Benim Bildiklerimi Bilseydiniz…
BAKMAYIN UZUN GİBİ GÖRÜNDÜĞÜNE...
BİR NEFESTE OKUNUYOR...
ÇOK GÜZEL VE AKICI BİR YAZI...
http://www.islamihayatdergisi.com/konular/detay/benim-bildiklerimi-bilseydiniz-
Yazar : H. Esra Küçükaşçı
İslami Hayat Dergisi Sayı : 26 / Nisan 2014, Konu Başlığı : Sünnetin Gölgesinde
Müminlerin annesi Âişe radıyallahu anhâ bir gün namaz kılıyordu. Okuması esnasında “Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen yakıcı azaptan korudu.” (Tûr, 27) âyetini okuyunca ağlamaya başladı. Namazdan sonra secdeye kapanıp:
“Allah’ım, bana lütfet de vücuda işleyen o yakıcı azaptan koru! Sen, iyiliklerin sâhibisin ve merhamet edensin!” diye yalvarmaya başladı. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 211)
Neden Hz. Âişe Annemiz böyle ağlıyordu? Hâlbuki o cennette Peygamberimizle beraber olmakla müjdelenmişti. Hakkında ayet nazil olmuş, kötülükten habersiz, tertemiz olduğu vahiyle bildirilmişti. Peygamberimizin en sevdikleri arasındaydı. Ama o azab ayetlerini okurken ağlıyordu.
Hz. Ömer bir gün bineğinin üzerinde giderken bir evde Tur suresinin okunduğunu işitti. Bineğinden indi, duvara yaslanıp dinlemeye başladı. Okuyucu: “Rabbinin azâbı hiç şüphesiz vukû bulacaktır, onu defedecek hiçbir şey de yoktur.” (Tûr, 7-8) âyet-i kerîmesine gelince, Hz. Ömer sarsıldı, ağlamaya başladı. Sonra bitkin bir halde eve gitti, yemeden içmeden kesilerek bir müddet hasta yattı. (İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-Nâr, s. 30)
İbn-i Abbas radıyallahu anhümâ ile birlikte yolculuk yapan bir sahabe de şöyle anlatmıştı: Abdullah ibn-i Abbas yolculuk boyunca konakladığımız yerlerde namaz kılıyor, Kur’ân’ı tane tane okuyordu. Okumalarında bazen göz yaşı dökerek bazen de hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf, 19) âyetine geldiği zaman figan ederek ağlamaya başladı. (Ebu Nuaym, Hilye, I, 327; İbn Ebî Şeybe, XIV, 61; Beyhakî, Şuab, V, 23)
Kuran’ı Ağlayarak Dinlerdi
Ashabın Kuran okuyuşuna dair rivayetlerde bunun gibi birçok örneklere rastlamak mümkündür. Bu örneklerden anlaşılmaktadır ki onlar, ayetleri bizler gibi, “Bu ayet kâfirler hakkında inmiştir,” “Bu ayet münafıklar hakkında inmiştir” diyerek, bilgiç bir edayla dinlemiyorlar, hassasiyet ve haşyet dolu bir yürekle dinliyorlardı. Çünkü onlar, Peygamberimizden Kuran okuma ve dinleme adabını öğrenmiş, buna uygun şekilde dinliyorlardı. Peygamberimiz onlara şöyle nasihat etmişti:
"Kur'ân hüzünle nazil oldu, onu okurken ağlayınız. Ağlayamıyorsanız, ağlar gibi okuyunuz (veya kendinizi ağlamaya zorlayınız.)" (İbn Mâce, İkametüssalah, 176)
Bizzat Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de ashabından Kuran dinlerken ağlardı. Bir keresinde sahabesinden İbn-i Mesud radıyallahu anhuya "Bana Kur'an oku" buyurmuştu. Abdullah ibn-i Mesud: "Ya Rasûlallah! Kur'an sana inmişken, Onu sana ben mi okuyacağım" dedi.
Peygamberimiz, "Onu başkasından dinlemeyi de severim" buyurunca Hz. Abdullah Nisâ Sûresi'ni okumaya başladı. Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam: "Ey Resûlüm! Her ümmetten haklarında tanıklık edecek bir şahit celb ettiğimizde ve seni de bütün onlara (ümmetine) şahit olarak getirdiğimizde, bakalım onların hali nice olacak?" (Nisa, 41) ayetine gelince daha fazla dayanamayıp, hıçkırarak, "Bu kadar yeter," buyurdu. Abdullah ibn-i Mesud başını kaldırıp bakınca gördü ki Peygamberimizin gözlerinden yaşlar dökülüyordu. (Buhari, Fedailü'l- Kur'an, 33)
Bugün bizler Kuran-ı Kerim okuyoruz veya dinliyoruz ama nasıl okuyoruz, nasıl dinliyoruz? Kimimiz düğünlerde, merasimlerde bir dinleti gibi dinleyip geçiyor. Kimimiz de kelime kelime ayırıyor, “eskiler yanlış anlamış, şimdi biz Kuran’ı en doğru şekilde anlıyoruz” diyerek hiç duymadığımız teviller ortaya koyuyor.
Kuran okumaktan dem vuran çok ama Kuran’ı Peygamberimiz gibi, ashab-ı kiram gibi okuyanlar nerede?
Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol!
Peygamberimiz ve ashabı Kuran’ı dinlerken “Rabbimizin biz kulları üzerindeki hakkı”nı düşünerek ürperiyorlar, kendilerini bu hakkı eda etmekten aciz görüp korkuyla titriyorlardı.
Peygamber Efendimiz bir gün ashabının yanına çıktığı zaman can dostu, sadakatli arkadaşı Hz. Ebubekir onun saçlarında aklar gördü. Ona kıyamayarak: “Ya Rasulallah, ihtiyarlamışsınız” demişti. Allah Rasûlü, "Beni, Hûd suresi ve kardeşleri (Vakıa, Hâkka, Mürselat sureleri), ihtiyarlattı" diyerek mukabelede bulundu. (Tirmizi, Tefsiru Sureti'l-Vâkıa, 6)
Bu sureler, helak olan kavimlerden bahsediyor ve onlar gibi olmamak için Ümmet-i Muhammedin de “Emrolunduğun gibi istikamet üzere, dosdoğru kulluk yap” emrine göre hareket etmesi gerektiğini haber veriyordu. Ümmeti bu emrin gereğini yapamayacak olursa, halleri ne olur diye düşünen Efendimiz’in, üzüntüsünden dolayı saçlarına aklar düşüyordu.
Âişe radıyallâhu anhâ şöyle anlatır:
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem bir gece bana:
“Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim.” dedi. Ben de:
“Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.” dedim.
Bunun üzerine kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübarek sakalları, hatta secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. Böylece Hz. Bilal namaza çağırmaya gelinceye kadar devam etti. Geldiğinde Allah Resulünü bu halde gören Bilal:
“Yâ Rasûlallâh! Allâh Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin bu kadar ağlıyorsunuz?” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?”dedi ve ilave etti: “Vallâhi bu gece bana öyle ayetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” karşılığını verdi ve şu ayetleri okudu:
“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın kudret ve azametini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allah’ı zikrederler;
göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve; “–Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru!” (derler).” ((Âl-i İmrân, 190-191) İbn-i Hibbân, II, 386)
Bizler göklerin ve yerin yaratılışını düşünüyor muyuz? Düşündüğümüz zaman aklımıza ne geliyor? Onların büyüklüğü, azameti bize neyi hatırlatıyor?
Allah-u Zülcelâl bu akla sığmaz yücelikteki âlemleri, bize delil olarak yaratmış. Yüceliğini ve kudretini göstermek için. Uzaydaki o devasa güneşleri bir düşünelim. Bize en yakın güneşten o kadar uzaktayız ki, ışığı bize sekiz dakikada ulaşıyor. Bu kadar uzaktayken bile yaz sıcağında güneş ışığına dayanamıyoruz. Peki, o yıldızların binlerce katı olan cehennemi düşünsek…
Böyle bir kudrete sahip olan Rabbimize kulluğumuzu beğendirmek konusunda ne kadar gayretsiziz. Hâlbuki onun ne kadar çok kulu var. Bize hiç ihtiyacı yok. Ama bizim ona ne kadar çok ihtiyacımız var. Buna rağmen ne kadar da umursamaz davranıyoruz.
“Allah’ım, bana lütfet de vücuda işleyen o yakıcı azaptan koru! Sen, iyiliklerin sâhibisin ve merhamet edensin!” diye yalvarmaya başladı. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 211)
Neden Hz. Âişe Annemiz böyle ağlıyordu? Hâlbuki o cennette Peygamberimizle beraber olmakla müjdelenmişti. Hakkında ayet nazil olmuş, kötülükten habersiz, tertemiz olduğu vahiyle bildirilmişti. Peygamberimizin en sevdikleri arasındaydı. Ama o azab ayetlerini okurken ağlıyordu.
Hz. Ömer bir gün bineğinin üzerinde giderken bir evde Tur suresinin okunduğunu işitti. Bineğinden indi, duvara yaslanıp dinlemeye başladı. Okuyucu: “Rabbinin azâbı hiç şüphesiz vukû bulacaktır, onu defedecek hiçbir şey de yoktur.” (Tûr, 7-8) âyet-i kerîmesine gelince, Hz. Ömer sarsıldı, ağlamaya başladı. Sonra bitkin bir halde eve gitti, yemeden içmeden kesilerek bir müddet hasta yattı. (İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-Nâr, s. 30)
İbn-i Abbas radıyallahu anhümâ ile birlikte yolculuk yapan bir sahabe de şöyle anlatmıştı: Abdullah ibn-i Abbas yolculuk boyunca konakladığımız yerlerde namaz kılıyor, Kur’ân’ı tane tane okuyordu. Okumalarında bazen göz yaşı dökerek bazen de hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.” (Kâf, 19) âyetine geldiği zaman figan ederek ağlamaya başladı. (Ebu Nuaym, Hilye, I, 327; İbn Ebî Şeybe, XIV, 61; Beyhakî, Şuab, V, 23)
Kuran’ı Ağlayarak Dinlerdi
Ashabın Kuran okuyuşuna dair rivayetlerde bunun gibi birçok örneklere rastlamak mümkündür. Bu örneklerden anlaşılmaktadır ki onlar, ayetleri bizler gibi, “Bu ayet kâfirler hakkında inmiştir,” “Bu ayet münafıklar hakkında inmiştir” diyerek, bilgiç bir edayla dinlemiyorlar, hassasiyet ve haşyet dolu bir yürekle dinliyorlardı. Çünkü onlar, Peygamberimizden Kuran okuma ve dinleme adabını öğrenmiş, buna uygun şekilde dinliyorlardı. Peygamberimiz onlara şöyle nasihat etmişti:
"Kur'ân hüzünle nazil oldu, onu okurken ağlayınız. Ağlayamıyorsanız, ağlar gibi okuyunuz (veya kendinizi ağlamaya zorlayınız.)" (İbn Mâce, İkametüssalah, 176)
Bizzat Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de ashabından Kuran dinlerken ağlardı. Bir keresinde sahabesinden İbn-i Mesud radıyallahu anhuya "Bana Kur'an oku" buyurmuştu. Abdullah ibn-i Mesud: "Ya Rasûlallah! Kur'an sana inmişken, Onu sana ben mi okuyacağım" dedi.
Peygamberimiz, "Onu başkasından dinlemeyi de severim" buyurunca Hz. Abdullah Nisâ Sûresi'ni okumaya başladı. Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam: "Ey Resûlüm! Her ümmetten haklarında tanıklık edecek bir şahit celb ettiğimizde ve seni de bütün onlara (ümmetine) şahit olarak getirdiğimizde, bakalım onların hali nice olacak?" (Nisa, 41) ayetine gelince daha fazla dayanamayıp, hıçkırarak, "Bu kadar yeter," buyurdu. Abdullah ibn-i Mesud başını kaldırıp bakınca gördü ki Peygamberimizin gözlerinden yaşlar dökülüyordu. (Buhari, Fedailü'l- Kur'an, 33)
Bugün bizler Kuran-ı Kerim okuyoruz veya dinliyoruz ama nasıl okuyoruz, nasıl dinliyoruz? Kimimiz düğünlerde, merasimlerde bir dinleti gibi dinleyip geçiyor. Kimimiz de kelime kelime ayırıyor, “eskiler yanlış anlamış, şimdi biz Kuran’ı en doğru şekilde anlıyoruz” diyerek hiç duymadığımız teviller ortaya koyuyor.
Kuran okumaktan dem vuran çok ama Kuran’ı Peygamberimiz gibi, ashab-ı kiram gibi okuyanlar nerede?
Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol!
Peygamberimiz ve ashabı Kuran’ı dinlerken “Rabbimizin biz kulları üzerindeki hakkı”nı düşünerek ürperiyorlar, kendilerini bu hakkı eda etmekten aciz görüp korkuyla titriyorlardı.
Peygamber Efendimiz bir gün ashabının yanına çıktığı zaman can dostu, sadakatli arkadaşı Hz. Ebubekir onun saçlarında aklar gördü. Ona kıyamayarak: “Ya Rasulallah, ihtiyarlamışsınız” demişti. Allah Rasûlü, "Beni, Hûd suresi ve kardeşleri (Vakıa, Hâkka, Mürselat sureleri), ihtiyarlattı" diyerek mukabelede bulundu. (Tirmizi, Tefsiru Sureti'l-Vâkıa, 6)
Bu sureler, helak olan kavimlerden bahsediyor ve onlar gibi olmamak için Ümmet-i Muhammedin de “Emrolunduğun gibi istikamet üzere, dosdoğru kulluk yap” emrine göre hareket etmesi gerektiğini haber veriyordu. Ümmeti bu emrin gereğini yapamayacak olursa, halleri ne olur diye düşünen Efendimiz’in, üzüntüsünden dolayı saçlarına aklar düşüyordu.
Âişe radıyallâhu anhâ şöyle anlatır:
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem bir gece bana:
“Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim.” dedi. Ben de:
“Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.” dedim.
Bunun üzerine kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübarek sakalları, hatta secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. Böylece Hz. Bilal namaza çağırmaya gelinceye kadar devam etti. Geldiğinde Allah Resulünü bu halde gören Bilal:
“Yâ Rasûlallâh! Allâh Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin bu kadar ağlıyorsunuz?” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?”dedi ve ilave etti: “Vallâhi bu gece bana öyle ayetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” karşılığını verdi ve şu ayetleri okudu:
“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın kudret ve azametini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allah’ı zikrederler;
göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve; “–Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru!” (derler).” ((Âl-i İmrân, 190-191) İbn-i Hibbân, II, 386)
Bizler göklerin ve yerin yaratılışını düşünüyor muyuz? Düşündüğümüz zaman aklımıza ne geliyor? Onların büyüklüğü, azameti bize neyi hatırlatıyor?
Allah-u Zülcelâl bu akla sığmaz yücelikteki âlemleri, bize delil olarak yaratmış. Yüceliğini ve kudretini göstermek için. Uzaydaki o devasa güneşleri bir düşünelim. Bize en yakın güneşten o kadar uzaktayız ki, ışığı bize sekiz dakikada ulaşıyor. Bu kadar uzaktayken bile yaz sıcağında güneş ışığına dayanamıyoruz. Peki, o yıldızların binlerce katı olan cehennemi düşünsek…
Böyle bir kudrete sahip olan Rabbimize kulluğumuzu beğendirmek konusunda ne kadar gayretsiziz. Hâlbuki onun ne kadar çok kulu var. Bize hiç ihtiyacı yok. Ama bizim ona ne kadar çok ihtiyacımız var. Buna rağmen ne kadar da umursamaz davranıyoruz.
Keşke Bir Ağaç Olsaydım
Peygamberimiz ve ashabı, dinleri için ne kadar fedakârlık yaptılar. İşkenceler çektiler, açlık çektiler, memleketlerini bırakıp hicret ettiler, savaştılar, şehit oldular. Buna rağmen Peygamberimiz onların gaflete düşmesinden endişe ediyor, onları zaman zaman ikaz ediyordu.
Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mescide geldi. Ashabını bir şeyler konuşup gülüşürken buldu. Onları ikaz etmek istedi. Buyurdu ki:
“Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı, uğuldamak da ona hak oldu. Semada dört parmak sığacak kadar boş bir yer yoktur, her tarafta Allah'a secde için alnını koymuş bir melek vardır. Allah'a yemin olsun, benim bildiğimi siz bilse idiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz, yollara, çöllere dökülür, (belanızı defetmesi için) Allah'a yalvar yakar olurdunuz."
Sahabe bunları işitince elbiselerinin yakalarını başlarına çekip ağlaşmaya başladırlar. Onların hiçbirini kahkahayla gülerken gören olmadı.
Bunu rivayet eden Ebu Zerr radıyallâhu anh şöyle ilâve etmiştir: "Keşke sökülüp atılan bir ağaç olsaydım (da insan olmasaydım. İnsan olmanın sorumluluğunu yüklenmiş olmasaydım.)" (Tirmizî, Zühd 9,)
Yalnız Ebu Zer radıyallahu anhu değil, sahabenin çoğu böyle korkuyor, üzerindeki sorumluluğu düşündükçe ürperiyordu.
Peygamberimizin sıddîk lakaplı dostu, Hz. Ebû Bekir radıyallahu anhu, defalarca cennetle müjdelenmiş olduğu halde, dala konmuş, sonra uçup giden bir kuş görünce: "Keşke şöyle kuş olsaydım, ” derdi. Bir hurma ağacını kesip kütük yapmak için yontarlarken görse: “Şu meyvası yenen ve kesilip direk yapılan ağaç ben olsaydım," derdi.
Bunun benzeri sözleri birçok sahabe söylemiştir. Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah radıyallahu anhu: "Keşke bir koç olsaydım. Sahibim beni kesseydi ve etimi yeselerdi; çorbamı içselerdi." Demişti.
Hz. Ali radıyallahu anhu, günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi. Allah Resulünün emirlerini yerine getirmek onun hayat tarzı idi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem için yaptığı fedakârlıklar pek çoktu ve Peygamberimiz onun da oğullarını da medhetmiş, cennetin efendileri olduklarını müjdelemişti. Ama o, buna güvenmezdi. Bir keresinde kendisini gece karanlığında hüzünlü bir halde ağlayıp şöyle derken görmüşlerdi:
“Ey dünya, benden başkasını kandır, ben sana kanmam, ben seni üç talakla boşadım. Artık sana dönüş olmaz; zira senin ömrün kısa, tehliken çok büyük, lezzetin çok azdır. Eyvahlar olsun az azığa, uzun yolculuğa ve tehlikeli yola!”
Peygamberimizin ashabından birçokları hesap gününün dehşetinden, o gün “Ah keşke” demekten korkardı. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem çok sevdiği kızı Fatıma radıyallahu anhâya, “Kızım baban Peygamber diye güvenme, kendi nefsini Rabbinden satın al! (Kulluğunu güzel yaparak Rabbinin gazabından kendini kurtar.)” buyuruyordu.
Peygamberimiz, ehlini ve ashabını “keşke” demenin fayda vermeyeceği gün hakkında çok uyarıyor, ihmalkâr ve umursamaz olmamaları için sıkı sıkı tembihliyordu. Onları “gecelerin âbidi, gündüzlerin yiğidi” olup hem nefse hem kafirlere karşı devamlı cehd ve cihad içinde olmaya teşvik ediyordu.
Ebu Hureyre radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabına şöyle buyuruyordu:
"Allah korkusuyla gözyaşı döken kişi, sağılmış süt memeye dönmedikçe cehenneme girmez. Cihad tozu ile cehennem dumanı asla bir araya gelmez." (Tirmizi, Fezailü-l Cihad 8)
İşte onlar bu şuurla İslam’ın bidayetinde, Peygamberimiz’in en zor günlerinde O’na destek vererek büyük bir mükâfata nail oldular.
Şimdi sıra bizde… Bizler de Peygamberimizin, ahir zaman ümmetiyiz. İslam’ın garip zamanında dünyaya gelmiş olmanın zorluklarıyla mücadele ediyoruz. Eğer ehl-i beytin ve ashabın gösterdiği gayret gibi gayret gösterirsek, onlar gibi, ahirette pişman olmamak için bu dünyada kendimizi murakabe edersek aynı sevaba kavuşuruz. Allah bizleri muvaffak eylesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder