17 Ağustos 2016 Çarşamba

İSLÂM ÖNCESİ DÜNYADA AHLÂK

İSLÂM ÖNCESİ DÜNYADA AHLÂK
 
      
İslâm öncesi Arapları’nın ahlâk anlayışı hakkındaki en önemli kaynaklar câhiliye şiiri, atasözleri (emsâl) ve hitâbet örnekleriyle Kur’ân, hadisler ve ilk döneme ait diğer İslâmî belgeler; Roma, Bizans, İran gibi yabancı milletlere ait kaynaklardır. Özellikle câhiliye şiiri, atasözleri ve hitâbet örneklerinden edinilen bilgilere göre câhiliye edebiyatında ahlâk ve bu kelimenin tekili olan hulk çok az kullanılmıştır. Kabileci Arap toplum yapısında hayatta kalma mücadelesi aşiret insanının herhalde en temel uğraşıydı; bu da büyük ölçüde kabilenin insan ve mal gücü yanında mânevî gücüne ve saygınlığına bağlı bulunduğu için özellikle şeref, cesaret ve cömertlik câhiliye ahlâkında bütün erdemlerin en üstünde yer alıyordu; be erdemler de genellikle mürûe (mürüvvet) kavramıyla ifade ediliyordu.
 
Mürüvvet, geniş anlamıyla yiğitlik ve mertliğin en ileri düzeyi olarak algılanıyordu. Kısaca ‘övülmeye değer her şey’ demek olan bu kavramın Roma’daki ‘summum bonum’(en yüksek hayır) deyiminin dengi olduğu düşünülebilir. Kuşkusuz câhiliye Arapları, İbrâhimî geleneğe büyük saygı duyuyor ve hayatın diğer alanlarında olduğu gibi ahlâk açısından da bu gelenekten bazı uygulamalar taşıyordu. Bu durum dikkate alındığında onların anlayışındaki ‘mürüvvetin’, başta hilm olmak üzere sabır, bağışlama, misafirperverlik, yoksullara yardım, iyi komşuluk, zayıfları koruma gibi erdemleri kapsamasını; bu tür erdemleri taşıyan kimsenin de kavminin en saygın kişisi olarak kabul edilmesini yadırgamamak gerekir. Hatta İbn Manzûr’un kaydettiğine göre câhiliye Arapları mürüvveti, ‘açıktan yapıldığında utanç duyulan bir işi gizli olarak da yapmamak’ diye anlarlardı. Ancak diğer birçok kavramda olduğu gibi mürüvvette de hayret verici bir anlam kayması veya sapması olmuş; bu kavram, ‘delilik diye anlatılabilecek bir şeref hastalığı’ halini almıştı. Böylece mürüvvetin içeriği, gerçek anlamda ahlâka büsbütün aykırı bir mâna kaymasına uğramakla birlikte, yine de arap edebiyatında mürüvvetin kapsamına giren faziletlerle ilgili pek çok hakîmâne sözler söylenmiştir.
 
Meselâ dönemin ünlü hakîmlerinden Eksem İbn Sayf, ‘Hilmin acısına sabretmek pişmanlık meyvesini toplamaktan daha tatlıdır’ demiştir.
 
Başka bir arap atasözüne göre ‘Hilmin şeref, sabır zaferdir. Arabın ileri gelenlerinden birine, “İnsanların en erdemlisi (ahlemü’n-nâs) kimdir?’ diye sorulduğunda ‘Cezalandırmaya gücü yettiği halde bağışlayan, yardımını gördüğü kişiye daha güzeliyle karşılık veren, zafer sarhoşluğuyla azgınlaşmayan insandır.’ demiştir.
 
Daha sonraki yüzyıllarda da  mürüvvet ve onun kapsamına giren birçok fazilet, arap-islâm kültüründe geniş ölçüde muhteva değişikliği geçirmekle birlikte ahlâkî değerini korumaya devam etti.
     
Câhiliye dönemi ahlâk zihniyetini içeren literatürde, mürüvvet gibi hayır, mâ’rûf, hak, şecaat, kerem, sehâ, cûd, vefâ.vb. ahlâkî muhteva taşıyan kavramlar yanında bunların zıtlarının kullanımı da oldukça yaygındı. Ancak bütün bu kavramlar ve terimler, yüksek ve evrensel bir ahlâk anlayışını ifade etmekten geniş ölçüde uzak olup dünyevî ve kabileci bir karakter taşımaktaydı.
 
Kişi ve kabile şerefi, dönemin ahlâk zihniyetini belirleyen etkenlerden biriydi. Bir kısmında yukarıda işaret ettiğimiz erdemlerin temel amacı da kişi ve kabile şerefini arttırmak, insanların hayranlık ve saygısını kazanmaktı. Doğrusu bu dönemde iyilik için iyilik değil, onur kazanmak için iyilik anlayışı hâkimdi. Bu yüzden, çoğunlukla fahr ve tefâhur kelimeleriyle ifade edilen kibir, gurur, soyluluk ve üstünlük yarışı, Kur’ân-ı Kerîm’de de eleştirici bir sûrede (Tekâsür sûresi) bildirildiği gibi onlara zaman zaman kabilelere gidip mezar taşlarıyla övünmek gibi saçmalıklar bile yaptırırdı. Edebiyatın başlıca temalarından birinin “medih” ve “zem” olması da o dönem ahlâkının egoist karakterini yansıtması bakımından büyük önem taşır. Câhiliye ahlâkının, en geniş sınırı kabileyi aşmayan bu egoist karakterini göstermesi bakımından çok önemli olan diğer bir kavram da asabiyettir.
 
Asabiyet, kısaca kabile üyeleri arasında kayıtsız şartsız dayanışma yasasını ifade etmekte, ve araplar’ın hayatına yön veren, ahlâkî zihniyet ve değerlerine hâkim olan câhiliye ruhunu yansıtmaktaydı. Asabiyet, esas itibariyle soy (neseb) birliğinden kaynaklandığı için, aynı soydan olanlar arasında organik yakınlık arttıkça asabiyet de güçlenirdi. Bu yüzden câhiliye asabiyeti, modern sosyolojinin temel kavramlarından olan ırk birliğini aşarak vatan, tarih, gelenek vb ortak maddî ve mânevî değerlere dayanan kültür birliğini ifade etmediği gibi, yalnız ırk birliğine dayanan “kavmiyet”i bile kapsamaktan uzak olup sadece kabile ruhu ve dayanışmasını içermekteydi. Düzenli bir hukukî birliğin ve siyasi yapının bulunmadığı bu dönemde, kişiyi ve kabileyi saldırılara karşı korumaya, saldırılardan doğan zararların karşılanmasını sağlamaya sevk eden en önemli ve etkili güç ‘asabiyet kanunu’ idi. Asabiyetin, siyasî ve hukukî alandaki boşluğu doldurmak, mal, can ve ırz güvenliğini sağlamak gibi konularda olumlu katkıları da bulunmakla birlikte, hiç kuşkusuz ki, başka aile, aşiret ve kabilelerin hak ve menfaatlerine saldırmak gibi olumsuz sonuçları baskın çıkmaktaydı.
 
Dine fazla bir ilgi duymayan o dönemin hayat anlayışı, inanç ve düşüncesi hakkında en temel kaynak olan şiirde dine ve dinî konulara meselâ kadın, aşk ve şarap hafif mevzularla medih (övgü), zem (eleştirme) ve tefâhur (övünme) gibi egoist ve duygusal konulardan daha az yer ver veren câhiliye Araplarında yine de bir Allah (c.c.) inancı vardı. Bununla birlikte koyu putperestlik onların Allah’a göstermeleri beklenen saygı ve ilgilerini öldürmüş olup bu durum, dinin insanlarda bıraktığı derunî ve ahlâkî tesirden câhiliye Araplarını önemli ölçüde yoksun bırakmıştı.
 
Özellikle yaygın bir ahiret inancının bulunmayışı da onları dinî sorumluluktan ve ahiret kuruluşu için çaba gösterme düşüncesinden uzaklaştırmıştı. Nitekim ünlü câhiliye şairi Tarafe Muallakasın’da, ebedîlikten söz edilemeyeceğine göre insan için yapılacak en iyi şeyin, bütün varlığıyla hayatın zevklerini yaşamak olduğunu belirtirken, döneminin bu hedonist ahlâknı dile getiriyordu. Kuşkusuz bu dönemde az çok helal-haram anlayışı vardı, fakat bu anlayışı sadece örfler belirlemekteydi. Örfler ise kabilelere göre değiştiğinden toplayıcı ve kuşatıcı olmaktan uzaktı. Hak ve adalet kuvvete göre değişiyordu. Bu anlayışın bir sonucu olarak kuvvetten yoksun olan çocuklar, kadınlar, akıl hastaları ve savaşma gücü olmayanlar mirastan pay alamazlardı. (1)
 
Câhiliye arabı güçlü bir hürriyet duygusu taşımaktaydı. Bazı araştırmacılar, câhiliye döneminde kabileyi aşan siyasi birlikler kurulamayışını onlardaki bu hürriyet ruhuna bağlamışlardır. Cevâd Ali’nin tespitine göre Heredot ve daha başka Yunan ve Romalı yazarlar, Asya’da hiçbir zaman İran hâkimiyetine girmemiş tek komşu milletin Araplar olmasını, onların hürriyetlerine düşkünlükleriyle açıklamışlardır. Ancak onlardaki bu hürriyet bencil ve ilkel bir hürriyet idi. İlkel hürriyetin en temel niteliği ise otorite tanımamaktır.
 
Nitekim câhiliye Arapları böyle bir otorite düzenini her zaman reddetmişlerdir.
      
Sonuç olarak câhiliye döneminin bütün ahlâki erdemlerinin arkasında kişinin veya kabilenin gururu (fahr), şeref (mecd) ve öfke (gazab), hamiyyet duygularını tatmin etme; asalet, cömertlik ve yiğitlik şöhret kazanma, saygı görme, başka kabileler karşısında hem korku hem de hayranlık duygusu uyandırma arzusu yatmaktaydı.
 
Esasen bu dönemin, fert ve kabile gururu, kibir ve serkeşlik nitelikleri dolayısıyla “câhiliye” diye anıldığı, başka bir çok delil yanında, Amr. B.Külsûm’un Muallaka’sından da açık anlaşılmaktadır.
 
-------------------------------------------------------------
(1) İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Mustafa Çağrıcı.
 
 

--
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder