Muhterem
H. Nur Artıran Hanımfendi'nin Aşk Bir Davaya Benzer isimli kitabından,
"Mesnevî'ye göre ibadet nedir ve nasıl yapılmalıdır?" başlıklı
bölümden alıntı
“Ben cinleri ve insanları Bana ibadet etsinler diye yarattım.”
Zâriyât
sûresi, 56
“İbadet, sadece tevhîd etmekten, Allah’ı bilmekten ibarettir.”
Hadis-i
şerîf
“İbadet sadece Allahû Ekber demekten ibarettir.”
Hz. Şems-i
Tebrizî
“Göğsünün içindekini hakiki gönül zanneden kimse, Hakk yolunda bir
iki adım attı da her şey oldu bitti zannetti. Aslında tesbih, seccade, sofuluk,
günahtan sakınma, bunların hepsi daha yolun başıdır. Hakk yolcusu yanıldı da
bunları varılacak son konak zannetti. Hâlbuki bunlar daha Hakk yolunda atılan
ilk adımlardır.”
Hz. Mevlânâ
“İbadetleri boş vakit bulma şartına bağlayarak manevi
sorumluluklarını zamanında yerine getirmemen, ibadetleri hep ertelemen,
nefsinin ahmaklığından başka bir şey değildir. Daha ne zamana kadar kendi
kendini kandıracaksın?”
Hz. İbn
Ataullah el-İskenderî
“Ahmak insanlar, insan
yapısı olan mescitlere saygı gösterirler de gönül sahiplerinin gönlünü
kırmaktan çekinmezler. Ey eşekler! İnsan yapısı olan mescit mecazdır. Gün
gelir, yok olur gider. Hakk dostlarının gönlünden başka, hakiki mescit
yoktur.”
Hz. Mevlânâ
Cenâb-ı Allah melekleri yarattı, onlara akıl verdi. Hayvanları
yarattı, onlara nefs verdi. İnsanları yarattı, hem akıl hem de nefs verdi. Yani
insan akıl, ruh ve neftsen müteşekkil, topraktan yaratılmış bir mahlûktur.
Aklımız sayesinde ruhumuzu ve nefsimizi dengede tutmak zorundayız.
Çünkü
İslâmiyet’in en önemli temel sütunlarından biri denge ve teslimiyettir. Mesnevî’de,
“Kim aklına tâbi olursa meleklerden de yüce olur. Kim nefsine tâbi olursa
hayvanlardan da aşağı olur” denmektedir. Bu dengeyi sağlayabilmek de kul
olduğumuzun idrak ve şuurunda olmaktan geçer.
Zâriyât sûresi, 56: “Ben cinleri ve
insanları Bana ibadet etsinler diye yarattım.”
Mesnevî, cilt 3, 2986: “İnsan her işi
yapabilir, fakat yaratılışındaki asıl maksat Allah’a kulluk ve ibadet
etmektir.”
…
Bir hadis-i kudsîye göre, Cenâb-ı Allah, “Ben gizli bir hazine
idim, bilinmekliğimi murad ettim ve âlemleri yarattım” buyurmuştur.
Zâriyât sûresinde ise, “Ben insanları ve cinleri Bana ibadet
etsinler diye yarattım” buyurmuştur. Birbirinden farklı iki yaratılış gayesi
var gibi görünse de aslında hadis-i şerîfle ayet birbirini tamamlayan, çok
önemli iki dengeye işaret etmektedir.
Muhyiddîn İbn-i Arabî Hazretleri: “Ben gizli bir hazine idim,
bilinmekliği murad ettim ve âlemleri yarattım” hadis-i kudsîsi hakkında şöyle
der: “Mahlûkatı yarattım ki bana bir ayna olsun ve o aynada kendi cemâlimi
göreyim.” İbn-i Arabî’ye göre, Cenâb-ı Hakk, yarattıklarını bir ayna kabul ederek
orada kendini seyretmek istemiştir.
Çok doğru olmakla birlikte, böyle bir
aynanın da saf, temiz, kirliliklerden arınmış olması gerekir. Zaten ibadetten
gaye de istenilen bu manevi temizliğe ulaşmak, dolayısıyla da mir’ât-ı mücellâ
olmak değil midir? Tüm bunlardan dolayıdır ki, Efendimiz(sav) de, “Mümin,
müminin aynasıdır” buyurmuştur.
Cenâb-ı Allah’ın, yaratılmışları ibadete ve kulluğa davet emesi,
“Çöplükte dolaşma, gül bahçesine gel. Karanlıkta kalma, aydınlığa gel. Hüznü
bırak, neşeye gel” demektir. Bu âlemde ulaşılabilecek en büyük huzur, saadet ve
esenlik, kul olmanın idraki içerisinde yaşayabilmektir. İbadet, kulluğun
şiarıdır. Kulluk ise sultanlığın nişanıdır. Bu nedenle de merhamet sahibi Yüce
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Mesnevî, cilt 5, 4173: “Halkı,
Benden faydalansınlar diye yarattım. Ben onlardan faydalanayım diye değil.”
İşte insanların yaratılmasındaki asıl rahmanî amaç ve gaye budur. İbadet ve
kulluk çerçevesinde kalan her şey, Cenâb-ı Allah’ın sonsuz güzellikleriyle
yaşayabilmek, onlardan sınırsız bir şekilde faydalanabilmektir.
“Allah’a tapmak, kendine tapmaktan vazgeçmektir.” Cehennem nedir?
Maddi manevi tüm alametlere göre müthiş yakıcı bir ateştir. Cenâb-ı Allah’ın
cemâlinden ayrı kalmaktan daha yakıcı bir ateş olması mümkün mü?
…
Şems-i Tebrizî
Hazretleri, Makâlât, cilt 2, sayfa 14’te
“İbadet etmek, sadece
Allahû Ekber demekten ibarettir” der.
Hz. Mevlânâ ise Divân-ı
Kebîr cilt 1, 91’de şöyle diyor: “Sen Allahû Ekber diyorsun; bu bir
sözdür, âdettir. Gönülden söyleyiş değildir. Sen O Büyükler Büyüğünün kuluysan,
gerçekten Ona inanıyorsan, O büyüklüğe yakışır şekilde hareket et. Mademki
Allah büyüktür ve sen buna inanıyorsun, o zaman kendine çeki düzen ver artık.”
Peygamber Efendimize(sav) “İbadet nedir?” diye sorduklarında
Efendimiz, “Tevhid etmek, Allah’ı bilmektir” buyurmuştur.
Zaten Allah’ı bilen, Onun birliğine de inanır. Birliğine inanan da
Onu bilir. Bunlar birbirine bağlıdır. Fakat kabul etmek gerekir ki, dil ile
“Allah bir” demekle olmuyor. “Kelime-i Tevhid” sözü sadece tev
hidin kelimesi demektir. Bu kelimenin, sesin, sözün gerçeğe
dönüşüp sûret bulması gerekmez mi? Dilimizin söylediğini kalbimizin tasdik
etmesi nerede? Malum, İslâmiyet’te dilimizin söylediğini gönlümüzün tasdik
etmesi gerekir. Fakat bu tasdik etme durumu inanmak değil, inandığını
yaşamaktır.
Mesnevî, cilt 1, 3009: “Tevhid,
Allah’ı bilmek ne demektir? Kendini Vahid’in önünde yok etmektir. Sen ise sıkı
sıkıya ‘ben’ ve ‘biz’e yapışmışsın; bu, Allah’ın birliğine nasıl inanmaktır?”
Şems-i Tebrizî Hazretleri ise şöyle diyor: “Sen Lâ İlâhe İllallah
diyorsun. Onun birliğinden şüphe yok. Fakat şimdi doğruyu söyle, O bir de, sen
kaç kişisin?”
Mesnevî, cilt 2, 315: “Ey
şaşı! Bir olan Allah’a ikidir, üçtür yahut daha ziyadedir diyen, sözümü can
kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla bir ilaç çek. Eğer sen, Allah’ın
birliğine inanıyorsan, Onun kazasına rıza göster. Çevgân önünde top gibi ol.”
…
Sultan Veled, Maarif, 5: “Sen ibadet deyince namaz kılmayı, oruç tutmayı, hacca gitmeyi ve
geceleri sabahlara kadar uyumayarak ağlayıp inlemeyi, perhiz etmeyi
düşünüyorsun. Hâlbuki bunların hiçbiri ibadet değildir. Bunlar ancak ibadet
etmenin sebepleridir.
Bu ibadetleri yaptığın zaman sende bir etkisinin olması, bir şeylerin
değişmesi lazımdır. İşte bu değişiklik olursa o zaman ibadet etmiş olursun.
Kur’ân’da, ‘namaz seni günahtan, suç işlemekten, kötülükten, noksan ve
kusurlardan, isyandan, hiddet ve öfkeden korur, temizler’ diye buyrulmuştur.
İşte bunları yapmış olman, bu kötü huylardan temizlenmiş bulunman senin
ibadetindir.
Mesnevî, cilt 4, 1757: “Sen
çeşitli ibadetleri yaptığını söylüyorsun; hâlbuki mal mülk bağışlamanın
yüzlerce belirtisi olur. Yapılan iyi işlerin yüzlerce görüntüsü göze çarpar.
Mal bağışlamakla, ihtiyacı olanlara vermekle görünüşte elden bir şeyler çıkar
gider ama verenin gönlüne onun yerine yüzlerce manevi hayat gelir. Allah’ın
yarattığı yeryüzüne sağlam, güzel tohum ekilsin de o yeşerip bitmesin; buna
imkân var mı? Ey ekşi suratlı, gönlüm temiz diyen kişi, nerede senin gönül
temizliğinin belirtisi? Nerede yaptığın ibadetlerin alameti?”
Mesnevî, cilt 2, 943: “O
ölümsüz ruhu elde etmenin şartı, yalnız bu dünyada iyiliklerde bulunmak değil,
yapılan o iyilikleri alıp Hakk’ın huzuruna götürmektir.
Senin insanlıktan mı bir cevherin var, yoksa eşek olduğun için
hayvanî bir ruha mı sahipsin?
Bunu isbat edebilmek için ölünce yaptığın ibadetleri nasıl alıp da
Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna götüreceksin? Şeklen kıldığın namazı, tuttuğun orucu
nasıl Allah’a götürüp arz edeceksin?
Kılınan namazları, tutulan oruçları dünyadan alıp ahirete götürmek
mümkün değildir. Fakat kılınan namazlar, tutulan oruçlar, yapılan ibadetler
ruhtaki hastalıkları, kötü huyları giderir.
Namazın, orucun, yaptığın iyilikler, ibadetlerin feyz eseri olarak
ruhunu manevi hastalıklardan arındırır. Perhiz eden hastanın iyileşmesi gibi,
kötülüklerin iyiliğe döner. Yapılan ibadetler başka şekle bürünür, başka renge
boyanır. İşte Hakk’a götürülecek olan da o başka şekle bürünen hâllerin, başka
renge boyanan renklerindir.
Mahşer vaktinde her sûretin kendine layık, ayrı bir şekli vardır.
Eğer geçici davranışlarımız farklı bir şekle bürünerek tekrar var
olup karşımıza çıkmasaydı, işin aslı olmazdı. Her şey boş ve mânâsız olurdu.”
Hz. Mevlânâ, “İnsanın yarısı eşek, yarısı da eşref-i mahlûkattır”
der. Anlaşıldığı üzere yaptığımız ibadetler neticesinde zikredilen bir hâlden
bir hâle geçmek, nefsani olan eşek tarafımızı değil, eşref-i mahlukat olan
insani tarafımızı ön plana çıkarmaktır. Bunu başaramadığımız sürece
ibadetlerimiz çürük, içi boş bir tohum olmaktan öteye gezmez. İbadetten maksat,
fenadan bekaya göç etmektir. Yani ölmezden evvel ölmektir.
“Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dîl
Ne nîza eyleyelim ol ne senindir ne benim”
Fuzûlî
“Âşık oldur kim kılar canın fedâ cânânına
Meyl-i cânân etmesin, her
kim ki kıymaz cânına
Cânını cânâna vermektir,
kemâli âşıkın
Vermeyen cân, itirâf etmek gerek noksânına”
Fuzûlî
…
Hikem-i Atâiyye, 93, 125: “Cenâb-ı Allah’ın seni ibadet yapmaya layık görmesi, aslında Onun
sana armağanı olarak yeter. Amel ve taatlerin karşılığında bir bedel, bir
karşılık istendiği takdirde senden de sadakat ve doğruluk istenir. Yapmış
olduğun taat ve ibadetin kabul edilmesi sana mükâfat olarak yetmez mi?”
Hikem-i Atâiyye, 251: “Yapmış
olduğun bir amel ve ibadete nasıl karşılık isteyebilirsin ki! Zaten onu sana
Cenâb-ı Hakk tasadduk (hediye) olarak vermiştir. Sadaka ve ihlasla nasıl
mükafat bekleyebilirsin ki onu sana hediye olarak yine O vermiştir.”
Yunus Emre gibi, “Cennet Cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç
huri / İsteyene ver anları / Bana Seni gerek Seni” demenin dışında kalan her
şeyin, tümüyle terk-i edeb olduğu çok açık bir gerçek. Bir şey umarak veya bir
şeyden korkarak yaptığımız herhangi bir işten zahirde bile hayır gelemez. Bu
tür hizmetlerin kul yanında bile kadr ü kıymeti olmazken, Cenâb-ı Hakk’ın
yanında nasıl bir değeri olsun ki?
Şems-i Tebrizî, Makâlât, cilt 2, 61: “Hz. Peygamberimiz(sav) şöyle buyurmuştur, ‘Bir kimse
kırk sabah Cenâb-ı Allah’a can ve gönülden kulluk ederse, onun kalbinden diline
doğru hikmet pınarları akmaya başlar.’
Muhterem H. Nur Artıran Hanımfendi'nin Aşk Bir Davaya Benzer isimli kitabından, "Mesnevî'ye göre ibadet nedir ve nasıl yapılmalıdır?" başlıklı bölümden alıntı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder