22 Haziran 2016 Çarşamba

Hüsn-ü zanla karşılayıp muhabbetle uğurlamalı

Hüsn-ü zanla karşılayıp muhabbetle uğurlamalı

 
Hakan Zafer

22 Haziran 2016, 08:00


Heybet konuşmaz. Konuşmamalı. Konuşmaya yeltenirse ona sırtımızı dönmeliyiz ki heybete ihtiyaç duymayacak kadar yalın ve asil olan hakikate ayıp olmasın. Bundan sonra hak ve hakikat nerede konuşsun istiyorsak ve ona eşlik eden bir heybet görmezsek ayaklarımızı tersine çevirmemek adına bunu yapmalıyız. Bağırıp çağırmasından, tartıdaki çekerinden, bir dal elbisesi için dökülen kumaşın uzunluğundan değil, efendiliğinden yana hakta olanı saymalı, kim hakta ise ona en büyük meziyeti ‘hakta olmak’ olduğu için yaklaşmalıyız.

Bir işe başlarken niyet gerekir. Hatta işin rengini, mahiyetini bile niyet belirler. Ama tevazu, kibir gibi sıfatların niyeti olmaz. Ya öylesinizdir ya da değil. Mütevazı olmakla mütevazı gibi davranmak arasındaki görüntünün tetkikini yaparken kriminal titizlik göstermek zorundayız. Çünkü miskin ve pejmürde biriyle tevazu sahibi bir kimseyi karıştırabiliriz. Biz modern çağın arada rüzgâr yiyen fertleri olarak, mağrur kimseleri izzetli, asil ve otoriter kimseler zannettiğimizdendir ki, ‘karıştırmadan’ yana sabıkalıyız. Sadece başkasında değil kendi tutumlarımızda da karışığız. Tevazua niyet edip tek nefesle gurur dalışı yapmak gibi önemli bir çelişkiyle ciğerlerimizi zorluyor, mütevazı kimlikler olarak “Neden insanlar benim gibi olmuyor” gibi gurur cızırtıları çıkartıyoruz.

Kişisel gelişim disiplinlerine oldukça mesafeli biri olarak ilk duyduğum andan beri beni rahatsız eden bir cümle var: ‘İnsanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanırlar.’ Hâlbuki insan hüsn-ü zan ve anlayışla karşılanmalı, fikirleriyle meşgul olunmalı en sonunda da –varsa fikirle uğraşmaktan doğan- kırgınlıklardan sıyrılıp muhabbetle uğurlamalı.

Bir dindar olarak ‘zandan sakının’ emrini Kuran’da okuduktan sonra gözün bilgiye dönüşmemiş kırıntılarını zan kabul ederek gördüğümü merkeze almak bana biraz tuhaf geliyor. ‘Göze görmediğini göstermeyi’ yalan olarak tarif eden Hz. Peygamber (sav) bu tanımla, olmayanı göresi gelen gözün yalana da açık olduğuna dair bizleri uyarıyor. Konfiçyüs’ün  ‘Göz sahibinin bildiğinden fazlasını göremez’ vecizesi de hemen aklıma gelmişken yazmadan geçmeyeyim. Bir de ‘görmek’ ve ‘bilmek’ kardeşler, bazen ‘duymak’ ve ‘konuşmak’ kardeşleri dışlıyorlarmış.

Sadelik imandandır

Sadeliğin kendisine en güzel yakıştığı, daha da önemlisi sadelikten rahatsız olmayan en güzel isim Hz. Muhammed’dir (sav). O, sadeliği hal kabul etmişken asaletten de taviz vermemekle işin dengeye oturtulabileceğini de gösterir. Yanında dünya muhabbetinin açıldığı bir ortamda –galiba biraz sevgiyle bahsedilmiş olmalı ki- bunu bir hayat düsturu olarak ortaya koyuyor: ‘Sadelik imandandır.’ (Ebü Dâvud, Tereccül 1; İbnu Mâce, Zühd 22)

Onu ilk kez görenler ondaki bu sadeliği hemen fark edebiliyor. Hicret esnasında Ranuna Vadisi’nde oturdukları sırada ensardan Efendimizi (sav) ilk defa görenler onu tanıyamadıkları için kıyafeti daha zengin gösteren Hz. Ebu Bekr’e yönelirler. Durumun iyiye gitmediğini, insanların onu peygamber zannettiklerini anlayınca Hz. Ebu Bekr, derhal yerinden kalkıp bir hurma dalı alarak kölesiymiş gibi Efendimize (sav) doğru yelpaze yapar ve elbisesini onu gölgelendirsin diye kullanır. Etrafındakiler de bu davranışla kimin peygamber olduğunu fark etmiş olur. Hz. Ebu Bekr ne denli güzel bir tavır ortaya koymuş olsa da bundan önce zihnimize dokunması gereken detay, Allah Resulü’nün (sav) ilk kez görenlerce peygamber olduğu fark edilemeyecek kadar hayatının her yerinde sadeliği tercih ediyor olmasıdır. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder