Merhamet, şefkat ve muhabbet gibi güzel hasletlerin en tabiî bir neticesi olan hilim ve müsâmaha, beşerî münâsebetlerde yani insani ilişkilerde mühim bir esastır. Hilm, Allah’ın (cc) emri ve Peygamber Efendimiz’in tabiat-ının özüdür.

Bir kişi tâbiînin büyüklerinden İmâm Şâbî’ye hakâret etmişti. Hazret gâyet yumuşak bir üslûpla ona şu cevabı verdi:

“–Dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yanlış ise seni affetsin!”

Cenâb-ı Hak, kendisinin “el-Halîm”, yani hilim sahibi olduğunu bildirir. Allâhʼın sevdiği bir sıfat olan hilim, peygamberlerin de sıfatlarından biridir.

Merhamet, şefkat ve muhabbet gibi güzel hasletlerin en tabiî bir neticesi olan hilim ve müsâmaha, beşerî münâsebetlerde de mühim bir esastır. Cenâb-ı Hakk’ın emri ve Peygamber Efendimiz’in tabiat-ı asliyesidir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Yumuşaklık nerede bulunursa orayı güzelleştirir. Yumuşaklığın bulunmadığı her davranış çirkindir.” (Müslim, Birr, 78, 79)

“Rıfktan (yumuşak huyluluktan, mülâyimlikten) nasîbi olana, hayırdan da nasip verilmiştir. Rıfktan nasîbi olmayan da hayırdan mahrum kılınmıştır.” (Tirmizî, Birr, 67/2013)
HADÎS-İ ŞERİFLERDE YUMUŞAK HUYLULUĞA TEŞVİK

 HZ. ENES PEYGAMBERİMİZİ ANLATIYOR

Bir gün Enes -radıyallâhu anh-:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kokusundan daha güzel ne bir amber, ne bir misk, ne de herhangi bir hoş koku kokladım. Allah Rasûlü’nün mübârek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.” demişti.

Onu dinlemekte olan talebesi Sâbit:

“–Ey Enes, sen sanki her dâim Allah Rasûlü’ne bakıyormuş ve Oʼnun mübârek sadâsını işitiyormuş gibi yaşıyorsun değil mi?” dedi.

Enes -radıyallâhu anh- şu cevabı verdi:

“–Evet, vallâhi kıyâmet günü Oʼna kavuşmayı umuyorum. Yanına varınca:

«–Yâ Rasûlâllah! Küçük hizmetçin geldi!» diyeceğim. Efendimiz’e Medîne’de on sene hizmet ettim. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Her yaptığım iş, Efendim’in arzu buyurduğu gibi değildi. Buna rağmen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana, yaptığım hiçbir iş için «üf» bile demedi, «Bunu niçin yaptın, şunu niçin yapmadın?!» diye azarlamadı.” (Ahmed, III, 222. Krş. Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82)

Muâviye bin Hakem -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında namaz kılarken cemaatten biri aksırdı. Ben de hemen “yerhamukellah” dedim. Cemaat bana dik dik bakmaya başladı. Bunun üzerine:

«–Vay başıma gelenler! Yâhu bana niye öyle bakıyorsunuz?» dedim. Bu sefer ellerini dizlerine vurmaya başladılar. Onların beni susturmaya çalıştıklarını anlayınca kızdım; ama yine de sustum. (Namazda ibadet dışı hiçbir fiilde bulunulmaz. Lâkin bu misaldeki sahâbîlerin tavırlarını mâzur görmelidir. Zira o zamanlar İslâm yeni geldiği için, insanlar ibadet âdâbını yeni öğreniyorlardı.)
Anam-babam Rasûl-i Ekrem’e fedâ olsun. Ne O’ndan önce, ne de O’ndan sonra kendisinden daha güzel bir muallim görmedim. Vallâhi beni ne azarladı ne de dövdü. Namazı kıldırıp bitirince yumuşak bir lisanla bana:

«–Bu ibadetin adı namazdır. Namaz kılarken dünya kelâmı konuşulmaz. Çünkü namaz; tesbîh, tekbîr ve Kur’ân okumaktan ibârettir.» buyurdu. Yahut buna benzer ifâdeler kullandı. Ben de:

«–Yâ Rasûlâllah! Ben henüz yeni müslüman oldum…» dedim…” (Müslim, Mesâcid, 33)

Bütün hasletler gibi hilim ve müsâmahanın da bir ölçüsü vardır. Yumuşak huylu olmak adına zulme boyun eğmek veya ilâhî kanunların ihlâline göz yummak aslâ doğru bir tavır değildir. Hilm-i himârî (merkep uysallığı) denilen böylesi bir davranış, kötü niyetli insanların kötülük yapma arzusunu ve cesaretini artıracağından, son derece yanlış bir tavırdır.

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, o gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir? Ahmaklar insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerine bîgâne kalarak onların gönüllerini kırarlar.”

NEZÂKET (İNCİTMEMEK-İNCİNMEMEK)

İnsan, eşref-i mahlûkât, yani yaratılmışların en şereflisi ve mükemmelidir. Onun kalbi ise nazargâh-ı ilâhîdir. Bu durumda, insanın hatırını veya kalbini kırmanın ne derece ağır bir cürüm olduğu âşikârdır.

Şâir ne güzel söyler:

Fukarâ kalbine her kim dokuna,
Dokuna sînesi Allah okuna…

Müslüman, hassas ve rakik bir gönle sahip olmalı ve kimseyi incitmemelidir. Çünkü Allah Rasûlü’nün târif ettiği ve sevdiği mü’min, herkesle ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilen bir gönül insanıdır.[1]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, müslümanın hâlini şöyle beyân eder:

“(Gerçek) müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emîn olduğu kişidir. (Asıl) muhâcir de Allâh’ın yasakladıklarını terk edendir.” (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64-65)

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, gönlün kıymetini şöyle ifâde eder:

“Eğer sen­de ba­sî­ret var­sa, gö­nül Kâ­be’si­ni ta­vâf et! Top­rak­tan ya­pıl­mış san­dı­ğın Kâ­be’nin asıl mâ­nâ­sı gö­nül­dür… Şu­nu iyi bil ki sen, Al­lâh’ın na­zar­gâ­hı olan bir gön­lü in­ci­tir, kı­rar­san, Kâ­be’ye ya­ya ola­rak da git­sen, ka­zan­dı­ğın se­vap, gö­nül kır­ma­nın günahı­nı telâfî edemez.”

“Se­nin bir sa­man çö­pü ka­dar de­ğer ver­me­di­ğin yı­kık gö­nül, Arş’tan da üs­tün­dür, Kür­sî’den de, Levh’ten de, Ka­lem’den de!.. Hor bi­le ol­sa gön­lü ha­kîr tut­ma! O, hor­lu­ğuy­la yi­ne de üs­tün­ler üs­tü­nü­dür. Yı­kık gö­nül, Al­lâh’ın na­zar et­ti­ği var­lık­tır. Onu ya­pan can ne mübârek­tir. Kı­rıl­mış, iki yüz par­ça ol­muş gön­lü tâ­mir et­mek, Allah ka­tın­da bir­çok ha­yır ha­se­nat­tan da­ha yeğ­dir… Sus! Her kı­lın­da iki ­yüz dil ol­sa da söy­le­sen, gö­nül, yine de an­la­tı­la­maz.”

YUMUŞAK BİR LİSÂNA SÂHİP OLMAK
 Şeyh Sâdî:

“Bir haberin gönül inciteceğini biliyorsan sen sus, başkaları söylesin!.” tavsiyesinde bulunur.

Hak dostları da ne güzel söylemişlerdir:

“İnsanları inciten zâlimden daha bedbahtı yoktur. Çünkü musîbet gününde kimse ona yâr olmaz.”

“Sonbaharda gül ağacını yıkma ki, ilkbaharda onun güzel manzarasından mahrum kalmayasın!”

Yûnus Emre Hazretleri de şöyle der:

Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil!
Yetmiş iki millet dahî,
Elin yüzün yumaz değil!

Ak sakallı pîr hoca,
Bilemez hâli nice,
Emek yimesün hacca,
Bir gönül yıkar ise.

Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı,
İki cihân bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise…

FAKİR VE ÂBİDLERE YARDIM EDECEĞİ ZAMAN…

Abdullah bin Zübeyr -radıyallâhu anhumâ-’nın oğlu Âmir -radıyallâhu anh-, fakir ve âbidlere yardım edeceği zaman, onları incitmemek için son derece nâzik bir yol izlerdi: Yardım edeceği kimseler secdede iken para keselerini ayakkabılarının yanına hissedecekleri şekilde bırakır ve görünmeden uzaklaşırdı.

Kendisine:

“–Neden yardımını birisiyle göndermiyorsun?” diye sorulunca şöyle cevap verdi:

“–Onlardan birinin, gönderdiğim kişiyle veya benimle karşılaştığında yere bakmasını istemem, onun için böyle yapıyorum.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 411)

KİMSEYİ İNCİTME

Kimseyi incitmemek her ne kadar zor da olsa, nisbeten insanın elindedir. Lâkin bir de kimseden incinmemek vardır ki, o daha zordur. Zira irâde ile kalbe hâkim olmak pek müşkildir. “İncitmemek”te dil susturulabilir, lâkin kalp, sessizce söylenmeye devam eder. “İncinmemek”te ise dil ile birlikte kalp de susturulmalıdır. Kalbini susturabilmek ise ancak kâmil müʼminlerin sanatıdır. Dolayısıyla incitmemek yolun başlangıcı ise, incinmemek de nihâyetidir. İkisi arasında katedilmesi gereken uzun mesâfeler vardır.

Hâsılı kimseyi incitmeden ve kimseden incinmeden büyük bir îman lezzeti içinde huzurlu bir ibadet ve hizmet ömrü sürebilmek, İslâm ahlâkının zirve husûsiyetlerindendir.

[1] Bkz. Ahmed, II, 400, V, 335.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk’a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/beseri-munasebetlerde-altin-kurallar.html