Kâmil mü’minler, kusur işleyen bir mü’mine karşı -o kusur kendilerine karşı işlenmiş olsa dahî- bir doktorun hastasına muâmelesi gibi bir tavır sergilerler. Hiçbir doktor hastasına, yakalandığı hastalıkta şahsî bir kusuru olsa bile kızmaz. Kendisini hastasına şifâ sunmakla mükellef bilir. Bu ahlâk ile yaşayan Hak dostları da, günaha olan nefreti, günahkâra taşırmazlar. Onları yaralı bir kuş gibi kabul ederek gönül sarayında irşad ve ıslah gayreti içinde olurlar.
Sehl-i Tüsterî’ye, ahlâktan sorduklarında şöyle buyurmuştur: “Ahlâkın en küçük derecesi; eziyete katlanarak intikam peşinde olmamak, zâlime bile merhamet edip onun için istiğfâr etmek ve ona acımaktır.”(İhyâ, III, 163)
Düşünmek gerekir ki, bugün Allâh’ın kullarını affetme irâdesini gösteremeyen, menfaatperest ve hodgâm bir ruh, yarın huzûr-i ilâhîde ne yüzle af dileyebilir?! Affedememe illeti, insanın kendi gafletinden kaynaklanır. Zira affın asıl sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Mü’minler de gönüllerindeki Allah muhabbeti nisbetinde affedebilirler.
GÖNÜLLERİN DOKTORU
Bu sebepledir ki şahsî meselelerde affetme fazîletini gösteremeyip kin ve intikam gütmek, kâmil mü’minlere aslâ yakışmaz. Mü’mine düşen, kusurlu insana karşı gazap yerine merhamet duygusuyla dolu olmaktır.
Günahkâra, sürüklendiği günahtan dolayı acıma hissiyle mukābele etmek, îmanda kemâle ermenin bir ifâdesidir. Zira kâmil mü’minler, kusur işleyen bir mü’mine karşı -o kusur kendilerine karşı işlenmiş olsa dahî- bir doktorun hastasına muâmelesi gibi bir tavır sergilerler.
Hiçbir doktor hastasına, yakalandığı hastalıkta şahsî bir kusuru olsa bile kızmaz. Kendisini hastasına şifâ sunmakla mükellef bilir. Bu ahlâk ile yaşayan Hak dostları da, günaha olan nefreti, günahkâra taşırmazlar. Onları yaralı bir kuş gibi kabul ederek gönül sarayında irşad ve ıslah gayreti içinde olurlar.
Nitekim Sehl-i Tüsterî’ye, ahlâktan sorduklarında şöyle buyurmuştur:
“Ahlâkın en küçük derecesi; eziyete katlanarak intikam peşinde olmamak, zâlime bile merhamet edip onun için istiğfâr etmek ve ona acımaktır.” (İhyâ, III, 163)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise de, böyle bir gönül kıvâmına sahip olmanın, kulu cennet yolcusu kılacağını ne güzel beyân etmektedir:
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber oturuyorduk. Buyurdular ki:
“–Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.”
Bir de baktık ki Ensâr’dan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam çıkageldi. Ertesi gün olunca Rasûl-i Ekrem-sallâllâhu aleyhi ve sellem-yine evvelki gibi söyledi. Bu adam yine önceki gibi çıkageldi. Üçüncü gün olunca Rasûl-i Ekrem r Efendimiz yine aynı sözü tekrar etti ve yine aynı adam ilk hâliyle geldi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-kalkınca Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh-, o adamı takip etti ve ona:
“–Ben babamla münâkaşa ettim, üç gün onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?” dedi. Adam da kabul etti.
CENNETE GÖTÜREN KÜÇÜK AMEL
Daha sonra olanları, Abdullah bin Amr-radıyallâhu anh-şöyle anlattı:
“–Üç geceyi onunla bir arada geçirdim. Fakat gece boyunca uzun uzun ibadet ettiğini görmedim. Ancak fecre kadar, zaman zaman uyanıp zikretti ve tekbir getirdi. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini de işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçümser gibi oldum ve dedim ki:
«–Ey Allâh’ın kulu! Babamla aramda bir ihtilâf yoktur. Fakat Rasûl-i Ekrem’in senin için üç kere; “Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.” buyurduğunu işittim. Üç defa da sen çıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini öğrenmek için senin yanında kalmak ve seni örnek almak istedim. Fakat senin büyük bir amel işlediğini de görmedim. Seni Rasûlullâh’ın söylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?»
O zât:
«–Şu gördüğünden başkası değildir.» dedi.
Fakat ben ayrılmak için döndüğümde ardımdan seslenerek dedi ki:
«–Evet, benim amelim, senin gördüğünden başkası değildir. Ancak ben müslümanlardan hiç kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam ve Allâh’ın verdiği herhangi bir nîmet ve hayırdan dolayı da kimseye aslâ hased etmem.»
Bunun üzerine:
«–İşte seni o dereceye ulaştıran bu hâlindir.» dedim.” (Ahmed, III, 166)
Şu kıssa da affedebilme ahlâkının yüceliğini ne güzel ifâde etmektedir:
Ahnef bin Kays’a:
“–Güzel ahlâkı kimden öğrendin?” diye sordular. O da:
“–Kays bin Asim’den öğrendim.” dedi. Kendisine:
“–Bu zât nasıl bir ahlâka sahipti?” diye sorulunca da şu îzahta bulundu:
“–Bu zât bir gün evinde otururken câriyelerinden biri elinde demir şiş ve şişte kebap olduğu hâlde yanına girdi. Her nasılsa şiş câriyenin elinden düşerek küçük oğlunun başına çarptı ve çocuk öldü. Bu zor vaziyet karşısında câriye dehşete kapıldı, perişan olduve âdeta eridi. Fakat o zât, böyle bir anda bile hiddetlenip çıkışmak yerine câriyeye; «Üzülme, ilâhî takdir böyleymiş, senin bir kastın olmadığı için bir suçun da yok, senin bu vicdan ürperişine karşılık ben de seni âzâd ettim.» demiştir.” (İhyâ, III, 164)
Diğer taraftan, affede affede ilâhî affa lâyık olma azmi içinde olan bir mü’min, pişman olup kendisinden özür dileyenlerin özrünü kabûl etmek sûretiyle de, Tevvâb olan, yani tevbeleri kabul eden Rabbinin ahlâkından hisse almış olacağını unutmamalıdır.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından-2, Erkam Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder