MUHARREM AYI VE ÂŞÛRÂ
(Bu yazı Üsküdar Mesnevî sohbetlerinin deşifresiyle hazırlanmıştır.)
Efendim son derece özel ve çok kutsal günler içerisindeyiz. Bildiğiniz gibi 7 Ocak Salı günü Muharrem ayının başlangıcı olup, aynı zamanda da Hicri yılbaşıdır. Hicri yılbaşı Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretiyle başlar. Hicri senenin ilk ayı ise Muharrem ayıdır. "Şehrullahi'l-Muharrem" yâni "Allah'ın ayı Muharrem" olarak bilinen bu ay; İlâhi bereketin, feyzin, Rabbâni ihsan ve keremin coştuğu, bollaştığı bir ay olarak kabul edilir.
Bizzat Peygamber Efendimiz tarafından Allah’ın ayı olarak nitelendirilen iki ay vardır. Bunlardan biri Receb, diğeri Muharrem ayıdır. Malûm Recebin başındaki “R” harfi Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini simgeler. Onun içindir ki bu iki ay Allah’ın ayı olarak nitelendirilmiştir.
Cenâb-ı Allah'ın ayı, günü, yılı olmaz, fakat Allah'ın rahmeti, affı mağfireti, şefkat ve muhabbetine ermenin önemli bir fırsatı olduğu için Peygamberimiz tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.
Ayrıca Muharrem ayının onuncu günü âşûrâ günüdür. Muharrem ayının diğer aylar arasında ayrı bir yeri olduğu gibi, âşûrâ gününün de diğer günler içerisinde daha mübârek ve bereketli bir konumu bulunmaktadır.
Âşûrâ gününün Cenâb-ı Hakk yanında da çok seçkin bir yerinin olduğunu Fecr Sûresinin 2 âyeti olan "On geceye yemin olsun" ifâdelerinin tefsirinden öğrenmekteyiz. Bazı tefsirlerimizde, bu on gecenin Muharrem ayının âşûrâ gününe kadar geçen on gece olduğu beyan edilmektedir. Cenâb-ı Hakk bu gecelere yemin ederek onların kûdsîyet ve bereketini bildirmektedir.
Bugüne "Âşûrâ" denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Çünkü âşûrâ’nın lugat mânası onuncu demektir.
Hâdis-i Şerif kitaplarında geçtiğine göre ise, bu güne bu ismin verilmesinin hikmeti, o günde Cenâb-ı Hakk’ın on peygamberine on değişik ikram ve ihsanda bulunduğu içindir. Bu İlâhi lütûf ve ikramlar şöyle belirtilmektedir:
1.Cenâb-ı Allah, Hz. Mûsâ'ya (a.s.) Âşûrâ gününde bir mûcize ihsan etmiş, denizi yararak Firavûn ile ordusunu sulara gömmüştür.
2. Hz. Nuh (a.s.) gemisini Cûdi Dağının üzerine Âşûrâ Gününde demirlemiştir.
3. Hz. Yunûs (a.s.) balığın karnından Âşûrâ günü kurtulmuştur.
4. Hz. Âdem'in (a.s.) tevbesi Âşûrâ günü kabul edilmiştir.
5. Hz. Yusuf kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan Âşûrâ günü çıkarılmıştır.
6. Hz. İsa (a.s.) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
7. Hz. Davud'un (a.s.) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
8. Hz. İbrahim'in (a.s.) oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.
9. Hz. Yakûb'un (a.s.) kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifâya kavuşmuştur.
Görüldüğü gibi Muharremin onuncu günü, yâni âşûrâ günü Cenâb-ı Allah Kur’an’da ismi geçen on peygamberine bir çok ihsanlarda bulunarak onları çeşitli mûcizeler neticesinde tüm sıkıntılarından kurtarmış, ilâhi rahmet ve mağfiretiyle yargılamıştır.
Bildiğiniz gibi on Muharrem de gerçekleşen en önemli olaylardan biride Kerbelâ olayıdır. Peygamberimizin gözünün nûru, Muhammed ümmetinin cânının cânı, İslâm âleminin Hakk katındaki ilâhi teminatı Hz.Hüseyin Efendimiz de yine on Muharremde şehit edilmiştir.
Az evvelde arz ettiğimiz gibi; Kur’an’da ismi zikredilen on peygamberini ve onların ümmetlerini mûcizevî bir şekilde âşûrâ gününde selâmete çıkaran Hz. Allah, aynı gün Hz.Hüseyin Efendimizin şehît edilmesiyle âlemlere rahmet olarak gönderilen, Habîbini, ve ona gönülden bağlı olan ümmetini mahsun ederek, dünyevî hiçbir kelimeye, sese, söze gelmez ebedi dinmeyecek acı ve ıstıraplar içersinde bırakmıştır.
Cenâb-ı Allah’ın, diğer Peygamberlerini her türlü belâ ve sıkıntıdan kurtarıp, huzûr ve selâmete çıkardığı on muharrem de, sadece Hz.Hüseyin Efendimize zulmedildiğine ve dolayısıyla da bir tek Muhammed ümmetinin bu ayda sefil ve perişan bırakıldığına inanılır. Bu nedenle Muharrem ayı aynı zamanda İslâm âlemi içinde mâtem ayı olarak da kabul edilir.
Hz.Allah on muharremde tüm peygamberleri her türlü belâ, dert ve kederden kurtardığı halde niçin; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın ben bu âlemleri yaratmazdım” diye buyurduğu kâinatın Efendisinin gözünün nûrunu, yaratılmışların en muktedâsını, en mazlûmunu, en mahsununu, bir damla suya muhtaç edip acı ve ıstıraplar içinde bırakmıştır. Niçin bir tek Muhammed ümmetine Muharrem ayı matem edilmiştir ?
Malûm Kur’an âyetidir ( En’am 59 ) “Allah’ın izni olmadan bir yaprak dahi yere düşmez” Hz.Hüseyin Efendimize günlerce su verilmezken mübârek başı vücudundan ayrılırken Cenâb-ı Allah habersizdi veya müdahale edecek gücü, kuvveti, kudreti yoktu diyemeyiz. Cenâb-ı Allah’ın semî, bâsîr, hâbir, olup, her türlü kuvvet ve kudrete sahip olduğundan hiçbir şüphemiz yok.
Ayrıca şuna da en samîmî bir şekilde gönülden imân ederiz ki; Peygamberimizin fâni bedeni bu âlemden gitmiştir ama, rûhaniyetiyle hâlâ âlemlere rahmettir. On sekiz bin âlem hâlâ onun maddi mânevî ilâhi varlığıyla ayakta durur. Canlı veya cansız zannettiğimiz her şey Efendimize muhtaçtır. Hz.Ali Efendimizin de fânî bedeni bu âlemde görünmez ama, gene imân ederiz ki, dilerse rûhaniyetiyle bir değil, binlerce Hayber kalesini bir nefeste söker atar. Yaratılmış kadınların en şereflisi, en değerlisi olan daha hayattayken cennetle müjdelenen Efendimizin gözünün nûru, Hz.Fatıma anamız da eğer murad ederse şu anda bile tüm dünyaya analık şefkatiyle güneş gibi doğar. Cenâb-ı Hakk onun ve ona samîmî olarak gönül veren hiç kimsenin en küçük bir niyâzını dahi geri çevirmez.
Eğer Efendimizin ve ehlibeytinin bu âlemden gölgesi bir an kalksa, eskilerin deyişiyle taş taş üstünde kalmaz. Hiç şüphe edilmesin ki, öldü denilen nice kişilerin âli himmeti, dirilerden çok daha yüksektir.
Hikmeti kendilerince malûm, Cenâb-ı Hakk’ın kudret elinin bu âlemdeki vârisi olan Hz.Peygamberimiz, Hz.Ali ve Fatıma anamız Kerbelâ olayında hâmuş olup Cenâb-ı Hakk’ın ilâhi takdirine karışmak müdahale etmek istememişlerdir.
“Cüz-i aklın ileriyi görüşü mezara kadardır. Fakat gönül sahibi ârifin aklı ise sûr üfürülünceye kadar ne olup bitecekse hepsini görür bilir” Fakat, “Cenâb-ı Hakk’ın öyle kulları vardır ki, Allah’ın kaza ve kaderinden razıdırlar da Yâ Rabbi bu hükmü değiştir diye yalvarmazlar, ilâhi takdiri değiştirmek için hiçbir gayet ve çaba göstermezler onlar Cenâb-ı Hakk’ın her türlü takdirine razıdırlar” 1
( Ahhh…teslimiyet, ahhh…ilâhi takdire karşı samîmî aşk-u muhabbet ah… )
İlâhi takdire karşı teslimiyetin en büyük örneklerinden biri olan Hz.Ali Efendimizin şahâdeti Hz.Mevlânâ tarafından Mesnevî’de şöyle dile getirilmiştir:
Hz.Peygamber Efendimizin, Hz.Ali’nin seyisinin kulağına;
“Ali’nin şehit edilmesi senin elinden olacak.
Bunu ben sana haber veriyorum.” diye buyurması.2
Ben öyle bir adamım ki, beni öldürecek kişiye bile lütûf şerbetim kahır zehiri olmaz.
Peygamber Efendimiz, hizmetçimin kulağına bu başımı boynumdan onun ayıracağını söylemişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ilâhi vahyi ile benim ölümümün onun elinden olacağını haber vermişti.
O “İbn-i Mülcem” olayı haber alınca “Yâ Ali, önce sen beni öldür de, bu kötü iş, bu çirkin hareket benden meydana gelmesin” diye yalvarıp duruyordu.
Bende diyordum ki; Mademki ölümüm senin elinden olacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın kaza ve kaderinden nasıl kaçarım.
Hâlbuki o hâlâ önüme arkama düşerek şöyle diyordu: “Yâ kerim olan Ali beni Allah rızası için iki parça etki bu kötü ilâhi takdir başıma gelmesin. O günü görmeyeyim. Benim canım sana yaptığım kötülük yüzünden yanıp yakılmasın.
Yâ Âli, beni hemen öldür de, o uğursuz zamanı görmeyeyim. Sana helâl ediyorum benim kanımı dök, beni öldür de gözüm seni şehit etmek gibi bir felâketi görmesin”.
“Bende daima ona şöyle diyordum: Kader kalemi böyle olmasını yazdı. Artık olan oldu. Kader kaleminden nice bayraklar aşağı düşmüş, nice ordular bozulmuş, nice devletler yıkılıp gitmiştir.
Sen merak etme içimde sana karşı hiçbir nefret, hiçbir kötü niyet yoktur. Çünkü ben bu işi senden senin elinden bilmiyorum. Hançer ve kılıç benim çiçeğim. Ölüm gördüğün şey ise zevk-u safâ meclisimdir. Nergis bahçemdir benim.
Üzülme merak etme, öteki âlemde senin şefâatçin yine ben olacağım. Ben rûh Efendisiyim fâni bedenin kölesi değilim. Bence şu bendenin hiçbir değeri yoktur. Ben bedenim olmaksızın da yiğit oğlu yiğidim”
Kudret kaleminin yazdığı ilâhi takdiri silecek, Hz.Ali Efendimizin de söz verdiği şefâate engel olacak, bu âleme gelmiş ve gelecek başka bir Ali var mıdır ?
Arz edilen birkaç Mesnevî beytinden açık ve net olarak anlıyoruz ki; Hz.Ali sevgisi kuru kuyuya Yâ Ali deyip dövünmekle olmuyor.
Hiç şüphesiz ki; kin, nefret, öfke, haset, bilmemek, canına kastedene dahi şefâat edip onu bağışlayabilmek, ilâhi takdire rıza gösterebilmektir. Gerçek Ali, gerçek ehlibeyt sevgisi.
Peygamber Efendimiz iki güzide torunu Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz için "ALLAH KOKUSUDUR" diye buyurmuştur. İsimlerinde dahi büyük bir sır büyük bir hikmet, büyük bir ledünni incelik vardır.
Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz fâni dünyamızı şereflendirmeden önce Arap lisanında Hasan Hüseyin diye isim yoktu. Arabistan’da Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizden önce doğmuş Hasan ve Hüseyin isminde kimse gelip geçmiş değildir. Hz.Ali Efendimiz bu güzîde evlâtlarına ne isim koyabilirim diye tefekkür ederken Cebrâil Aleyhisselâm Efendimiz'e gelerek torunlarının ismini Hz.Allah’ın koyduğunu müjdelemiştir.
Hz.Hüseyin Efendimiz'den bir yıl önce yeryüzüne teşrif eden Hz.Hasan Efendimiz, simâ itibariyle Hz.Fâtıma anamızdan sonra Efendimize en çok benzeme şerefine sahiptir. Hz.Hüseyin Efendimiz ise, vücut itibariyle Efendimiz'e çok benzediği kabul edilir.
Peygamber Efendimiz'in gönül sırrının muhatabı bilindiği gibi Hz. Fâtıma anamızdır. Peygamber Efendimizden Fâtıma anamıza geçen ve Fâtıma sırrı diye bilinen iki önemli özelliği vardır. Birincisi yüreklilik ve cesaret; diğeri ise, ilimdir. Bunların ikisi Hasan ve Hüseyin Efendilerimizde ikiye ayrılmış farklı şekilde yer yüzüne yansımıştır. Hz. Hasan Efendimiz ilmi, Hz. Hüseyin Efendimizde bu âlemde cesâreti temsil etmiştir.
Hz.Hasan Efendimiz, ilim itibari ile çok üstün bir sırra sahipti. Fakat, o kitaplarda defterde yazan ağızdan ağza dolaşan ilim sahibi değil, ilmi ledün sahibiydi. Hz. Fâtıma anamız nasıl ki, Kuran’ın asıl enfüsî mânâsının müfessiri ise, Asr-ı Saadette de Hz. Hasan Efendimiz devamlı surette Kur'an ilminin tefsir edicisi olmuştur. Herhangi bir konuda Kur'an’la paralellik var mıdır, yok mudur bunu ancak Hz. Hasan Efendimiz bilirdi. Hz. Hasan Efendimiz'in en büyük hikmetlerinden birisi de şairliğiydi. Öylesine güçlü bir şiir kudretine sahipti ki, herhangi bir konuşmayı şiir şeklinde konuşmak onun için son derece olağandı. Bu onun en tabiî hâliydi. Kendisine herhangi bir âyet-i kerimenin yorumu sorulduğu zaman onu anlattığında dahi ortaya eşsiz bir şiir demeti çıkardı. Her konuda olduğu gibi şiirde de şahsına münhasır bir hususiyete sahipti
Hz.Hüseyin Efendimiz'in Peygamber Efendimiz'e çok özel bir yakınlığı vardı. Peygamber Efendimiz bir hâdis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "Bütün sevdiklerim, bütün mü'minler bana yakın olmak için canlarını mallarını, her şeylerini fedâ ettiler. Fakat yalnız Hüseyin gönlümdeki asıl esrarlı noktayı keşfetmiş ve gönlümde ki mü'minlerin sırrına sahip çıkmıştır."
Hz.Hüseyin Efendimiz, Peygamberimizin gönlündeki mü’minlerin hangi sırrına sahip çıkmıştır ? Bu durum ancak Kerbelâ hâdisesi, Muhammedî bir şuûr ve akl-ı selim ile tefekkür edilirse bir nebze olsun hissedilip anlaşılabilir.
Asırlardır anlatılan Kerbelâ hâdisesinin trajik yanlarını, siyasi ve politik boyutunu ve insanların ne kadar zâlim, gâfil ve câhil olabileceklerini tekrar etmek istemiyorum. Çünkü fakirin arz etmek istediği olaylara bir de farklı boyuttan bakabilmek, Hz.Hüseyin Efendimizin pekte bilinmeyen bir yanından nâçizâne bahsetmek.
Hz. Hüseyin Efendimiz; Peygamberimizin gölündeki sırrı keşfetmiş, dedesine ve onun ümmetine duyduğu yüksek aşk-u muhabbetten dolayı da can-u baştan geçmiştir. O nedenle ki, gönül ehli sultanlar: “Hz. Hüseyin'in varlığı mü’minlerin teminatıdır” demişleridir.
Hâdis-i şerifte belirtilen ve hiç kimsenin vakıf olamadığı Peygamber Efendimizin gönlündeki sır nedir ?
Peygamber Efendimize ümmet olan mü'minlerin gaflete düşmeleri, hak ve hakikattan ayrılarak bu dünya zindanında kaybolup gitmelerinin derin teessürüdür. Ehline malûmdur ki, Efendimizin gönlünde ki sırrı keşfeden Hz. Hüseyin Efendimiz, Cenab-ı Hakk’ın kader âlemindeki Kerbelâ sayfasına bizâtihi kendisi talip olmuştur. Böyle bir şeye tâlip olabilmek için ancak Hz. Hüseyin olmak gerekir. Çünkü Efendimizin en büyük özelliklerinden biri olan cesâret bu âlemde Hz.Hüseyin Efendimizden tecelli etmiştir.
Hz. Hüseyin Efendimiz büyük bir cesâretle neye tâlip olmuştur ? Bunu anlamak için de, Kerbelâ olayında suyun çektiği acı ve ıstırabı gönlümüzün derinliklerinde hissetmemiz gerekmektedir.
Suyun, evlâd-ı Resûl’e, Efendimiz'in torunlarına maddi olarak yasaklanması, en aziz yaratılmış olan suyu dokuz Muharrem de isyan ettirmiştir.
Bu durumu Fuzûli Hazretleri çok güzel bir şekilde dile getirir. Su, Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna gelerek, "Yâ Rabbi eğer biz senin sevgili Habîbinin torunlarına hizmet edemeyeceksek bizi vazifeden affet. Sen Cenâb-ı Haksın, kudretin sonsuzdur. Sen istersen başka bir şey yaratır kullarının hizmetine verirsin ama bizi affet. Biz Resûlüllah'ın torunlarına, bu can Hüseyin'e hizmet edemedikten sonra bu vazifeyi yapmak istemiyoruz” demiştir. Fuzûli Hazretleri sıradan bir şâir değildir Cenâb-ı Hakk’ın veli kullarından biridir. Onun bu söylediklerini samimiyetle dinlemek ve inanmak gerekir. Suyun isyanı mânâ âleminin en trajik hâdiselerinden biridir. Fakat dokuz muharremde su ile birlikte aynı anda Hz.Hüseyin Efendimiz de, Cenâb-ı Hakk'a niyâz hâlindeydi. İkindi namazından sonra savaşın en acımasız, en çetin, en kanlı devrinde secdeye kapanıp şöyle niyâz ediyordu:
"Yâ Rabbi kaderde, levh’i mahvûz da ne kadar belâ varsa hepsini bana ver. Benden sonra gelecek Muhammed ümmetine mü’minlere belâ verme, onlar tahammül edemezler Yâ Rabbi. Onlar tahammül edemezler ama ben bu ilâhi varlığımı bu yola bağışladım. Bütün belâlarını bana ver. Benden sonra gelecek mü’minlerin belâsı çok kolay ve basit olsun, imânları kaybolmasın, muhterem dedeme imân etmekte tereddütleri kalmasın. Onun için bütün belâlarını bana ver" deyip secdede Cenâb-ı Hakk’a yalvarıyordu.
İşte böyle bir anda Cenab-ı Hakk perdeyi kaldırdı ve huzurda bulunan su’ya "Gelin, Hüseyin'in duâsını sizde dinleyin. Siz ona hizmet etmek için çırpınıyorsunuz ama o istemiyor. O müminleri kurtarmak istiyor, eğer ben size hizmete müsaâde edersem Hüseyin'i kırmış olacağım. Hüseyin'i kıramam çünkü o sevgili habîbimin gönlündeki en muhteşem cevherdir. Ben Hüseyin'in gönlüne iktidâ edeceğim bundan dolayı siz bu çileye devam edip vazifelerinize de mecburen döneceksiniz" buyurdu. Su, bunları işittikten sonra emre boyun eğdi ve mahsun bir şekilde huzûrdan ayrıldı. Fuzûli Hazretleri: "Siz o suyu derelerden akarken tesadüfen taşların üzerinde atlıyor sanırsınız. Hâlbuki o su, Hz.Hüseyin’e hizmet edememenin acısıyla başını taşlara vura vura akar gider der. İşte tüm bunlardan dolayıdır ki, Hz.Hüseyin Hakk katında mü’minlerin teminatıdır denmiştir.
Hz.Hüseyin Efendimizin şahâdetine sadece trajik, politik ve siyasi yönüyle bakamayız. Yok mudur bu şahâdetin bir mânevî boyutu ? Yaşananları sadece maddi olarak düşünmek, olaylara tek gözle bakmak olur ki; Tek gözlü olanda sadece şeytandır. Hz.Mevlânâ Mesnevî’de tek gözlü olma, iki gözünü de açta gör der. Nedir iki gözümüzü de açmak ? Maddenin yanı sıra arkasındaki mânâyı da görüp sırlara vakıf olmak, şekilde sûrette kalmamak, dolayısıyla da puta tapmamaktır. Allah dostlarının yanında bu dünya sadece leşten ibarettir. Hiç kimse başını bir leş için vermez. Revâ görür müsünüz ki; Hz.Hüseyin gibi ulu bir gönüller sultanı bu dünya’ya tamah etsin.
Bu dünya’nın malı mülkü saltanatının Hakk âşıklarının yanına bir kadr-ü kıymeti olsaydı İbrahim Ethem Hz. tâcını, tahtını, saltanatını terk edip gitmezi.
Mânevî büyüklerimiz buyurur ki;
Siz sanmayın ki Hz.Hüseyin Kerbelâ'da boynunu verdi, telef olup gitti. Asla! O, hepimizin imânının sigortasıdır. Eğer Hz.Hüseyin Efendimiz başını fedâ edip belâ tecellilerini bir paratoner gibi çekmeseydi hiçbirimiz imânımızı koruyamazdık. Hz.Hüseyin Efendimiz, Kerbelâ'da şehit olmasaydı fakirlik ve zilletin bin kat fazlasını görecektik. Hz.Hüseyin Efendimiz'in levhî mahfuzdaki belâları kendi üzerine alarak bizi rahatlatmasından dolayıdır ki, hepimiz huzûr ve selâmette bu âlemde dolaşmakta mümin olarak yaşamaktayız.
Böyle bir şey olur mu ? İnsan başkasına gelecek belâ ve musibetleri kendi üzerine alabilir mi ? Elbette alır, bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Fakat bu ilâhi cesâret ancak Peygamberler ve Peygamber varisi olan büyük velilerde, gerçek Hakk âşıklarında bulunur.
Hz.Mevlânâ Mesnevî’de konumuzla alâkalı olarak şöyle der: “Pazar yerinde hamallar yük taşımak için birbiriyle kavga eder yarışır. Neden ? Çünkü o yükü çekmekte, o yükü taşımakta bir kâr elde ederde ondan. Çekilen bir yük için Allah’ın vereceği ücret nerede, O zügürt adamın vereceği ücret nerede ? Allah sana taşıyacağın bir yük için koca bir mânevi hazine bağışlar, yükünü taşıyacağın kişi ise sana ancak birkaç kuruş verir”3 Pazardaki hamalda başkasına ait olan bir yükü taşımıyor mu ? Ve bu yükü taşımak içinde yük sahibinin arkasında önünde dolaşıp o yükü almak için yalvarıp yakarıp nice çaba sarf etmiyor mu ?
Bir Divân-ı Kebîr beytinde Hz. Mevlânâ şöyle der;
“Ben yüzlerce can bağışladım onun belâsını satın aldım”4
“Aşk derdinde olan can derdinde olmaz”
Eşreroğlu Rûmî Hazretleri:
Cihânı hiçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk
Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk
Belâ gökten yağmur gibi yağarsa
Başını ana tutmaktır adı aşk
Bu dünya sanki oddan bir denizdir
Ana kendini atmaktır adı aşk
Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri; “Belâ gökten yağmur gibi yağsa başını ana tutmaktır bunun adı aşk” derken;
Hz.Hüseyin Efendimizin şahâdetini gönül gözüyle görüp çok güzel bir şekilde dile getiren ve o belâdaki hayr-u hikmeti, aşk-u muhabbeti yakinen bilen Fuzûli Hazretleri de:
"Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşîna beni
Bir dem belâ-yı âşkdan etme cüda beni"
Diyerek, Hz.Hüseyin Efendimiz gibi Cenâb-ı Hakk’ın belâsına tâlib olmuştur.
Hz. Hüseyin Efendimizin şahadetini ve bu konuda yapılması gerekenleri daha iyi anlayabilmek için Mesnevî’den bazı beyitleri arz etmek istiyorum:
GARİP BİR ŞÂİR ve AŞÛRE GÜNÜ5
“Aşûre günü bütün Halepliler, Antakya kapısına gelirler, akşam oluncaya kadar orada kalırlar.
Erkek, kadın büyük bir kalabalık orada toplanırlar. Peygamber Efendimizin şehit edilen torununun ve onun âilesinin yasını tutarlardı.
Aşûre günü, Şiiler, Kerbelâ vak’ası için ağlar, feryâd ederlerdi.
Peygamber soyunun, Yezid’den Şimr’den gördüğü zulümleri, geçirdiği imtihanı, çektikleri mihnetleri sayar dökerlerdi.
Nâraları bütün ovayı, çölü kaplar. Seslere ses katarlardı.
Garip bir şâir, aşûre günü, yoldan gelmişti. O feryâd ve figânı duydu. Şehri bıraktı, kalabalığın bulunduğu yere gitti.
O feryâdın o figanın sebebini anlamak istedi.
Bu gam nedir ? Kime yas tutuyorsunuz ? diye soruşturmaya başladı.
Bu arkasından ağlayıp feryâd ettiğiniz ölen kişi herhalde büyük bir reis olacak; Çünkü böyle bir kalabalık rasgele biri için toplanmaz.
Bu ölen kişinin adını, lâkaplarını bana söyleyiniz, ben bunları bilmeyen garip bir şairim. Siz buralısınız. Siz bilirsiniz.
Arkasından böyle feryâd ettiğiniz kişinin ismi ne idi ?
Hangi işle uğraşırdı ?
Bu kişi nasıl bir adam idi ?
Vasıflarını bana da söyleyin de onun iyiliklerine ait bir mersiyede ben söyleyeyim.
Ben şâirim, bir mersiye yazayım da, buradan bir azık, bir yiyecek elde edeyim dedi.
Bu sözleri duyanlardan birisi, şâire: “Sen deli misin ? yoksa sen Şii değil misin de ehl-i beyt düşmanı mısın” ? dedi.
Aşûre günü, şehit olan o büyük varlık için üç gün yas tutmanın yüz seneden daha değerli olduğunu sen bilmiyor musun ?
Mümin nazarında bu gussa, bu dert hiç değersiz bir şey olur mu ?
Bir mümin Hz. Muhammed’i ne kadar çok severse, onun ciğerpâresi olan şehid-i Kerbelâ Hüseyin (r.a.)’ı da o kadar çok sevmesi gerekmez mi ?
Müminin nazarında, o tertemiz rûha mâtem tutmak, yüzlerce Nûh tufanından daha meşhurdur.
Şair bu sözleri dinledi ve çok doğru dedi.
Fakat, Yezidin devri nerede ?
Bu fâcia ne zaman olmuş ?
Bu haber buraya ne kadar geç gelmiş ?
Körlerin gözleri bile o kötülükleri, o fâciayı gördü.
Sağırların kulakları bile, Kerbelâ’da olup bitenleri işitti.
Siz şimdiye kadar, uyuyor mu idiniz ?
Bu fâciayı yeni mi duydunuz ki, şimdi yas tutuyor, elbiselerinizi yırtıyorsunuz ?
Ey uyuya kalanlar, ey gaflet uykusuna dalanlar, Hz.Hüseyin’e değil, asıl siz kendi halinize yas tutun. Kendi halinize ağlayın !
Hz.Hüseyin’in rûhu, Hakk’a mensup olan o yüce rûh beden zindanından kurtuldu. Ne diye elbiselerinizi yırtıyor, ellerinizi ısırıyorsunuz ?
Hz.Hüseyin ve etrafında bulunanlar, din-i mübinin en ileri gelenleri, hükümdarları idiler.
Onlar bu dünyada esirlik bağlarını kopardılar. Zincirlerini kırdılar.
Onlar için mâtem değil, mutluluk, neşe, sevinç vakti geldi.
Onlar tomruğu, zinciri koparıp attılar, devlet sarayına uçup gittiler.
Onların hâlinden zerre kadar haberin olsaydı, bilirdin ki bugün, onların saltanat günü, güzellik günü, pâdişahlar pâdişahı oluşu günü.
Zaten bir zerrecik anlasan, bilsen bunun böyle olduğunu sende tasdik ederdin.
Haberin yoksa yürü git ! Sen kendi bu haline ağla, inle, feryâd et !
Çünkü sen âhirete göçmeyi, dirilmeyi inkâr ediyorsun.
Sen bırak Hüseyin’i de, kendi yıkık gönlüne, yıkık dinine ağla, feryâd et ?
Çünkü senin gönlün şu yıkık köhne dünyadan başka bir şey görmüyor.
Eğer gönlün iyi insanların öteki âlemde kavuşacakları devlet ve saadeti görüyorsa, neden o tarafa yiğitçe yürüyüp gitmiyor ?
Neden Hakk’a itimât ve tevekkül kılmıyorsun ?
Nerede imânın yüzüne düşürdüğü nûr” ?
Şefik Can dedemiz Mesnevî’de anlatılan şâirin bi-zâtihi Hz. Mevlânâ’nın kendisi olduğunu söylerdi.
Vesselâm Muharrem ayını toparlayacak olursak bu ayda Cenâb-ı Hakk on Peygamberine on mûcize vererek inanan ümmetler ve Peygamberlerine bir çok lütûf ve ihsanda bulunarak onları müşriklerin şerrinden ve çeşitli kötülüklerden belâ ve musibetten korumuştur. Şu bir gerçeki Hz.Hüseyin Efendimizde mübârek vücudunu fedâ edip, Muhammed ümmetinin başına gelecek her türlü belâ ve musibetlerden korunmalarının diyeti olmuştur. Nuh, Lût, Musâ ve diğer peygamberlerin ümmetlerinin başına gelen ilâhi gazabı Muhammed ümmeti yaşamamıştır, inşallah ki Hz.Hüseyin Efendimiz hürmetine bundan sonrada yaşamayacaktır.
Muharrem matem ayı olmakla birlikte aynı zamanda diğer ümmetler gibi Muhammed ümmetinin selâmete çıkması da yine bu ay içersinde olmuştur. O nedenle Hz.Hüseyin Efendimiz için sadece yanıp yakılmak değil, tüm varlığımız, tüm samimiyetimizle de âli rûhaniyetine şükran duygularımızı arz edeceğimiz bir ay olarak değerlendirmemiz gerekir.
Hz.Hüseyin Efendimize sunulacak en güzel şükür; onun uğruna başını verdiği maddi mânevî değerlere sahip çıkmak, o yolda baş vermeye hazır olmaktır.
Çünkü sevmek sevdiğine benzemektir, sevmek sevdiğinde yok olup gitmektir.
Ehlibeyti sevmek her müslümana farzdır. Hatta islâmın beş şartından daha evvel gelen bir farz var ki oda ehlibeyt sevgisidir.
Çünkü ehlibeyt sevgisi olmadan yapılan hiç ibâdette, aşk, muhabbet, huzûr selâmet bulunmaz.
Ehlibeyt sevgisi olmadan yapılan hiçbir işin kadr-ü kıymeti, hayr-u bereketi olmaz. Fakat, kuru kuruya sadece dilde kalan bir ehlibeyt sevgisi de olmaz.
Aklı selim ile, bilinçli bir Ehlibeyt sevgisi hem kendimize, hem topluma huzûr güven, birlik, beraberlik kaynağı olur, şuûrsuz câhilce bir sevgi hem kendimize hem de topluma zarar verir. Hiç unutmamak gerekir ki, Hz.Hüseyin Efendimiz Muhammed ümmetinin birlik beraberliği, huzûr ve selâmeti için canını fedâ etti.
Onun içindir ki, şahadet şerbetini içtiği on Muharremde âşûrâ pişirilir ve çevremiz ile de paylaşılır.
Nedir âşûrâ ? Sadece nohut, fasulye ve çok çeşitli malzemeden pişen bir tatlımıdır ? Neden birbirine zıt sayısı bellisiz bir çok şey bir araya gelir bal şerbet gibi hem de ibâdet yerine yenir ? Başka bir zaman değil de neden on Muharremde âşûrâ pişmeye başlar ? Âşûrâ neden çevreye dağıtılır ?
Yok mudur bunların bir hayr-u hikmeti ?
Yok mudur farklı bir mânevî boyutu ?
Eğer ki, bizler bu âlemde birbirine tümüyle zıt olan, acı, tatlı, iyi, kötü, güzel, çirkin, bir çok şeyi gönül ateşinde pişirip, aşk ile tatlandırıp, rıza lokması edip yemedikten sonra fasulye ve nohuttan pişen âşûrâ’nın kimseye faydası olmaz. Aşûrâ’nın gerçek mânâsı; Gönüllerimize ateş düşen o matem gününde bile birbirine aykırı düşen nice zıtlıkları birleştirmek, kesretteki vahdeti zevk edebilmektir. İçimizdeki bu vahdet zevkini, rahmâni huzûr ve muhabbeti de konu komşuyla paylaşıp etrafa faydalı olmak, karanlıkları aydınlatmaktır.
Nâçiz sohbetimizi Fuzûli Hazretlerinin Hadikatüssuada adlı eserinin başında bulunan bir Rûbaî ile tamamlıyor, cümleye akl-ı selim ile şuûrlu bir ehlibeyt sevgisi ve gönül ateşinde pişirilen vahdet âşûrâsı niyaz ediyoruz,
Âdem ki fezâ-yı âleme bastı kadem
Enduh-u belâya ol oldu hemdem
Mahsûstur âdeme belâ-yı âlem
Âlemde belâ çekmeyen olmaz âdem
Selâm olsun Aşıklara, selâm olsun Sâdıklara, selâm olsun Şühedâ-yı Kerbelâya
1-Mesnevî clt.4. 3311 - Mesnevî clt.3. 1878:
2-Mesnevî clt.1. 3844
3- Mesnevî clt.3.3755
4- Divân-ı Kebîr clt.2-823
5 Mesnevi clt.6. 777
6-Dr.Halûk Nurbaki
H. Nur Artıran
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder