Sevgili Gönül Dostlarımız,
Gönül aydınlığı içinde olmanızı niyâz ederiz. Bu gönderimizde sizlerle Aziz Şefik Can Dede'nin 8. Milli Mevlânâ Kongresi'nde "Allah'ı Tesbih Etme" Ayetinin Açıklaması" başlıklı bildirisini paylaşmak isteriz.
Söz konusu yazı 22 Ağustos 2008 yılında semazen.net sitesinde de yayınlanmıştır.
Aşk olsun inşallah...
"ALLAH'I TESBİH ETME" AYETİNİN AÇIKLANMASI
8. MİLLÎ MEVLÂNA KONGRESİ
GÖKLERDE VE YERYÜZÜNDE HİÇBİR VARLIK YOKTUR Kİ "ALLAH'I TESBİH ETMESİN" AYETİNİN "HAZRETİ MEVLÂNÂ" TARAFINDAN AÇIKLANMASI
Birisi çıksa da, yeryüzünde gördüğümüz ve cansız diye bitkilerden, hayvanlardan ayırt ettiğimiz varlıkların, eşyanın canlı olduklarını söylese, ona inanır mısınız?
Cansız ne demektir? Canı, yani ruhu olmayan taş, toprak gibi bir varlık.
Bir hayvan, bir bitki canlıdır. Çünkü hayvan hareket ediyor, yiyor, içiyor, yavruluyor.
Bitki de büyüyor, çiçek açıyor, meyve veriyor. Bunların canlı olduklarını görüyoruz, anlıyoruz ama, bir taş parçasının, toprağın, kesilmiş, kurumuş ağaçların, içtiğimiz suların, giydiğimiz elbisenin, kullandığımız eşyanın canlı olduğuna pek aklımız ermiyor.
Halbuki Kur'an-ı Kerim'de bazı ayetlerde; mesela İsra Suresi'nin 44. ayetinde, şu mealde (yedi kat gökte ve yeryüzünde ve bunlar içinde bulunanların hepsi de Allah'ı (cc) tesbih ederler. Hiç bir varlık yoktur ki Allah'ı (cc) hamd ve tesbih etmesin. Fakat, siz onların tesbihini anlayamazsınız.) Keza, Sad Suresi'nin şu mealdeki 18 ve 19 nolu ayetlerinde: (Doğrusu. Biz, akşam ve sabah, onunla beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları, Davud'un emri altına vermiştik. Hepsi de ona yönelmiştir.) diye Duyurulmaktadır. Eşyanın Allah'ı (cc) tesbih etmesi için canlı olması gerekir. Aziz peygamber efendimiz (SAV) bazı hadislerinde eşyanın canlı olduklarını bildirmiş, mesela (eşyayı lüzumsuz yere rahatsız etmeyiniz. Çünkü onlar tesbihdedirler.) diye haber vermişlerdir.
En güvenilir hadis kitaplarından olan (Müslim 7/53) de dirilmeden önce, Mekke'de bana selam veren bir taş bilirim ki şu anda dahi onun hangi taş olduğunu biliyorum.) diye buyurmuşlardır.
İbni Mes'ud Hz.leri de (Rasulullah Efendimiz'in (SA.V.) önünde yemekte olduğu yemeğin tesbih ettiğini duyardık.) diye rivayettebulunmuştur.
Ebuzer Hz.leri de (Allah'ın Rasulü'nün eline çakıl taşlan aldığı zaman, arının vızıltısı gibi onların tesbih ettiklerini, Hz. Ebu Bekir'in, Hz. Ömer'in elinde de taşların bu şekilde zikrettiklerini duyardık.) demiştir.
Yine Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyurmuşlardır ki: (Hayvanları yükleri yüklü olarak bırakmayınız. Hayvanlara binin ama yollarda, sokaklarda onları kendi konuşmalarınızda kürsü gibi kullanmayın.) Çünkü onlar tespihtedir. Nice hayvan vardır ki üstüne binenden hayırlıdır.)
Hz. Mevlânâ da gerek Mesnevi-i Şerifte ve gerekse Divan-ı Kebir'de bu konu üzerinde durmuşlardır. Mesela Mesnevi'nin 3. cildinin 1019 numaralı beyitinde aynen şöyle buyurmaktadır.
(Cansız gibi görünen varlıklar, biz derler, duyarız, işitiriz, görürüz, bakarız. Fakat sizin gibi namahremlere, yabancılara, anlayışsızlara karşı susup durmaktayız.)
Eski bilginlerimiz inançlarını Kur'an ve Peygamberimiz (S.A.V.) Efendimizin hadislerinden aldıkları için (cemad) adını verdikleri taş, toprak gibi varlıkların canlı olduklarını kabul etmişler, hayvanların (hayvani ruhu): bitkilerin (nebati ruhu) taş ve toprak gibi maddelerin (cemadi ruhu); insanların ise, hem (hayvani ruhu) ve hem de (insani ruhu) olduğuna inanmışlardı.
15 asır önce, bütün varlıkların Allah'ı (cc) zikrettiklerini, bu sebeple canlı olduklarını haber veren Kur'an-ı Kerim'in bu haberi, bugün ilim ve fen yönünden de gerçekleşmiş bulunmaktadır. Gerçek bir müslümanın ilim ve fennin bu hakikati bulup ortaya çıkartmasına ihtiyacı yoktur. Yani, Kur'an'ın ve Peygamberimizin (S.A.V.) haber verdiği akılalmaz şeylere, fennin açıklanmasına ihtiyacı olmadan da mü'min inanır. İnanır ama, kendi inançlarının ilmin ve fennin yeni buluşları ile gerçekleşmesinden de hoşlanır.
Kur'an'ın yüzyıllarca önce haber verdiği hakikatların bugünün bilim tekniği ile meydana çıkması, islam olmayan bilginleri, Islamiyete davet, bir çağrı oluyor. Nitekim tanınmış Fransız bilgini (Causteau) Kusto, Rahman Suresi'nin (19-20) inci ayetlerinde bildirilen; Suları acı ve tatlı iki denizin yanyana oldukları halde, birleşmemeleri hikmetine şaşmış, bu yüzden müslüman olmuştur.
Bugünün bilim ve tekniği şu hakikati ortaya koymuştur ki cansız sayılan her şeyde, insanların farkına varamadıkları bir canlılık, bir şuur vardır.
Çünki etrafımızda gördüğümüz bütün eşya, bütün varlıklar, atomlardan meydana gelmiştir. Her atomun ortasında proton ve nötronlardan ibaret bir çekirdeği vardır. Bu çekirdeğin etrafındaki elektronlar akla şaşkınlık verecek bir hızla dönmektedir. Mesela hidrojen atomundaki elektron, çekirdeği etrafında saniyede ellibin km. hızla döner. Sanki bir zerre yani bir atom, koca bir güneş sistemindeki eşsiz nizamın en mükemmel modelidir.
Atom, bizim içinde bulunduğumuz güneş sisteminin bir örneğidir. Atomun çekirdeğinim güneş elektronlarını da yıldızlara benzetmek mümkündür. Atomların derinliklerine dalarsanız, bir zerreyi milyarlarca defa büyütürseniz, karşınıza koca bir alem çıkar. Akıl almayacak kadar müthiş acayib bir alem. Bir atomun çapı milimetrenin on milyonda biri kadardır. Bir zerre içinde bir güneş manzumesi gizli. Bu hakikati sezmiş de Güleşen-i Raz sahibi:
(Bir damlanın gönlünü yarsan, ondan yüzlerce duru deniz meydana gelir.) Diye yazmıştır.
Atom lambası, atomun gücünü anlatmak için bize bir fikir verir. Alimlerin hesaplarına göre bir çay kaşığı kömür tozunun atomlarındaki gizli enerji açığa çıkarılsa bir milyonluk şehrin kaloriferlerine yetecek.
İster taş, ister toprak, ister su, ister demir, bakır ne varsa onların hepsinin de atomunda aynı hadiseler cereyan etmektedir. Onların her birisinin atomunda baş döndürücü bir hızla dönen elektronlar, kendi yörüngeleri etrafında, saniyede milyonlarca defa döner dururlar. Böylece, hareket halinde olan varlıkların cansız değil, canlı oldukları ortaya çıkmaktadır.
İşte maddenin en küçük zerresi olan atomdaki bu düzenden, aklı durduracak bu nizamdan yaratıcının gücü, kuvveti, yaratma san'atı, eşsizliği, büyüklüğü insanı şaşırtır.
Etrafımızda gördüğümüz her maddenin bu hareketi ile canlı olduğu, Allah'ı (cc) tesbih ettiği, yaratıcının şanının yüceliğini söylediği meydana çıkar.
Hz. Mevlânâ VII. asır önce cansız sayılan bazı varlıkların nasıl dile geldiklerini ve konuştuklarını bazı örneklerle açıklamıştır. Mesela Mesnevinin 3. cildinin 1011 numara ile başlayan şu beyitlerini beraber okuyalım.
-Allah, seni bir avuç toprak iken nasıl insan yaptı? Bütün toprakları ve cansız sandığın şeyleri de böyle bilmek ve tanımak gerek.
-Gördüğümüz cansızların hepsi de, bu yanda, yani bize, bu aleme göre, cansızdır, ölüdür. O yanda, hakikat aleminde ise canlıdırlar. Burada susup duruyorlar, orada konuşmaktadırlar.
-Allah, onları, o taraftan bizim tarafımıza gönderince Musa'nın asası gibi bize karşı ejderha olur.
-Dağlar, Hz. Davud'un sesine ses verir. Onunla beraber İlahi okur. Demir O'nun avucunda mum gibi yumuşar.
-Rüzgar Hz. Süleyman'a hamallık eder. O'nu taşır. Deniz, Musa'ya söz söyler. Onunla konuşur.
-Ay, Hz. Ahmed Aleyhisselam'ın işaretini görünce ortasından ikiye ayrılır.
-Nemrud'un ateşi İbrahim Aleyhisselam'a gül bahçesi olur.
Mevlânâ başka bir Mesnevi cildinde Peygamber Efendimizin (S.A.V.) bir mucizesi gereği Ebu Cehil'in avucundaki taş kırıklarının konuştuklarından bahseder.
-Ebu Cehil, Peygamber Efendimizi denemek için eline ufak taş parçaları almış, onları avucunda gizleyerek: "Ey Ahmed (S.A.V.) çabuk söyle bu nedir?" demişti.
-Eğer sen gerçek peygamber isen, eğer göklerin sırrından haberin varsa bil bakalım şu avucumda gizlediğim nedir?
-Hz. Peygamber (S.A.V.) buyurdu ki: "Elindekilerin ne olduğunu ben mi söyleyeyim? Yoksa benim gerçek peygamber olduğumu onlar mı söylesin?"
-Bu ikincisi imkansızdır, olamaz, dedi. Rasulullah (S.A.V.) 'Efendimiz evet diye buyurdu. Fakat, Allah'ın (cc) gücü, kuvveti bundan da üstündür.
-Bunun üzerine Ebu Cehil'in avucundaki kırık taş parçalarının her biri kelime-i şahadet getirmeye koyuldular.
-Taşlardan herbiri "Lâ ilahe illallah, Muhammedün Rasulullah" dedi.
-Ebu Cehil taşlardan bu sözleri duyunca öfke ile onları yere çarptı. Mesnevi, Cilt. 1, Beyit: 2160-2154
Hz. Mevlânâ Mesnevi'nin başka ciltlerinde de bu konuya değinir. Mesela:
Taş parçalarının Aziz Peygamber Efendimize, Asa'nın Hz. Musa'ya itaat etmeleri, emirlerine uymaları ve diğer cansız sandığımız bütün varlıkların Hakkın emrine nasıl boyun eğdiklerini haber verirler.
-Onlar der ki: Biz Allah'ı (cc) biliyoruz ve O'na itaat ediyoruz. Biz rast gele yaratılmış boş şeyler değiliz. (Mesnevi, Cilt, 4, Beyit: 2827-2828)
Hz. Mevlânâ'nın "taş parçaları, biz boş yere yaratılmadık. Boş şeyler değiliz." diye buyurması, bendenize Muyiddin-i Arabi Hz.lerinin Fusus-ül Hikem in "İshak Kelimesi bölümünde geçen şu beyti hatırlattı.
-Ey nefsinde bütün varlıkları yaratan Rabbim! Sen, halk ettiğin şeylerin hepsisin.
Bu sözden yaratılan her şeyin haşa Allah olduğu anlaşılmasın. Bu inanç, Panteistlerin inancıdır. İslam alimleri bu inanca Vahdet-i mevud derler ki bu inanç İslam'a aykırıdır. İslam Alimlerinin inancı Vahdet-i Vücuddur. Bu inancın en büyük mümessili olan Muhyiddin-i Arabi demek istiyordu ki: Allah'ım, yarattığın varlıkların hepsinde, zerrede de, yıldızlarda da senin büyüklüğün, sonsuzluğun ve kudretin tecelli etmiştir. Akıl almaz genişliğin, derinliğin ve sonsuzluğun sembolü olan fezada yani gökyüzünde bir güneş etrafında şaşmadan, birbirine çarpmadan dönüp duran galaksiler, yani yıldız kümeleri, Samanyolları gibi bütün varlıklarda, maddelerde bulunan zerreler, atomlar da kendi çekirdeği etrafında aklı şaşırtan bir hızla dönmekteler. Bir zerrenin kalbine sanki bir yıldız kümesi sığdırmışsın:
Allah'ım, Yarattığın bütün mahluklarına vuran kudretinin nuru, onları canlandırmada ve aşkın ile döndürüp durmada, Seni tesbih ettirmektedir.
Yine Hz. Mevlânâ bir Mesnevi beyitinde buyuruyor ki: "Dağların, taşların görür gözleri, işitir kulakları olmasa idi, Davud Aleyhisselam Zebur okurken O'nun güzel sesine ser verirler mi idi? O'nunla dost olurlar mı idi ?" Mesnevi, Cilt, 4, 4216. Beyit.
Mesnevi'de bu konu ile ilgili şöyle bir hikaye de var:
Süleyman Aleyhisselam'ın bir hatası yüzünden rüzgar ters esmeye başlamış:
-Rüzgar, Hz. Süleyman'ın tacına ters esti. Süleyman, ey rüzgar dedi "ters esme"
-Rüzgar da: "Ey. Süleyman" dedi. Sen de çarpık yürüme, çarpık yürüdükçe de benim ters esmeme kızma.
-Rüzgar ters estiği için, Süleyman'ın başındaki taç eğri İdi. Böylece O'nun sultanlığı sarsıldı. Aydınlık gündüzü, gece gibi karardı.
-Hz. Süleyman tekrar: "Ey tac" dedi. Başımda eğri durma. Ey sultanlık güneşi olan tac, başımda doğru dur. Başka yöne meyl etme...
-Süleyman eli ile tacı doğrulttukça, tac yine eğilmekte idi.
-Tam sekiz defa tacı doğrulttu, tac da eğri İdi. Süleyman dedi ki: Nedir bu, artık eğrilme.
-Tac tekrar dile geldi. "Ey güvenilir, inanılır kişi diye cevap verdi: "Sen beni yüz kere doğrultsan yine doğrulmam. Sen eğri gittikçe ben yine eğrilirim.
-Bunun üzerine Süleyman, içini doğrulttu. Gönlüne gelen nefsani istekleri gönlünden attı. Şehvet ateşini soğuttu.
-Süleyman doğrulunca, tacı da doğruldu ve istediği gibi başında durdu.
-Hazreti Süleyman tacını kendi isteği ile eğriltti fakat tac eğri durmadı. Kendiliğinden doğruldu. Tam tepesinde karar etti.
-O büyük Süleyman sekiz defa tacı eğriltti. Tac yine de başında doğruluyor, doğru duruyordu.
Derken, yine tac dile geldi, de: "Ey padişahım" dedi. Öğün, madem ki kanat açtın, çırpındın, kanatlarındaki günah tozunu, toprağını silkdin, artık mana alemine yüksel.
-Buradan daha ileri gitmeme, bu işteki gayb perdelerini, gizlilik perdelerini yırtmama izin yok.
-Elinle ağzımı kapa da, beğenilmeyecek, hoşa gitmeyecek bir söz söylemeyeyim.
-Şu kadarını söyleyeyim ki: "Sana dertten, kederden, gamdan ne gelirse, onları başka kimseden bilme, kendinden bil." (Mesnevi, Cilt 4, Beyit: 1897-1913)
Hz Mevlânâ Mesnevi'nin' bir başka yerinde de, Peygamber Efendimizden (S.A.V.) ayrı düştüğü için bir hurftıa kütüğünün "Hannane direği"nin inlemesinden, feryadından bahseder.
Hannâne direği, Peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu.
Peygamber, "Ey direk, ne istiyorsun? dedi. Oda "Canım, ayrılığından kan kesildi.
Bana dayanıyordun şimdi beni bıraktın. Mimberin üstüne çıktın" dedi.
Bunun üzerine Peygamber ona dedi ki: "Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan!
Söyle, ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.
Yahut Tanrı, seni o âlemde bir servi yapsın da ebediyen terü taze kal" dedi.
Hannâne "Daim ve baki olanı isterim" dedi. Eygafil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma!
Peygamber, kıyamet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü.
Bunu duy da bil ki Tanrı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir.
Kim, Tanrı'dan tevfıka mazhar olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.
-Fakat ilahi sırlardan kendisine birşey verilmemiş olan nasıl olur da cansız bir varlığın inlediğine inanır?
-O kişi, evet der. Ama gönülden değil, kendisine münafık demesinler diye inanmış görünür, kandırmak için evet der.
-Eğer cansızlar Allah'ın (cc) (kun=ol) emrini anlamasalardı da varlık alemine gelmeselerdi o zaman bu söz red edilirdi.
Yukarıdaki mesnevi beyitlerinden anlaşılacağı üzere Hz. Mevlânâ ruhumuzun derinliklerine inerek bizim sağ duyumuzu, vicdanımızı uyandırmak istiyor. Ey madde alemine kendini kaptırmış, akıllarına güvenerek kendilerini bir şey zanneden kişiler diyor: Cansız sandığımız maddelerin, canlı ve duygulu olduklarına akıllarımız yatmıyor değil mi? Vaktiyle, Hz. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) yaşadığı zamanlarda bile Ebu Cehil gibi avuçlarında taş parçalarının şahadet getirdiklerini işittikleri halde imana gelmeyenler olmuştur. Hatta öldükten sonra dirilmeden bahseden Kur'an ayetlerine itiraz edenler bulunmuştur. Onlara Cenab-ı Hakk şu mealdeki ayetlerle cevap vermiştir (36/79);
Büyütenin bir damla pıhtıyı insan diye,
Gücü etmez olur mu? Ölüyü diriltmeye!.
'"(Allah (cc) bir şeyin olmasını istedi mi sadece (Kun=ol) der. O şey hemen oluverir. 36-82)
Biz akılla her şeyi idrak edebilir miyiz? Ve vaktiyle Ziya Paşa merhum bu hakikati sezmiş de:
İdraki meali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sikleti çekmez.
"Yüksek hakikatleri bizim bu küçük aklımız alamaz, anlayamaz. Çünkü bu akıl terazisi, o derin manalı şeyleri çekemez, parçalanır" demişti. Gerçekten de şu gökyüzünün derinliğini, genişliğini bir kelime ile sonsuzluğunu aklımız alıyor mu?
Bundan altıbuçuk yıl önce gökyüzüne fırlatılan Galileo uydusu kurşun hızı ile giderek üç milyar 700 milyon kilometrelik mesafe aldı ve Jüpiter'in yörüngesine girdi. Jüpiter bizim güneş manzumemize dahil bir yıldız. Bizim dahil olduğumuz yıldızlar kümesi Samanyolu (galaksi) dışında da ne güneşler, ne sayısız yıldızlar var. Son buluşlara göre evrende elli milyar galaksi var. Onbeş milyar ışık yolu uzakta yeni güneşler keşf ediyorlar. Bu fezanın, gökyüzünün sonsuzluğuna akıl erer mi?
Bilginler 186.000 mil bir hızla giden uçak düşününüz, diyorlar. Bu uçak şu anda keşfedilmiş olan kainatın etrafında ancak bir milyar senede dolaşabilir.
Bunu inceden inceye hesap ederek bulmuşlar. Bir hayal mahsulü değildir. Bu bir gerçektir. îşte Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü, kudreti, yaratma gücü hakkında bir fikir edinmek için bu sonsuz gökleri düşünelim, şaşırıp kalalım da Cenab-ı Peygamber (S.A.V.) gibi, "Allah'ım hayranlığımı arttır" diye Cenab-ı Hakk'a yalvaralım. "Allah büyüktür" dediğimiz zaman da bunu, sadece hiç heyecan duymadan, dudaklarımız söylemesin. Bu büyüklüğü, bu sonsuzluğu, gönül de, sağ duyu da, vicdan da hissetsin.
Muhyiddin-i Arabi Hz.leri de Futuhat-ı Mekkiye'sinde, bütün varlıkların tespihlerini kulaklarımla duyuyorum diye yazmıştı. Mevcut varlıklardan Allah'ı (cc) en çok zikredenlerin, bizim "cemad" diye adlandırdığımız taşlar, topraklar gibi varlıklardır. Sonra bitkiler, sonra hayvanlar, en son insanlar geliyor. Şaşılacak şeydir ki Allah'ın severek yarattığı eşref-i mahluk olan insan diğer mahluklara göre Allah'ı en az zikreder, çünki dünyaya diğer varlıklardan daha çok gönül vermiş, daha çok bağlanmıştır.
Evet, Kur'an'ın Peygamberimizin (S.A.V.) ve velilerin haber verdiği gibi dünyada mevcut her şey Allah'ı tesbih etmektedir.
Rasulullah Efendimiz (S.A.V.) kurbağaları öldürmeyi yasaklamıştı. Çünki onların seslerinin tesbih olduğunu söylemişti. Kurbağa da tesbih eder, ağaç da tesbih eder, suyun şırıltısı da tesbih eder, kapının gıcırtısı bile tespihtedir. Çünki Allah'ı (cc) tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur. Bu konuyu bitirirken arif bir şairin yazdığı şu şiiri almadan geçemedim.
Sesler ve Nağmeler
Bütün esvâtı hilkat tiyz ü pest elhâni kıymettir,
Kulak ver dinle ey dil cümlesi hakdan işarettir.
Denizde, yerde göklerde açılmış sanki bir mektep,
Zevil ervah okur gizli, açık üstâd-ı fikrettir.
Celâldir sayhası aslanların, dehşet verir halka
Cemâldir kuşdaki nağme müeddesi beşarettir.
Sakın sen, sanma vak vak, gölde kaz, ördek çeker Ya Hakk
Ağaçta kumrunun hu hu lan Hâkk'a ibâdettir
Öter gülşende bülbül mübtelâyi kıyl-ü kal olmuş
O mürgun derdi gül, sümbül sanıp kanmak belâhattır
Kanarya aynı vahdet mevcesi ile çırpınıp söyler
Sedâyi bumi me'şum bir nida sanmak hamâkatdır.
Ney in feryadı her dem (vağfu anna ente Mevlânâ)
Kemânın bi gümân (Allâhuekber) den ibarettir. .
Sedâi musiki dinlerse ruhan gaşy olur âşık
Sazın her bir telinden duyduğu gülbanki vahdett
İlahi ente maksudi bütün seslerdeki gâye
Rızadır cümlenin matlubi bakisi hikayettir.
Bu güzel yazı, son Mesnevihan sevgili Hayat Nur Artıran Hanımefendinin etkinliklerinin paylaşıldığı Facebook sayfasından alınmıştır. Facebook sayfasına gitmek için resme tıklayınız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder