye öldürdüğünü, öldürülen niye öldürüldüğünü bilmeyecek!" Yaşanan bu değil mi?

İslam adına konuştuğunu iddia eden birçok grup var. Hangisinin nerede durduğu belli değil. Neyi ölçü aldıkları da. Ortalıkta müthiş bir kin ve nefret kasırgası esiyor. Yargısız infazlar yaşanıyor. İslam coğrafyasında haset, kin ve acımasızlık kol geziyor. Müslümanlar birbirleriyle çatışıyorlar. Bu arada da Filistin ve Gazze'de çocuklar katlediliyor. Sessiz kalınıyor. Cephedekilerin ne yaptığını, neden yana olduğunu da bilmiyoruz. Ve tam bu noktada önemsenmesi gereken bir soru soruluyor: Bazı islami cemaatler gerçekten radikalleşti mi? Veya Müslümanlar neden radikalleşti? En azından radikal gruplar neden oluştu.
***

 
Radikalleşme, İslam coğrafyasında mezhepsel zulme karşı reaksiyon olarak mı, yoksa İslam ülkelerini kan gölüne çeviren silah tüccarlarının ve onların siyasi ortaklarının doğurduğu bir çaresizlikten mi doğdu? Yoksa İslam topraklarındaki işgallere ve bazı İslam ülkelerindeki idarelere karşı nefretten mi kaynaklandı? Veyahut da bazı az bilenlerin dini karalama adına attıkları gibi, radikalleşme dinin kendi nasslarından mı kaynaklandı? Tabii ki, bu son tezin bir hezeyan olduğunu şiddetle ifade etmekle beraber sadece satırlara geçsin diye alıyorum.
 


Bence bu hususta aklı başında dini ve sosyolojik tahliller yapılmalıdır.
 


Aynı kitap ve aynı peygamberden hareket ederek yola çıkanlar veya yola çıktıktan sonra yolda akide oluşturanlar neden bu kadar ayrışıyorlar.
 


Cevap belli aslında. Ayrışırlar. Çünkü Müslümanların çoğu Kuran-ı Kerim, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sahabe paydasında değil, liderler paydasında bir araya geliyorlar. Liderleri, üstadları, hocaları, imamları, mürşitleri etrafında toplanıyorlar. Aslında sıkıntı oluşturmaması gereken bu husus, ne yazık ki birliğin sağlanmasına katkıda bulunmuyor. Onun için de kelimemiz bir değil, çözümlerimiz bir değil, gücümüz bir değil, endişelerimiz bir değil, hassasiyetlerimiz bir değil, enerjimiz bir değil. Liderlerin, mürşit ve cemaat önderlerinin iyi niyetli ve temiz insanlar olması da, sonucu değiştirmiyor. Yol ne yazık ki tevhide, birliğe gitmiyor.

***

 
Ortak payda Kuran ve Hz.Peygamber'in (s.a.v.) adını yüceltmek olmadıkça, liderlerimizin söz ve emirleri veya yorumlarını Hz. Resul'den (s.a.v.) üstte tuttukça varılacak sonuç budur.

Radikalleşmenin de, özden ayrılmanın da, birlik olmamızın sebebi de budur! Mutlaka bu konular çözüme kavuşturulmalı. Ve bunu da tabi olanlar değil, tabi olunanlar, yani adı geçen liderler, mürşitler, üstatlar, imamlar ve hocalar yapmalı. Bir anlamda konumlarını yeniden tanımlayıp ümmeti birliğe çağırmalılar. Problem dinin nasslarında değil, bu nassları yorumlayan veya anladığını zannedenlerdedir. Problem biz Müslümanlardadır. 



Türkiye Müslümanlığı Çok açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim. İslam coğrafyasında bugün İslam'ı, dinin ruhuna en uygun yaşayanlar Anadolu'daki insanlarımızdır. İnsanımız; bütün tahribatlara ve bozma teşebbüslerine rağmen Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.v.) paydasının etrafında odaklanma hassasiyetini henüz yitirmemişlerdir. Tasavvufa saygılıdırlar. Tasavvuf büyüklerine sevgi beslemektedirler. mezheplere ve mezhep alimlerine bağlıdırlar. Bağnaz değillerdir. İnsanları dışlamamaktadırlar. Mezhep kavgalarına (bazı dönemlerde yaşanan provokatif talihsizlikler hariç) kapalıdırlar. Radikalliğe karşıdırlar. Acımasız değillerdir. Karşıdakine tahammül gösterirler. Din kardeşliği kavramı henüz mezhep ve meşrep kardeşliğinden öndedir. Sünnete bağlıdırlar. Varsayalım bağlandıkları dini önderleri yanlış yapacak olsa bunu Kuran ve sünnet terazisine koyup tartabilecek haldedirler. En azından çoğu böyleler. Bu konudaki eşik henüz aşılmamıştır.Aşılmayacaktır da. Ve bu hususta halkın dini anlaması ve imani hassasiyeti din adına konuşan veya felsefe üretenlerden bin fersah daha öndedir. Halk , din adına konuşurken halkı saygısızca eleştiren çok bilmişlerden çok daha samimi ve nezihtir. Halkın imanı, teslimiyetçi bir imandır. Kafalarında bin tilki dolaşmaz. En azından imanlarını başkalarına kiraya vermezler. Başkalarının piyonu olmazlar. Allah'a ve Peygamber'e son derece temiz duygularla bağlıdırlar. 



Fıkıh, sünnet ve radikalleşme İslam coğrafyasındaki radikalleşmeyi sünnete, fıkha ve kadim (eski) kitaplardaki içtihad farklılığına bağlamak bir hedef saptırmadır. Ucuzculuktur. Çünkü ictihad farklılığı kazuistik bir felsefenin değil, elastiki bir açılımın, uygulanabilirliğinin kapılarını aralamaktadır. Selefin yolu ve yöntemleri buna en güzel delildir. İçtihadlardaki farklılığı anlatma anlamında kullanılan "İhtilafta rahmet vardır" sözü, pratikteki tecrübeyi yansıtır.
 


Yıllar sonra Bağdat'ta İmam Azam Ebu Hanife'nin mezarını ziyaret eden İmam Şafii, sabah namazının farzını kılarken kendi içtihadında var olan ikinci rekaatteki Kunut'u terk eder. Sabah namazını İmam Azam'ın içtihadına göre kılar. "Neden kendi içtihadına göre kılmadın" diye soranlara "Ben bu büyük imamın huzurunda kendi görüşümle namaz kılmaktan haya ettim" der. Mezhep ihtilafları ilim adamlarına pratikteki kördüğümü çözen bir çeviklik becerisi getirmiştir. Yeter ki mezhepleri ve içtihadları, dinin esas maksadı değil de bu maksada giden bir araç olarak görebilelim. Değişmez olan nassları (Kuran ve sahih sünneti) değişken olan içtihadlardan ayırabilelim. 



Yeni bir fıkıh yazmak İslam coğrafyasındaki bu kaosu görüp tahlil eden ve sahaya inmemiş olanların çoğu kez önerdikleri en cılız ve gülünç çözümlerden birisi budur. Derler ki, yeni bir fıkıh yazalım! Şimdi sormak lazım: Bu fıkhı neye göre yazacaksınız. Kuran'a ve sahih hadislere göre yazacaksanız varacağınız nokta; Ebu Hanife, Şafii, Malik, İmam Ahmed, İbrahim Nehai, Cafer-i Sadık, Zühri veya diğerlerinin varacağı noktadır. Çünkü onlar da bu yoldan gittiler ve dinin genişliğinden faydalanıp, asli konularda aynı olsa da, furuatta farklı neticelere vardılar. Dini nassların zenginliğinden yararlandılar. Dinin usulüne göre hareket edecekseniz, varsayalım ki yeni bir fıkıh yazdınız! Varacağınız yer budur. "Hayır biz mezhep imamlarının takip ettiği yolu izlemeyeceğiz" diyorsanız bu yolu takip etmeyeceğiz diyorsanız, o zaman Kuran-ı Kerim'i kendi hava hevesinize göre yorumlayıp hadisleri, sahabe içtihadlarını, kıyası yok sayıp arzunuza göre bir din mi oluşturacaksınız? Eğer buna "evet" diyorsanız; yolunuz da siz de başarısız olmaya mahkûmsunuz. İtibar görmeyeceksiniz. Yaptığınız işin sonu hüsran olur. Hem dünyada ve hem de ahirette.
Diyanet teşkilatında görev almadan önce, akademik hüviyetiyle üniversitede yer alıp da rahat konuşan ve "yeni fıkha gerek var" diyenlerin hepsinin teşkilatta görev alınca, sahaya inince, halkı görünce bu sözlerinden ve söylemlerinden rücu ettiklerini yakınen gördüm. Bunun yığınla örneği vardır. Bu nedenle de din adına ahkâm kesen insanların ayaklarını sağlam zemine dayandırıp konuşmaları en doğru yoldur. 




Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sünnet düşmanlığı


Aslında Hz. Peygamber (s.a.v.) hadislerinde ileride sünnetini -sözlerini, hadislerini- inkâr edecek grupların çıkacağını, bizlere duyurmuştur. Bu grupların, şefaati, kabir azabını, kaderi, kabir sorgusunu inkâr edeceklerini haber vermiştir. Aynen haber verdiği gibi oldu. Uluslararası bir projedir hadis sünnet ve peygamber düşmanlığı. Bu projeyi çizenler, içeride kendilerine uygun insanlar bulmuşlardır ve ne yazık ki bu insanlar Müslüman görüntülüdürler ve islami kavramları kullanırlar.


Hz. Peygamber'i (s.a.v.), sünneti, kaderi, şefaati inkâr ederken, Hz. Peygamber'i (s.a.v.) itibarsızlaştırmaya çalışırken Kuran-ı Kerim'e bağlı olduklarını söylerler. Kuran'a iftira ederler. Kuran-ı Kerim'i istismar ederler. Çünkü onlar bir sonraki aşamada, Kuran-ı Kerim ayetlerini de tarihsel yaftasıyla devreden çıkarırlar. Yöntemleri bu. Dertleri bu. Hadisleri, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) şefaatini, mucizelerini kabir sorgusunu inkâr eden bu şer anlayışına karşı uyanık olmak zorundayız. Çünkü bunların nihai hedefi; Tevrat, İncil ve Kuran'ı bir tek kitap haline getirip camilere bütün dinlerin sembollerini asabilecek bir noktaya gelmektir. Rabbim bu şer anlayışa karşı bizlere bilinç nasip etsin.
 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder