‘İlim’, insanın duyu organları ile elde ettiği veya Allah Teâlâ’nın vahiy yolu ile doğrudan doğruya gönderdiği, içinde yorum bulunmayan kesin bilgilere denir.
İslâmî terminolojide ilim terimi; genelde ‘bilgi’ kelimesini karşılamak için kullanıldığı gibi, herhangi bir bilim dalını ifade için de kullanılır. Örneğin; kelam ilmi, tefsir ilmi gibi. Aynı şekilde, ilim ve bilgi terimlerinin bazen marifet kelimesiyle karşılandığı da bilinir.
Cürcâni, ilim için şu tarifleri de yapar: ‘İlim; bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir. Bilgisizlik bilginin zıddıdır. Bilim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır. İlim, nefsin, bir şeyin manasına ulaşmasıdır. Düşünen ile düşünülen arasında hususi bir alakadır.’ [1]
İlim kavramının yanında çoğu zaman kullanılan irfan ve marifet kavramı, daha özel bir anlam taşır ve daha çok araçsız bilgiyi, seziyi, kalbî bilgiyi ifade etmek için kullanılır. İlim, insana ahiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuz) bilgiler topluluğudur.
İslâm’da ilmin ilk doğuşu; düşünmeden (basitçe), bir yol göstericiye başvurmadan elde edilir. İnsan, yaşı ilerledikçe sebeplerine başvurularak, düşünülerek, bir delille ilim elde etme yollarının var olduğunu anlar. Toplu olarak söylersek; birisi araçsız yolla doğrudan elde edilen ilim, diğeri araç ile elde edilen ilim vardır.
1. Araçsız ve Aracısız İlim
Her insan kendi özellikleri ile kendi cinsleri arasında farklı ve ayrı yanlarıyla yaratılır. Doğal olarak var olan özellikleri bilmek, bireylere doğrudan, araçsız verilen bilgilerdir (ilimdir). İnsan, açlık, susuzluk, keder, neşe, korku, vb. duyguları; çocuk, süt emmeyi; kuş uçmayı, balık, yüzmeyi doğrudan öğrenir. Siyah ve beyazın da diğer renklerin de aynı şey olmadığı ve bir çok şeyin varlığı araçsız ve aracısız olarak bilinir. Bu yolla genelde fiziki ve maddi şeyler görülerek öğrenilir.
2. Araçla Öğrenilen İlim
Bu çeşit ilim ise genel olarak akıl ve his aracılığı ile öğrenilen ilimdir. Araçlı ilimler, maddi olmayan, veya var olduğu halde görünüşte maddi şekli bulunmayan, fizik ötesi dediğimiz ‘gayb aleminden’ fikir, zihin yoluyla öğrenilir. İnsanda bulunan beş duyu (görme, işitme, koklama, tat alma, dokunma) ile maddi şeyler hakkında ( duyular vasıtasıyla) bilgi edinilir. Bir şey görünce şekil; bir ses işitince ses, bir şey koklayınca koku, ağzımıza bir şey alınca onun tadı, bir şeye dokununca onun yumuşak ve sert oluşu vs. hakkında araçlı bilgiler ediniriz. Ancak hastalık halinde tatlı, acı gibi gelir. Tren ve başka araçla giderken çevrenizdeki varlıklar geriye gidiyor sanırız. Bu gibi bazı yanılmalar dışında, duyular aracılığıyla, düşünerek, zihni bilgiler ediniriz. Ayrıca inceleme ve araştırma yoluyla da şüpheleri gideren doğru bilgilere ulaşırız. İlimler farklı bakış açılarına göre şu kısımlara ayrılabilir:
Dinî ilimler: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in getirdiği ilim.
Dinî olmayan ilimler: Maddi, dünyevi ilimler.
Ayrıca din, aklî ve dünyevi ilimler olarak veya zahir (dünya hayatını tanzim eden) bâtın (ebedi hayatı tanzim edici) ilimler olarak da kısımlara ayrılırlar. İslam akâidine göre insan üç yoldan ilim elde edebilir:
1- Havass-ı selime (sağlam duyu organları): Bunlar, göz, kulak, burun, dil ve deri olmak üzere beştir. Bu duyu organları kusur ve hastalıklardan uzak (sağlıklı) olduğu taktirde kendileriyle elde edilen bilgiye güvenilir.
2- Haber-i sadık (doğru haber): Bu bilgiler ikiye ayrılır:
a- Mütevâtir haber: Yalan söylemek üzere birleşmeleri akla göre mümkün olmayacak kadar çok sayıda bir topluluğun vermiş olduğu bir haberdir. Bundan şüphe edilemez. Örneğin, bugün Avustralya kıtasının varlığını gözlerimizle görmesek bile çok sayıda kişi tarafından haber verildiği için tereddütsüz kabul ederiz.
b- Haber-i Resûl: Allah (c.c.) tarafından gönderilen hak peygamberlerin (a.s.) vermiş olduğu haberler ve söylemiş olduğu şeylerdir.
3- Akıl: İslâm dini akla büyük önem vermiş, onu ilim elde etme yollarından biri olarak kabul etmiştir. Bir şey akılla düşünmeden hemen bilinirse buna ‘bedihi’ bilgi denir. Düşünerek bilinirse ‘istidlali bilgi’ denir.
İslâm dini ilme, okumaya ve bilgiye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber ((s.a.v.)’e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! İnsana kalemle yazı yazmayı öğretip ona bilmediklerin öğreten Rabbin sonsuz lütûf sahibidir.” [2]
İslâm, insanın yaratılışına uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın dini görevlerini yerine getirecek, helal ile haramı, hak ile batılı birbirinden ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.): “İlim tahsil etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır.” [3] buyurmuştur.
Tıp, ekonomi, mühendislik ve teknoloji gibi toplum için gerekli olan her türlü bilgiyi öğrenmek farzı kifayedir. Bu tür ilimler toplumun bazı bireyleri tarafından öğrenilirse bu farzı yerine getirmiş olur. Fakat hiç kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah (c.c.) katında sorumlu olurlar.
Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise mekruhtur.
İslâm dini kadar ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur’an-ı Kerim’de sadece ilim kelimesi yüz beş kez zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı sekiz yüz elli dokuzu bulmaktadır. Ayrıca ‘akıl, fikir, zikir’ gibi kelimeler de Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla zikredilir.
İslâm’a göre ilim ve hikmet, müminin kaybolmuş malıdır; mümin, yerine ve söyleyene bakmaksızın onu nerede bulursa alır. Her fenalığın, hatta küfür ve şirkin başı bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu bilen bir kimse kafir olamaz. Şirkin ne demek olduğunu bilen, başkalarını Allah (c.c.)’a ortak koşamaz. Allah (c.c.)’tan başkasına ibadet edemez. Bunun içindir ki Kur’an “Sakın cahillerden olma.”; “Kulları içerisinde Allah’tan ancak alimler korkar.” [4]
“Körle gören bir olmaz. Karanlıkla aydınlık da bir olmaz. Gölge ile sıcak da bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Allah dilediğine işittirir; yoksa sen kabirlerde bulunanlara işittirecek değilsin.” [5] buyurmuştur.
Kur’an-ı Kerim’de ilmin her çeşidi övülür, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
İslâm, ilmin, ilim adamının ve ilim yolcusunun değerini yükseltmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir.” [6] buyurulur.
Fatır sûresinin 19-22. ayetlerinde, bilgin insanın nasıl bir manevi ışık olduğu, ona nasıl bir ruh ve bilinç verildiği çarpıcı benzetmelerle anlatıldıktan sonra yukarıda geçen ayet gelmektedir: “Allah’a derin saygı duyanlar, ancak O’nun bilgin kullarıdır.”
Allah (c.c.)’ın insanın yararına sunduğu çeşitli meyveleri, değişik renk ve biçimlerde görünen dağları ve diğer doğa varlıklarını, canlıları yarattığı anlatıldıktan sonra, en çok bilgin kullarının Allah (c.c.)’a derin saygı duyacaklarının belirtilmesi, hayvanları, insanları ve doğa varlıklarını inceleyen bilginlerin, bunların kör doğanın eseri olamayacağını; kendi kendine oluşamayacağını, bunları bir planla ve hikmetle düzenleyip yaratanın bulunduğunu anlayacakları ve O yaratıcıya derin saygı duygularıyla dolacakları anlamına gelir. Böylece ayet, ilim adamlarının yapacağı derin araştırmaların, insanı Allah (c.c.)’a inanmaya ve ibadete götüreceğini anlattığı gibi, ilmin de önemini belirtmektedir. İlim insanı Allah (c.c.)’a saygıya götürmüyorsa, o gerçek ilim değildir. O ilim, sahibini olgunlaştırmamış ve gönlünü, kalbini aydınlatmamış demektir. [7]
Peygamber (s.a.v.) de hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “İlim tahsil etmek maksadı ile bir yola giden kimseye Allah Teala Cennet yollarından açar. Melekler, ilim ve tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzuları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan herşey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah’tan rahmet diler. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır. Onlar miras olarak sadece ilmi bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” [8]
“Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah yolundadır.” [9]
İslâm’da ilim, Allah (c.c.) rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamber (s.a.v.), dualarında: “Allah’ım, bana öğrettiklerinden beni faydalandır. Bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır.” [10]
“Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” [11] buyururdu.
Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetlerinin anahtarı ilimdir. İlim, amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâm ve ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir, demek mümkündür.
Dünya, ahiretin tarlası ve Allah (c.c.)’a giden yolun başlangıcıdır. Dünya düzenini ayakta tutmak için bildirilen bir takım yasalar vardır. İşte bu dünyada insanların ekonomik, sosyal, dini ve dünyevi bütün durumlarını düzenleyeceği ve insanları birleştirici kuvvet sadece ilim yolu ile kazanılır.
İlim, nefisleri helak edici ahlâksızlıklardan temizler; insanları aydınlatarak güzel ahlaka kavuşturur ve ahiret yolunun aydınlanmasını öğretir. İlim, ayrıca Allah Teala’nın kemâl sıfatıdır. Peygamberlerin ve meleklerin şerefi ve değeri ilimden gelmektedir. Allah (c.c.)’ın huzuruna ilim ile gidilir. İlim tek başına faziletin de kendisidir.
Alim (ilim adamı) ise, bilmeyen kalabalıklara gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından “Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir.” [12] ilahi emrine muhatap olan peygamberin izindedir.
İlim adamları, (alimler) sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir eylem midir ?
Kur'an-ı Kerim’de bu konuda yahudi ve hristiyanlarla ilgili olmak ve hükmü müslümanları da kapsamak üzere bazı ayetler vardır. İmam Suyuti ‘ed Dürrü’l- Mensur’ isimli eserinde, İbn Abbas’dan rivayet ettiğine göre, Muaz b. Cebel ve bazı sahabeler yahudi bilginlerinden bir gruba Tevrat’taki bazı hükümleri sordular.
Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tövbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü ben tövbeyi kabul edenim, çok esirgeyenim.” [13]
Yahudilerin gizlediği bilgiler arasında ‘recim’ (taşlama) cezası bulunduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in geleceğini bildiren haberler de bulunmaktadır. Nitekim bir ayette buyurulur: “Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de (vasıflarını) yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygambere uyarlar.” [14]
Ancak İslâmi hükümleri gizlemekten vazgeçip de tövbe eden, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e iman ederek yolunu düzelten ve Allah (c.c.)’ın Peygamberlerine vahyettiği şeyleri insanlara açıklayanlar bunun dışındadır. Bunlar İslâmi hükümleri gizlemekten vazgeçtikleri taktirde Allah (c.c.) onların tövbesini kabul eder. Onları rahmet ve mağfiretine kavuşturur.
Ayet-i Kerime’nin hükmü yalnız Ehl-i Kitaba değil; aynı zamanda Allah (c.c.)’ın ayetlerini gizleyen ve İslâm’ın hükümlerini açıklamayan herkesi içine alır. Çünkü ayetin ifade biçimi, usûl (metodoloji) alimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder.
Ebu Hayyan şöyle demiştir: ‘Açıkça anlaşılıyor ki, özel iniş sebebi olsa bile ayetin genel anlamı, ehl-i kitap (yahudi ve hristiyanlar) olsun, başkaları olsun ilmi gizleyen herkes hakkındadır. Ayet, Allah (c.c.)’ın dininden olup ta yayılmasına ve duyrulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi gizleyen herkesi içine alır.’ Aşağıdaki hadis bu ayeti tefsir eder. Hadiste şöyle buyurulur: “Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.”[15]
Sahabiler de bu ayeti aynı şekilde anlamıştır. Ebu Hureyre (r.a.)’nin, şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Eğer Allah (c.c.)’ın kitabındaki bir ayet olmasaydı, size hiçbir hadis rivayet etmezdim.’ Ebu Hureyre bundan sonra ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti okumuştur. [16]
Diğer yandan bazı alimler, ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki ayete dayanarak, Kur'an-ı Kerim okuma karşılığında para almanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Onlara göre ayet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse yerine getirmesi kendisine gerekli olan bir amel için ücret almaz. Namaz kıldığı için maddi bir ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah (c.c.)’a yaklaşmak için yapılan bir ibadettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret de caiz olmaz.
Ancak, sonraki (müteahhirun) alimler ücret veya maaş alınmadığı takdirde dini görev ve çalışmaların ihmal edileceğini, dini tebliğin yaygınlaşamayacağını, ilmin giderek yok olacağını düşündüler ve dini ilimlerin eğitim, öğretim ve tebliğinde görev yapanların, bu hizmetleri karşılığında ücret alabileceklerine dair fetva verdiler.
“Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir” [17] buyuran sevgili peygamberimiz (s.a.v.)’in, Medine’de yaptırdığı ilk mescidin yanında bir de okul açtırması, Bedir savaşında alınan esirleri, her biri on Müslüman çocuğuna okuma-yazma öğretmek şartıyla serbest bırakması, O’nun ilim ve öğrenmeye verdiği önemi göstermektedir.
Yukarıda belirtilen bu ilahi açıklamalar gösteriyor ki, nübüvvet (peygamberlik) mirası olan ilim, türü ne olursa olsun iman ile barışık durumdadır. İlim ve iman kesinlikle birbirinden ayrılamaz. Gerçek anlamda ilim, insanı inançsızlığa değil imanlı olmaya götürür ve Yüce Yaratıcı’nın huzurunda boyun eğmeye vardırır.
İlim ve imanı birbirinden ayıran insan, dudakları ürperten, ayı, güneşi karartan, yıldızları puslandıran, denizleri kurutan, dağlara dahi korku ve zulüm saçan bir hayasızlık örneği verir.
Bunun içindir ki, gerçek müminler, ilimle imanı hiçbir zaman birbirinden ayırmamışlardır. İmanları ilimlerine, ilimleri de imanlarına ışık tutmuştur. Zaten gerçek ilim sahipleri de, tarafsız bir ilmin, Allah (c.c.) nizamını tereddütsüz olarak onaylattığını açıkça görürler.
İslâm’ın ilme verdiği değeri ve önemi çok iyi anlayan ve bunu gereklerini yerine
getiren Müslümanlar, kendi çağlarında en yüksek medeniyetler kurmuşlar, bütün insanlığa ışıklar saçıp onların dünya ve ahiret mutluluğuna erişmesine yardımcı olmuşlar ve bunu asla bir sömürü ve baskı unsuru olarak da kullanmamışlardır. İlme, okumaya ve öğrenmeye, ilerlemeye bu derece önem veren bir dinin mensubu, bir peygamberin ümmeti olmalarına rağmen son asır Müslümanları; eğer atom bombasını bulamamışlar, uzay araştırmalarında gerekli yeri alamamışlar, bilgisayar ve elektronik sanayinde yarışı başkalarına vermişlerse ve diğer ilim dallarında ön sıralarda değiller ise, onlar bu halleriyle, Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’nün bu konudaki emirlerine aykırı hareket eden, derin bir uykuya yatmış ve korkunç bir tablo çizmektedirler.
Gerçek ilim sahibi, İslâm’ın aydınlık yolunda yürümeyi en büyük şeref bilen, inkar ve zorbalık zincirlerini kıran, gönlünde Kur’an ilmi aydınlıklarını taşıyan faziletli insandır.
Gerçek ilim sahibi, kalbindeki Allah (c.c.) ve Resûlullah (s.a.v.) aşkı ile, dünyanın ahirete doğru uzanan bir geçiş köprüsü olduğu şuuruna eren, bu köprüde kendisini hesapların en incesiyle hesaba çeken akıllı insandır.
[1] Cürcâni, et- Ta’rafat s. 160/167.
[2] Alak sûresi, 96/1-5.
[3] İbn Mace, Mukaddime, 17.
[4] Fatır sûresi, 35/28.
[5] Fatır sûresi, 35/19-22.
[6] Mücadele sûresi, 58/15.
[7] Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş.
[8] Ebû Davud, İlim.
[9] Ebû Davud, İlim.
[10] Tirmizi, Daavât, 128.
[11] Tirmizi, Daavât, 68.
[12] Maide sûresi, 5/67.
[13] Araf sûresi, 7/157.
[14] Bakara sûresi, 2/159/160.
[15] İbn Mace, Hakim.
[16] Ebu Hayan, el-Bahru’l Muhit, I, 454.
[17] Tirmizi.
BU YAZI AŞAĞIDAKİ WEB SİTESİNDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamahlaki.com/
--
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder