‘Halvet’, tasavvufta bir kenara çekilip kimseye karışmadan Allah (c.c.)’ı zikir ve vird (sürekli tekrar edilen tesbih) ile meşgul olmaktır.
Tasavvufçulara göre halvet, “Kimsenin görmeyeceği yerde sırrın (gönlün) Allah (c.c.) ile konuşması, O’na yalvarmasıdır. Halvetin hakikati budur. Sûreti (şekli) ise bu gerçeğe ulaşmak için başkalarından ayrılıp tenha’da ibadet ile Allah’a yönelmektir.” şeklinde tanımlanmaktadır.
Halvet’in ilk uygulaması ise, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, kendisine Peygamberlik gelmeden önce özellikle Ramazan ayında Hîra (Nur) mağarasına çekilip birkaç gece ibadet etmesi, azığı tükenince gelip azık aldıktan sonra yine mağaraya çekilip gece ibadetlerine devam etmesidir. Buhari’nin ‘Vahyin Başlangıcı’ bölümünde Hz. Aişe (r.a.)’den rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.)’in, yıllarca belli zamanlarda halvete çekilip Rabbine ibadet ettiği, bu uzun tefekkür, tedebbür ve ibadetten sonra salih rüya şeklinde başlayan vahyin, sonra meleğin görünmesi şekline dönüşüp peygamberlikle şereflendirdiği anlatılmaktadır. İlk kez melek ile açıkça karşılaşan Peygamber (s.a.v), önce korkmuş, evine dönmüş, hanımı Hatice’ye:
- Aklıma bir şey gelmesinden korkuyorum, demişti. Hz. Hatice (r.a.):
- Hayır, dedi, sevin, Allah’a andolsun ki, Allah (c.c.) seni asla perişan etmez. Sen akrabayı ziyaret edersin, yoksulu giydirirsin, konuğu ağırlarsın, darda kalmışlara, felakete uğrayanlara yardım edersin.
Sonra Hatice O’nu alıp Varaka b. Nevfel’e götürdü. Cahiliye çağında Hıristiyan olmuş Varaka, İbranice yazı bilir, İncil’den bir miktar bir şeyler yazar, gözleri kör olmuş yaşlı bir ihtiyardı. Peygamberi dinleyen Varaka dedi ki:
Bu gördüğün, Musa’ya indirilen Nâmus (şeriat yasası)’dır. Sana İlâhi bir yasa verilmektedir. Ah, keşke senin insanları dinine çağırdığın günlerinde genç olsaydım da kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman sana yardım etseydim.’ dedi.
Peygamber (s.a.v), kavminin (kendi toplumunun), neden kendisini yurdundan
çıkaracaklarını sordu. Varaka da :
- Senin gibi bir din getiren herkese düşmanlık edilmiştir, dedi. Ve çok geçmeden Varaka vefat etti. [1]
İlâhî vahyin gelmeye nasıl başladığını anlatan bu hadis, Hz. Muhammed (s.a.v)’in, peygamberlikten önce Halvet’e çekilip ibadet ettiğini gösterir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.)’in, her Ramazan ayının son on gününde itikâfa çekilmesi de Halvet’ten başka bir şey değildir. Kendisinden sonra hanımlarının sürdürdüğü itikâf, kuvvetli bir sünnet olmuştur. Demek ki tasavvuf ehlinin halveti bid’at değildir. Allah elçisini vahiy alma mertebesine hazırlayan bir sünnettir.
Aşağıdaki âyet de Hz. Musa (a.s.)’nın kırk gün süren bir halvetten sonra Allah (c.c.)’ın sözünü işitme mertebesine erdiğini belirtmektedir. “Musa ile otuz gece (bana ibadet etmesi için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun’a dedi: “Kavminin içinde benim yerime geç, ıslâh et, bozguncuların yoluna uyma.” Musa tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabbi (ona konuşunca:Rabbim, bana kendini) göster, sana bakayım!” dedi. Rabbi buyurdu ki:” Sen Beni göremezsin, fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de Beni göreceksin!” Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca: “Sen yücesin. Sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim!” dedi. [2]
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) vahiy almadan önce bir rûhî tekâmül (olgunlaşma) süreci geçirdiği gibi, Hz. Mûsâ (a.s.) da bunu yaşamış, Hz. İsâ (a.s.)’nın annesi Meryem de halvette, mânevi rızıklar alacak saflığa ulaşmıştır. Demek ki halvet, başlangıç hallerinde peygamberlerin ve sâlihlerin geleneğidir. Hakk’ın ilhâmı, onları bu uygulamaya yöneltmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu sözü de bunu kanıtlıyor:
“İnsanlar için en güzel geçim, şu adamın yaşayışıdır ki, Allah yolunda cihâd için atının yularını tutar, düşmandan bir ses, bir bağırma işitir işitmez hemen atına atlar, savaşa koşar, öldürmek veya ölmek ister. Ve şu adam ki şu dağlardan veya vadilerden birinde koyuncuğu olur, orada yaşar, namazını kılar, zekâtını verir, ölünceye kadar Rabbine ibâdet eder, kimseye zarar vermez.” [3]
Sahâbîlerden Ashâb-ı Suffe, halvet önderleridir. Kuşeyrî diyor ki: ‘Halvet, safvet ehlinin sıfatıdır; uzlet, vuslat belirtilerindendir. Mürid, ünsünde gerçeğe erebilmek için, başlangıçta, cinsinin oğullarından (insanlardan) uzlete çekilip halvet yapmalıdır.
Ancak halvete çekilirken insanların şerrinden uzak kalma niyetiyle değil, kendi şerrini insanlara dokundurmamak niyetiyle halvet yapmalı; nefsini halktan değil, halkı nefsinden üstün görmelidir. Birinci şekilde (nefsini üstün görmeyi ) düşünen mütekebbir (kibirli, gururlu), ikinci şekilde düşünen (nefsini alçak gören) mütevâzidir (alçak gönüllü).’ [4]
Görünürde halvet, halktan ayrılmak, gerçekte ise sıfatlardan, huylardan ayrılmaktır. Önemli olan yer değiştirmek değil, sıfatları, huyları değiştirmektir. Bundan dolayı tasavvufçular “Ârif, kâin bâindir.” demişlerdir. Yani ârif, görünürde halkla beraber, ama gizlide onlardan ayrı (Hakk ile) olur.
Ebû Alî ed-Dakkak şöyle demiş: ‘İnsanların yanında onlar gibi giyin, onların yediğini ye; ama ruhunla onlardan ayrıl (Rabbinle ol ).’ Ve demiş: ‘Bana bir insan geldi, ‘Uzaktan geldim’ dedi. dedim: ‘Bu iş mesafe aşmak, güç seferler yapmakla olacak şey değildir. Nefsinden bir adım ayrıl, muradına erersin.’
Ebû Yezîd’in şöyle dediği anlatılır: ‘Uykuda yüce Rabbimi gördüm, ‘Seni nasıl bulacağım’ dedim. ‘Nefsinden ayrıl gel’ dedi.’
Ebû Osman el-Mağribî de şöyle demiş: ‘Halveti sohbete tercih edeni Rabbin anmaktan başka herşeyden boşalır. Rabbinin rızasından başka dileği kalmaz. Bu nitelikte bulunmayan kimsenin halveti, kendisini fitneye, beliyyeye (sınavlara) düşürür.’[5]
Sühreverdi de şöyle diyor: ‘Sûfiler Allah (c.c.) için halvete çekilip ihlâs ile ibâdet edince Allah (c.c.) onlara, terk ettiklerine karşılık olarak halvetlerinde ünsiyet edecekleri haller açar. Aslında bu kavmin halveti süreli değil, süreklidir. Ancak kırk günlük süreli halvet, Hakk’ın lütuflarının doğmasına, fütûhatının gelmesine bir alışma devresidir. Fakat temiz niyyet ve ihlâs ile değil, sırf halvete giren (tasavvuf yolcusu) sûfilerin keşif ve kerâmetlere erdiklerini duyarak, kerâmetlere ermek için halvete girenler de vardır ki bu hareket sapıklıktır. Sûfiler, kerametler elde etmek için değil, nefislerini kollamak, ibâdeti sırf Allah (c.c.)’a özgü kılmak, riyâdan uzak kalmak için halvete girerler.’
Tasavvuf yolcuları, her zaman neyi isterlerse erbaîn’de (kırk günlük halvette) onu isterler. Erbaîndeki gayeleri, diğer zamanlardakinden farklı değildir. Ancak vakitlerin hükmü değişik olduğundan, vakti kırk gün ile sınırlamak istemişlerdir ki o erbaîn’in hükmü, bütün zamanlara yayılsın, her zaman erbaîn halvette bulundukları kırk gündeki hal üzere olsunlar.
Özellikle Peygamber (s.a.v.)’in:
“Kim kırk sabah Allah’a ihlâs ile kulluk ederse kalbinden diline hikmet gözeleri fışkırır.” Hadislerinde ve Musa (a.s.)’nın Allah (c.c.)’ın konuşmasını işitmeden önce halvete çekildiğini bildiren âyette kırk gecelik halvet olarak belirtilmiştir. Bundan dolayı tasavvuf yolcuları da başlangıçta, böyle bir halveti gerekli görmüşlerdir.
Gerçekten bütün gönlüyle nefsini ibadete sokan kimseye, hadiste belirtildiği üzere ledünnî (fizikötesi) bilgiler açılır. Ancak bu sürenin kırk gece ile sınırlanmasında derin hikmet vardır ki bunun hakikatini ancak peygamber yahut Allah (c.c.)’ın bildireceği başka kimseler (velîler) bilebilirler.
Kul geçim kaygısını, dünya uğraşlarını bırakıp Allah (c.c.)’a yönelince her gün kalbinin üstünden bir perde kalkar. Her perde kalktıkça kul, bütün ilimlerin kaynağı olan ilâhi mertebelere daha çok yaklaşır. Kırk gece tamamlanınca perdeleri kalkan kalbe ilimler ve mârifetler akmağa başlar.
Aslında ilim ve mârifetler, yüce İlâhî Nûr iksirinin vuruşuyla nûrlara dönüşen ayândan ibarettir. İlâhî nûrun yansımasıyla yaratıklar nûra dönüşür. İlâhi nûr ile nefsin konuşması, ilhâm ilimlerine dönüşür, bilinç altı ululuk nûrlarını almaya elverişli hale gelir. Bilinç altı olmasaydı, İlâhî ilimler nefiste görünmezdi. Çünkü bilinç altı, nûrları alacak kap durumundadır. Kalbin kendisi, ilmi kabul edecek (alacak) durumda değildir. Kalp, nefis konuşmasıyla (bilinç altı ile) ilmi alır.
Peygamber (s.a.v.)’in : “Hikmet gözleri, kalbinden diline çıkar” sözü, kalbin durumuna işaret etmektedir. Zira kalbin, biri şehâdet (görünen) alemine, biri de ğayb (görünmeyen) alemine bakan iki yüzü vardır. Şehâdet âlemine bakan yüzü, nefse dönüktür; ğayb alemine bakan yüzü, ruha dönüktür.
İşte bu iki yüz vasıtasıyla kalp, nefiste saklı bulunan ilimleri alır, tercümanlık görevi yapan dile çıkarır. İlimlerin temeli kalptedir. Kalbe de ilim, mertebesine göre ilhâm yoluyla Allah (c.c.)’tan gelir. Kul, dünya meşguliyetlerinden ayrılıp Allah (c.c.)’a ibâdete çekilince ve Hak’tan başka ne varsa hepsini gönlünden boşaltınca beden boyutlarını aşar, rûh madeninden ilim cevherlerini alır. Hadis-i şerifte : “İnsanlar, altın ve gümüş madenlerine benzer madenlerdir. Cahiliyye çağında iyi olanları; dinde bilgili, anlayışlı oldukları takdirde İslâm çağında da hayırlıdırlar.” buyurulmuştur.
İhlâs ile yapılan amelin bereketiyle her gün, insanı Allah (c.c.)’tan uzaklaştıran tabakalardan biri kalka kalka, kırk gece sonunda kırk tabaka kalkar. Kulun ihlâsının alâmeti; erbaînin tesirinin görülmesi, erbaîn içinde dünyadan uzak durması, ebediyet yurduna yönelmesidir. Hikmetin görünmesi için dünyada zühd (bkz: zühd md.) şarttır. Dünyadan el çekmeyen, hikmete ulaşamaz. Erbaînin sonunda hikmete ulaşamayan kimse, erbaînin şartlarına riâyet etmemiş, kendisini tamamen Allah (c.c.)’a vermemiştir. Kendisini ihlâs ile Allah (c.c.)’a vermeyen de Allah’a ibâdet etmemiştir. Çünkü Allah (c.c.): “Dini yalnız Allah’a özgü kılarak O’na kulluk etmeleri kendilerine emredilmiştir.” [6] buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Bütün insanların rızıklarını sağladıkları kaynakların en hayırlıları şunlardır: Bir adam ki, Allah yolunda cihad için atının dizginini tutmuş, düşman tarafından korku ve dehşet verici bir sesin geldiğini işitince atının sırtına atlayarak ölmek ve öldürmek, ya şehit ya gazi olmak için düşmanın bulunduğu yöne koşmuştur; veya bir adam ki şu tepelerden birinin üzerinde, dağ başında veyahut şu vadilerden bir vadinin içinde sürüsü ile yaşarken namaz kılmış, zekat vermiş, Rabbine kavuşuncaya kadar Allah’ına ibadet etmiştir. İnsanlar içinde hayır üzere bulunan kimse işte bu zattır.” (En iyi hayat tarzı, cihat ve uzlettir) [7]
[1] Buhâri.
[2] A’raf sûresi, 7/142-143.
[3] Tecrid-i Sarih Terc.
[4] Kuşeyri Risâlesi, S. Uludağ.
[5] A.g.e.
[6] Beyyine sûresi, 98/5.
[7] Müslim, İmaret, s. 33; İbnu Mace, Fiten, s. 13.
http://www.islamahlaki.com/
--
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder