26 Temmuz 2019 Cuma

26.07.2019 Tarihli Diyanet Cuma Hutbesi: BEDEN MAHREMİYETİ VE TESETTÜR


26.07.2019 Tarihli Diyanet Cuma Hutbesi: BEDEN MAHREMİYETİ VE TESETTÜR


Muhterem Müslümanlar!

Okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey Âdemoğulları! Size mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süsleneceğiniz elbise yarattık. Takvâ elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar.”1

Okuduğum hadis-i şerifte ise Resûl-i Ekrem (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Allah halîmdir, hayâ sahibidir, kusurları örtendir. Hayâyı ve örtünmeyi sever…”2


Muhterem Müslümanlar! 

Bedenimiz, ruhumuz gibi Rabbimizin bizlere lütfettiği büyük bir nimet, aynı zamanda bir emanettir. İnanan her erkek ve kadın, bu emanete sahip çıkmakla mükelleftir. Nitekim sahip olduğumuz her nimet gibi bedenimizin de üzerimizde hakkı vardır. Nimetin kıymetini bilen her mümin, bedenini salih ameller işleme ve iyiliğe yardım etme yolunda kullanmalıdır. Zira gün gelecek, bedensel gücümüzü, güzelliğimizi ve yeteneklerimizi hangi amaçla kullandığımızın hesabı sorulacaktır.


Aziz Müminler!

Bedenimiz ile ilgili sorumluluklarımızın başında onu örtmek, kem gözlerden ve kem sözlerden muhafaza etmek gelir. Bedenin örtülmesi, her şeyden önce dinî bir yükümlülüktür. Aynı zamanda fıtrî ve ahlâkî bir davranıştır.

Örtünmek, başkalarından ziyade, insanın kendisi için yaptığı bir iyiliktir. İnsanın kendisine olan saygısının ve özeline sahip çıkmasının bir göstergesidir. Mahrem yerleri örtmek, vücuda olan itinanın ve hayâ duygusunun bir yansımasıdır. Sadece insana has olan hayâ duygusunun kaynağı ise, Peygamberimizin ifadesiyle imandır. Doğduğunda bir örtüye sarılıp annesine emanet edilen insanoğlu, öldükten sonra da bir örtü altında yıkanır ve yine bir örtüyle kefenlenerek toprağa verilir.


Kıymetli Müslümanlar!

Mümin, kendi bedenine duyduğu saygıyı, bir başkasına da göstermek zorundadır. Vücudunu izinsiz ve haksız bakışlara karşı örttüğü gibi, bir başkasının mahremiyetine de hürmet göstermelidir. Bakışlarıyla hiç kimseyi rahatsız etmemeli, sınırlarını bilmelidir. Halk arasında yaygın olarak kullanılan “Güzele bakmak sevaptır!” sözünün yüce dinimiz İslam’da karşılığı yoktur. Zira güzel ya da çirkin fark etmeksizin her insanın mahremiyet hakkı vardır. Yüce Rabbimiz, bu hususta müminleri şöyle uyarır:  
 ْۜ مُهَوجُرُوا فُظَفْح َيَ وْمِهِارَصْب َ اْنِوا مُّضُغ َ يَين۪نِمْؤُمْل ِ لْلُق

“Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar.”3
 ْ ح َيَ وَّنِهِارَصْب َ اْنِ مَنْضُضْغ َ يِاتَنِمْؤُمْل ِ لْلُقَو َ  �َ وَّنُهَوجُرُ فَنْظَف َ ين۪دْب ُي َّۖنِه ِ وبُيُى جٰلَ عَّنِهِرُمُخِ بَنْبِرْضَيْلَا وَهْنِ مَرَهَا ظَ مَّ � ِ اَّنُهَتَين۪ ز

“Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet yerlerini göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine kadar salsınlar.”4

Ayet-i kerimelerin apaçık beyanıyla, Cenâb-ı Hak, erkek ve kadın bütün müminlerden edeb ve mahremiyet konusunda hassasiyet bekler. Gözlerimizi haramdan çevirmenin ve tesettüre riayet etmenin hepimiz için bir vecibe olduğunu ifade buyurur. Özellikle erkekler için beden sağlığını da tehdit eden dar giysiler, mahremiyetin korunmasını sağlamadığı için tesettür bilincine uymaz. Tesettür bilinci ise bedeni örtmek kadar, kalbi ve aklı da her türlü kötülüğe, fuhşiyata ve harama karşı kapatmak, örtmek ve korumaktır.


Değerli Müminler!

İffet, kadına, erkeğe, gence, yaşlıya kısacası her insana yakışan üstün bir meziyettir. Irz ve namus dokunulmazlığı, insanların ortak değeridir. Bu değere riayet etmek kadını ne kadar saygın kılıyorsa, erkeği de o derece saygın kılar. Zira kadınıyla erkeğiyle her insan mükerremdir.


Muhterem Müminler!

Mahremiyete özen göstermek, takvanın yani Allah’a karşı saygılı ve sorumluluk sahibi bir duruşun gereğidir. Öyleyse bedenimizi bize lütfeden Rabbimiz ile aramızdaki bağı zayıflatmayalım. O’nun sevdiği ve razı olduğu bir ömür yaşayalım. Bedenimizin kıymetli ve dokunulmaz, ruhumuzun şerefli ve saygın olduğunu bilelim. Ailemize ve bilhassa çocukluk çağından itibaren yavrularımıza mahremiyet bilinciyle özgüven aşılayalım. Erdemli bir toplum olmanın, ahlaki, manevi ve kültürel değerlerimize sahip çıkmaktan geçtiğini unutmayalım.                                                          
 

1 A’râf, 7/26.
2 Nesâî, Gusül, 7.
3 Nûr, 24/30.
4 Nûr, 24/31.

Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü


http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/Sayfalar/HutbelerListesi.aspx



MÜSLÜMAN’IN MERHAMET ÖLÇÜSÜ

MÜSLÜMAN’IN MERHAMET ÖLÇÜSÜ


 0

Rabbimizʼin rahmet ve merhameti, gazabına gâliptir. Yani O, cezâyı hak eden nice günahkâr kullarını, samimî bir tevbeyle affeder ve yine kullarının küçücük iyiliklerine bile, şânına yaraşan bir cömertlikle bol bol ecir ihsân eder. Mü’min de dâimâ bu rahmet üslûbuyla hareket etmeli; helâk edici değil, ihyâ edici ve yeşertici bir rûha sahip olmaya çalışmalıdır.
Mü’min Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsından hisse alıp bu ahlâk ile yaşayabilmek; ulaşılan her yere rahmet tevzî etmekle mümkündür. Zira merhamet, îmânın en güzîde meyvesi ve ilk neticesidir ki, mahrumlar için müşfik bir sığınak ve barınak olmayı gerektirir. Kur’ân-ı Kerîm’de karşımıza çıkan ilk iki esmâ-i ilâhiyye de Rahmân ve Rahîm’dir. Fâtiha Sûresi’nin başındaki besmeleyi, -o aslında başka bir sûrede geçen bir âyet olduğu hâlde- burada teberrüken kaydedilmiş kabul etsek bile, o sûrede de karşımıza ilk çıkan, Allâh’ın Rahmân ve Rahîm esmâsıdır.
Allâh’ın rahmet tecellîlerinden lâyıkıyla nasîb almış bir mü’min de, başta insan olmak üzere hiçbir mahlûkâtın sesli veya sessiz feryâdına bîgâne kalamaz; elinden gelen hiçbir yardımı esirgeyemez. Nitekim Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, bu ilâhî ahlâktan almış olduğu nasiple der ki:
Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti: «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”
Yani Şems-i Tebrizî Hazretleri Mevlânâ’ya, Allâh’ın kullarının üşümesinden ürperen bir vicdan hassâsiyetini öğretmişti. Hakîkaten, bedenin ısınması giysilerle mümkündür. Lâkin vicdânın ısınabilmesi, ancak merhamet tezâhürü davranışlarla kalbin Hakk’a yaklaşmasına bağlıdır. Bu misal, mahlûkâtın her türlü mahrûmiyeti karşısında kullanılması gereken bir şablon gibidir.Bu yüzden her türlü felâket ve sefâlet manzaralarının, bedenlerden evvel vicdanları ürpertmesi îcâb eder. Bu şekilde Hakk’a istikâmetlenen vicdânî ürperişler, gönülleri ısındırıp huzura gark eder.
Şüphesiz ki bu hâl, mü’minlerin Yaratan’dan ötürü yaratılanlara karşı sahip olmaları gereken cihanşümûl merhamet ufkunun bir tezâhürüdür. Rahmet Peygamberi Efendimiz-sallâllâhu aleyhi ve sellem-de ashâbına; cennete girebilmek için merhametli olmaları îcâb ettiğini, lâkin bu merhametin de, sadece birbirlerine karşı değil, bütün mahlûkâta şâmil olması gerektiğini ifâde buyurmuşlardır. (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)
Bir gazâda kâfirlerin yok olması için bedduâ etmesi istenen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ben lânet etmek için değil, rahmet olarak gönderildim.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 87)
Müʼmin de, günaha olan nefretini günahkâra taşırmamalıdır. Bilâkis onu, yaralı bir kuş gibi şefkat ve merhamete muhtaç görmelidir.
Yine bütün mahlûkâta şâmil sayısız merhamet tezâhürlerinden bir misal sadedinde, susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeği sulayıveren günahkâr bir kadının ilâhî affa nâil olduğunu, buna mukâbil bir kedinin açlığını umursamayıp ölümüne sebebiyet veren bir kadının da bu merhametsizliğinden ötürü cehenneme dûçâr olduğunu beyân etmişlerdir. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm 151, 154, Birr 133)
Bu sebeple, günahları da sevapları da büyük-küçük diye ayırmamak ve hiçbirini önemsiz görmemek gerekir. Zira Allâh’ın rahmeti de gazabı da bâzen büyük, bâzen vasat, bâzen de küçük görünen şeylerden dolayı tecellî eder. Kula düşen, her durumda derin bir îman firâsetiyle davranmaktır.
Öte yandan, Rabbimizin rahmet ve merhameti, gazabına gâliptir. Yani O, cezâyı hak eden nice günahkâr kullarını, samimî tevbeleri neticesinde affeder ve yine kullarının küçücük iyiliklerine bile şân-ı ulûhiyetine yaraşır bir cömertlikle bol bol ecir ihsân eder. Mü’min de dâimâ bu rahmet üslûbuyla hareket etmeli; helâk edici ve yıkıcı değil, ihyâ edici, yapıcı ve yeşertici bir rûha sahip olmaya çalışmalıdır.
Bu ilâhî ahlâkı yaşamanın bir misâlini Ebû Hü­rey­re -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
“Biz bir gazâda kâfirlerin yok olması için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bedduâ etmesini istedik. O ise; «Ben lânet etmek için değil, rahmet olarak gönderildim.» buyurdu.” (Müslim, Birr, 87)
Yine Rabbimiz, Rasûlü’nü; “…Mü’minlere karşı Raûf (son derece müşfik) ve Rahîm (son derece merhametli)dir.”(et-Tevbe, 128) şeklinde takdim ve taltif etmektedir. Yani ilâhî esmâdan olan “Raûf” ve “Rahîm”in, Rasûl’ünün en bâriz vasıflarından olduğunu beyan buyurmaktadır.
Mü’minler olarak bizler de gönlümüzü bir rahmet dergâhı kılarak Rahmân’ın kulu ve Rahmet Peygamberi’nin ümmeti olduğumuzu her fırsatta ispat etmeye gayret göstermeliyiz.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş,




Efkan VURAL - Allah’ın İsimleri (Esmâ-i Hüsnâ=En Güzel İsimler)- 44


Efkan VURAL - Allah’ın İsimleri (Esmâ-i Hüsnâ=En Güzel İsimler)- 44


                        RAKÎB



Allah’ın isimlerinden biri de er-Rakîb’dir. 

er-Rakîb,gözeleyip kontrol eden demektir.

Er-Rakib, bütün  varlıkları  her  an  gözeten, bilen, kontrolü  altında tutan, her şeyi , bütün  varlıkları  gözetimi  altında  bulunduran yaratılmışların tümünü her an kontrol eden  demektir. 

Allah Teâlâ, yaratıklarından bir an bile gâfil değildir. Kim ne yaparsa onu görür ve bilir. Hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz. Bütün varlıklar üzerinde  gözetleyicidir. Bütün işler O’nun denetimi ve gözetimi altında meydana gelmektedir. O, bütün olan bitenlere şahittir. Herkese yaptığının karşılığını verir.
Karanlık bir gecede, bir kayanın üzerinde bulunan karıncanın halini bilmek…

Denizlerin diplerinde, ışığın olmadığı, gözün görmediği yerlerdeki yaratıkların  her halini bilmek ve onlardan haberdar olmak…

Her anımızı ; aldığımız her nefesi, kalbimizden geçenleri, düşüncelerimizi, niyetlerimizi, yaptıklarımızı, her şeyimizi bilmek…

Bizi her an korumak, muhafaza etmek ve  gözetlemek…Gibi bütün bu fiiller, Rabbimizin Rakib ism-i şerifinin tecellisidir.


Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde bazı ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

"İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve kaydeden) hazır bir melek bulunmasın." (Kaf Suresi 18.ayet)

"Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakınınız. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir." (Nisâ Suresi 1.ayet)

"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, O'na karşı gelmekten korunmuş olabilesiniz." (Bakara Suresi 21. ayet)

"Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir."
  (Mü’min Suresi 19. ayet)


"Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür"  (Hadîd Suresi 4. Ayet)

"O Allah'dır ki, namaza kalktığın zaman seni görüyor." (Şu’arâ Suresi 218. ayet)

"Doğrusu Rabbin hep gözetlemektedir." (Fecr Suresi 14. ayet)

"O Allah'ın, her şeyi gördüğünü bilmiyor mu?" (Alak Suresi 14. ayet)

 (Bu yazı,Diyanet İslam Ansiklopedisinden yararlanarak hazırlanmıştır.)
 
 (Devam edecek)
 
Efkan VURAL
 

--


ALLAH SEVDİĞİ TOPLULUĞU BELAYA UĞRATIR

ALLAH SEVDİĞİ TOPLULUĞU BELAYA UĞRATIR


 0

Allah kullarını dünyada cezalandırır mı?
Enes İbni Mâlik’den -radıyallahu anh- rivâyet edildiğine göre  Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Allah, iyiliğini dilediği kulunun cezasını dünyada verir. Fenalığını dilediği kulunun cezasını da, kıyamet günü günahını yüklenip gelsin diye, dünyada vermez.”
Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem- (yine) şöyle buyurmuştur:
“Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir. Allah, sevdiği topluluğu belâya uğratır. Kim başına gelene rızâ gösterirse Allah  ondan hoşnut olur. Kim de rızâ göstermezse, Allahın gazabına uğrar.” (Tirmizî, Zühd 57. Ayrıca bk. İbnî Mâce, Fiten 23)
HADİSİN AÇIKLAMASI
Allah Teâlâ kullarını dünyada çeşitli imtihanlardan geçirir. Ancak bu, her defasında cezalandırma anlamında değildir. Allah, hayrını dilediği kullarını da belâ ve musibetlere uğratır. İmtihana tabi tutulan kul eğer sabrederse, günahları bağışlanır ve âhirete günahlarından arınmış olarak gider. Bu, kul için en büyük hayırdır. Hadisimiz işte bu gerçeği hatırlatarak, başına belâ ve musibet gelmiş olanları sabır göstermeye teşvik etmektedir. Bu durum hastalık, sıkıntı ve belâya uğramayı istemek anlamına gelmez. Biz Allah’tan sıhhat ve âfiyet istemekle emrolunduk. Ancak istemeden başa gelen sıkıntılara da sabretmemiz gerekir.
Bu arada aynı hataları işlediği halde dünyada cezalandırılmayan insanlara iyilik edildiği de sanılmamalıdır. Onlar işledikleri bütün günahlarla birlikte kıyamet gününde  ilâhî huzura gelecekler ve -şayet Allah Teâlâ bağışlamazsa- işledikleri  günahların cezalarını tam olarak çekeceklerdir. Dünyanın sıkıntısı âhiretin azabı yanında elbette hafif kalacaktır. Bu sebeple de dünyada cezâsını çekmiş olan kârlı çıkacaktır.
Hadisin ikinci kısmında da, çekilen sıkıntı ve geçirilen imtihanların ağırlığı ölçüsünde büyük sonuçların bulunduğu müjdelenmektedir. Bu da ağır ve ciddî musibetlere dayanma gücü vermesi açısından fevkalâde önemli bir ölçüdür. O halde Allah Teâlâ’dan gelen musibetlere rızâ göstermek gerekir. Zira böyle davrananlardan Allah razı olur ve hesapsız sevap verir. Kim de bunları hoş karşılamaz, kötü görürse, Allah’ın gazabına uğrar. Çünkü “Kötülük işleyen cezalandırılır.” [Nisâ sûresi (4), 123]
HADİSTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ
1. Başa gelen sıkıntı ve hastalıklara sabretmek, günahlardan arınmaya sebeptir.
2. Musibet ve belâ her zaman ceza anlamında değildir. Allah sevdiği kulunu da belâ ve musibetlere uğratır.
Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları




25 Temmuz 2019 Perşembe

İKİ KAPILI EV

İKİ KAPILI EV


 0

Dünyayı nasıl buldun?
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“İyi bilin ki dünyâ hayâtı, ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sâhibi olma isteğinden ibârettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allâh’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünyâ hayâtı, aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadîd, 20)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allâh’a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyânın sizin de önünüze serilmesinden, onların dünyâ için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyânın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Buhârî, Rikâk, 7; Müslim, Zühd, 6)
Rivâyete göre, vefâtı yaklaştığı sırada Hz. Nûh’a (a.s.):
“–Ey uzun ömürlü Peygamber! Dünyâyı nasıl buldun?” diye soruldu.
Hz. Nûh (a.s.):
“–Onu iki kapılı bir ev gibi buldum. Bir kapısından girdim, diğer kapısından çıktım.” cevâbını verdi. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 73)
Hz. Nûh (a.s.) kendisine kamıştan bir kulübe yapmıştı. O’na:
“–Keşke kendine bundan daha sağlam bir ev yapsaydın.” denilince:
“–Ölecek bir kimse için bu bile çok!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 145)




NEFSİN 6 MERTEBESİ

NEFSİN 6 MERTEBESİ


 0
Kur’an-ı Kerim’e göre insanda 6 nefis mertebesi vardır.
Mükerrem sıfatta yaratılan insanın nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmesi lâzımdır. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânına nazaran insanda 6 nefis mertebesi vardır:
1. Nefs-i emmâre. (Sûre-i Yûsuf’ta)
2. Nefs-i levvâme. (Sûre-i Kıyâme’de)
3. Nefs-i mülheme. (Sûre-i Ve’ş-şems’de)
4. Nefs-i mutmeinne. (Sûre-i Fecr’de)
5. Nefs-i râzıye. (Sûre-i Fecr’de)
6. Nefs-i merdıyye. (Sûre-i Fecr’de) beyan olunmuşlardır.
NEFSİN MERTEBELERİ
Bunların tarifleri:
1. Nefs-i emmâre
Hakk’ın emirlerine uymayan, men’ ettiklerini fütursuzca yapan, şeytana uyan, keyfine, zevkine, günaha düşkün nefistir. Cühelâ, süfehâ ve erbâb-ı meâsînin nefsidir.
2. Nefs-i levvâme
Hakk’ın emirlerine kısmen uymayan, men’ ettiklerini bazen yapan ve yaptığı zaman da pişman olan, kendini zaman zaman kınayan, levm eden nefistir. Hasenâtıyla mesrûr, seyyiâtıyla mahzun olan nefistir.
3. Nefs-i mülheme
Hakk’ın emirlerine mümkün mertebe uyan, men’ ettiklerinden mümkün mertebe sakınan ve bu hallerinden dolayı bazı ilâhî ilhamlara nâil olan nefistir.
4. Nefs-i mutmeinne
Hakk’ın emirlerine tam uyan, men’ ettiklerinden sakınan, kuvvetli îman ve itmi’nan sahibi nefistir. Ârif-i billâh olan, takvâ ve yakın ashabının nefsidir. Bunlar hitâb-ı ilâhiyeye mazhardırlar.
Âyet-i kerîmede:
“Ey itmi’nâna ermiş nefis! Sen Rabbinden, Rabbin de senden râzı olarak Rabbine dön! Kullarımın arasına katıl! Ve cennetime gir!” buyrulmuştur.
Görülüyor ki, mutmeinne’den aşağı derecedeki nefisler hıtâb-ı ilâhiye lâyık olamamışlardır.
Ancak itmi’nâna ermiş olan nefs-i mutmeinne; râzıye ve merdıyye nefisleri, hitâbullaha mazhar olmuşlardır. Ve Allah, mutmeinne nefis sahiplerini râzıye ve merdıyye makamlarına davet buyurmuştur. Bu davete icâbet; insana tâlim-terbiye ve seyr u sülûk gerektirir.
5. Nefs-i râzıye
Her veçhile Hakk’a yönelen, dâima Allah ile olmak şuuruna eren, hikmetine ve hükmüne râm olarak Hak’tan râzı olan nefistir.
Âyet-i kerîmede:
“And olsun sizi biraz korku, biraz açlık; biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana noksanlaştırma ile imtihan edeceğiz. Sabr edenlere (rızâmı) müjdele!” buyurulmuştur. (Bakara Sûresi, 155)
6. Nefs-i merdıyye
Bütün mevcûdiyetiyle hakkânî durum ve tâatta bulunan, böylece Hakk’ın kendisinden râzı olduğu nefistir. İnsanın mükerrem olabilmesi için, nefsini tezkiye etmesi şarttır. Nefsini tezkiye, insana farzdır. Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda seyr u sülûke girmek cihâd-ı ekberdir. Bu tâbiri Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ sallâllâhu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz “Tebük Gazvesi”nden dönüşlerinde bizzat kullanmışlar ve ashabına:
“– Şimdi küçük cihaddan (muharebeden) en büyük cihâda (nefsi ıslâh etmeye, kâmil insan olmak cihâdına) dönüyoruz.” buyurmuşlardır. (Mahmud Sâmî Ramazanoğlu, Mükerrem İnsan, s.11)
Kaynak: Musahabe, Altınoluk Dergisi, Sayı: 401




24 Temmuz 2019 Çarşamba

İLK MÜSLÜMANLARIN ÇEKTİĞİ EZİYETLER

İLK MÜSLÜMANLARIN ÇEKTİĞİ EZİYETLER


 0

İlk Müslümanların maruz kaldıkları işkence, eziyet, hakaret, karşı karşıya bulundukları güçlükler ve mâniler birer ilahi imtihandı.
Ebû Abdullah Habbâb İbni Eret -radıyallahu anh- şöyle dedi:
Hırkasını başının altına yastık yapmış Kâbe’nin gölgesinde dinlenirken Resûlullah’a -sallallahu aleyhi ve sellem- (müşriklerden gördüğümüz işkencelerden) şikâyette bulunduk ve :
– Bize yardım dilemeyecek, Allah’a bizim için dua etmeyecek misiniz? dedik. Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:
– “Önceki ümmetler içinde bir mü’min tutuklanır, kazılan bir çukura konulurdu. Sonra da bir testere ile başından aşağı ikiye biçilir, eti-kemiği demir tırmıklarla taranırdı. Fakat bütün bu yapılanlar onu dininden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah mutlaka bu dini hâkim kılacaktır. Öylesine ki, yalnız başına bir atlı, Allah’tan ve sürüsüne kurt saldırmasından başka hiçbir şeyden endişe etmeksizin San’a’dan Hadramut’a kadar emniyetle gidecektir. Ne var ki, siz sabırsızlanıyorsunuz.”
Buhârî’nin bir başka rivayetinde ifade, “Peygamber -aleyhisselâm- hırkasına bürünmüştü. Bizler müşriklerden çok işkence görüyorduk” şeklindedir. (Buhârî, Menâkıb 25. Ayrıca bk. Buhârî, İkrâh 1, Menâkıbu’l-ensâr 29,   Ebû Dâvûd,  Cihâd 97)
HADİSİN AÇIKLAMASI
Hadîs-i şerîf İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de Müslümanların ne kadar bunaldıklarını, ne ölçüde sabra zorlandıklarını göstermektedir. Öyle ki Resûlullah’a -sallallahu aleyhi ve sellem- gelip:
“Bizim için Allah’tan yardım dilemeyecek misiniz? Biz artık dayanamıyoruz. Oysa biz inanıyoruz ki, siz dua ederseniz bu sıkıntılarımız biter” dediler. Bu bir bakıma son kozlarını kullanmaya teşebbüs edecek kadar bunaldıklarını ve bir anlamda ümitsizliğe kapıldıklarını göstermektedir.
Hz. Peygamber burada, imânları uğrunda daha ağır imtihanlardan geçirilmiş insanlardan örnekler vermek suretiyle önce, onları “beterin daha beteri olacağı” noktasında bilgilendirmiş ve ne yapmaları gerektiğini dolaylı olarak hatırlatmıştır. İnsan, kendi başına gelenin başkalarının da başına gelmiş olduğunu görmek veya duymakla  biraz olsun rahatlar. Aynı kaderi birileriyle paylaşmış olmak onu belli ölçüde rahatlatır. Bu, tabiî ve psikolojik bir durumdur. Bu hadîs-i şerîfte de böylesi bir uygulamayı görmekteyiz.
Ayrıca, gelecekte neler olacağının, daha doğrusu, istikbaldeki aydınlığın müjdelenmesi, o güzel günler adına sıkıntıya dayanma gücü verecektir. Karanlık gecelerin kararıp kalmayacağını, elbette bir aydınlık sabaha ulaşacağını hatırlatmak, istikbaldeki olumlulukları anlatmak mevcut sıkıntıyı ve ümitsizliği kesinlikle hafifletecektir. Modern toplumlarda da bu usûl uygulanmaktadır. Yaşanan sıkıntıların belli bir zaman sonra ortadan kalkacağını, o günlere kavuşabilmek için bugün bazı fedakârlıklara katlanmak gerektiğini hatırlatma yöntemini hemen hemen her ülke yönetimi zaman zaman kullanmaktadır.
İSLAM HAKİM OLACAK
Sevgili Peygamberimiz burada, çekilen sıkıntıların bir yandan tarihî boyutunu ve şiddetini ortaya koyarken bir taraftan da İslâm’ın aydınlık  geleceğinden en küçük bir tereddüt duymadığını kesin bir dille ve pek çarpıcı ve güven verici bir örnekle anlatmaktadır. Zira San’a ile Hadramut arası yayalar için on bir günlük bir mesâfedir. Bu iki şehrin misal verilmesi, muhtemelen İslâm hâkimiyeti altına girecek toprakların genişliğinden kinâyedir. Yemen’de bile emniyeti temin edecek olan İslâm, Mekke-Medine gibi yörelerde asayişi daha kolaylıkla sağlayacaktır, demek istenmiştir.
Bu hadiste, Hz. Peygamber’in ne kadar gerçekci olduğu görülmektedir. İslâm hâkimiyetinde Müslümanların sahip olacağı yegâne korku Allah korkusu olacaktır. Bir de olsa olsa yırtıcı hayvanların saldırısından endişe edilebilecek, fakat insanlardan bilinçli ve irâdî olarak  gelecek herhangi bir baskı, saldırı ve tecâvüz bulunmayacaktır. Bu İslâm’ın hâkim olduğu topraklarda beşer planında tam bir güven ve huzur ortamının kurulacağını müjdelemektir. Hz. Peygamber, her nimetin bir külfeti ve bedeli olduğunu, her külfetin de mutlaka bir nimete vesile olacağını böylece ortaya koyduktan sonra “Ama siz acele ediyor, sabırsızlık gösteriyorsunuz” buyurmak suretiyle o günkü Müslümanları sabra davet etmiş, her şeyin,  Allah’ın takdirine bağlı olarak belli bir zamanı bulunduğu fikrini vermiştir.
O halde nasıl sabırla koruk, üzüm olursa, her sıkıntı da sabır ve zamanla geçer. Büyük neticeler büyük fedâkarlık ister.
HADİSTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ
1. Din ve imanından dolayı kişinin uğradığı azab ve işkenceye sabır, takdire değer bir meziyettir,
2. Hz. Peygamber’in verdiği haberler aynen gerçekleşmiştir.
3. İslâm, sulh ve sükûn, emniyet ve selâmet dinidir.
4. Din ve iman düşmanlığı, yeni bir olay değildir.
5. Hz. Peygamber ashâbını geçmiş ümmetlerden misaller vererek ve geleceğe dair açıklamalarda bulunarak eğitmiştir.
Kaynak: Riyazüs Salihin, Erkam Yayınları




MELEKLERE İNANMAK

MELEKLERE İNANMAK


 0
Melek nedir? Meleklere inanmak nedir? Melekler neyden yaratıldı? Melekler kaç tanedir? Meleklerin özellikleri ve görevleri…
Melekler nurdan yaratılmış latîf varlıklardır. Bunun için biz onları kendi sûret ve şekillerinde göremeyiz. Ancak Cenâb-ı Hak onları istediği kimselere gösterebilir.[1] Büyük peygamberlerden bâzılarına kendi sûretlerinde göründükleri de olmuştur. Meleklerin, insanlar gibi yiyip içme vesâir husûsiyetleri yoktur. Sırf Cenâb-ı Hakk’a ibâdet ve O’nun yüce emirlerine riâyet için yaratıldıklarından, onlara nefs verilmemiştir. Bu itibarla hiçbir zaman meleklerden hatâ, isyan ve günah sâdır olmaz. Son derece güçlü ve kuvvetlidirler.[2]
MELEKLER KAÇ TANEDİR?
Sayılamayacak kadar çokturlar. Rivâyetlere nazaran, yeryüzüne inen her bir yağmur ve kar tanesini bir melek indirmekte ve bir defa inen meleğe kıyâmete kadar bir daha sıra gelmemektedir. Yağmur ve kar tanelerinin, havada birbirleriyle hiç çarpışmadan yeryüzüne inmesinin hikmeti de budur. Dikkat edilirse fırtınalarda bile birbirlerine çarpmadan inerler. Velhâsıl zerreden küreye her şey ilâhî azametin bir vitrini mâhiyetindedir.
Melekler, bir mânâda bize verilen ruh gibidirler. Dolayısıyla nasıl görmediğimiz hâlde rûhumuzu inkâr edemiyorsak onları da inkâr edemeyiz.
DÖRT BÜYÜK MELEK
Melekler fazîlet bakımından derece derecedir. Dört büyük melek vardır:
1. Cebrâil -aleyhisselâm-
2. Mikâil -aleyhisselâm-
3. Azrâil -aleyhisselâm-
4. İsrâfil -aleyhisselâm-
  • Cebrail’in (a.s.) Görevi
Cebrâil -aleyhisselâm- peygamberlere vahiy getirme vazifesiyle mükellef kılınmış bir melektir.
  • Mikail’in (a.s.) Görevi
Mikâil -aleyhisselâm- tabiat hâdiselerini takip etmekle vazifelidir.
  • Azrail’in (a.s.) Görevi
Azrâil -aleyhisselâm- (Ölüm Meleği) ruhları kabzeder.
  • İsrail’in (a.s.) Görevi
İsrâfil -aleyhisselâm- ise kıyâmet kopacağı zaman Sûr’a üflemekle mükelleftir.
Görüldüğü gibi meleklerin, Hakk’a ibâdetleri yanında başka vazifeleri de vardır. Bâzısı Allâh’ın emriyle insanlara yardım ederler. Bilhassa ehl-i îmânın zor zamanlarında meleklerin bu tür yardım ve inâyetleri İslâm tarihinde çok kere müşâhede edilmiş hakîkatlerdir.
Bunlardan başka insanı koruyan hafaza melekleri, amel defterlerimizi yazan kirâmen kâtibîn, kabirde suâl soran Münker ve Nekir melekleri, günâhkârların affı için istiğfâr eden ve insanoğlunun sırât-ı müstakîmde yürümesi için duâda bulunan melekler vardır.
Tehlikelerle dolu olan şu dünya hayatında bir insanın hayatta kalabilmesi bile meleklerin muhâfazasına bağlıdır. Cenâb-ı Hakk’ın vazifelendirdiği bu melekler, eceli gelinceye kadar insanı zararlı şeylerden muhâfaza ederler. Vakti geldiğinde ise aradan çekilerek onu eceliyle baş başa bırakırlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Her bir insanı önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allâh’ın emriyle onu korurlar…” (er-Rad, 11)
Şunu da unutmamak gerekir ki meleklerdeki gücü ihsân eden de Cenâb-ı Hak’tır.
Bir kimse meleklerden birini hafife alsa veya ayıplasa kâfir olur. Bu sebeple; “Senin yüzün bana Azrâil’in yüzü gibidir.”, “Ben Cebrâil ve Mîkâil’in şehâdetlerini bile kabul etmem.” gibi söz ve şakalardan şiddetle kaçınmak lâzımdır.
Dipnotlar:
[1] Hûd, 77-82; el-Hicr, 59-69; Meryem, 17-21; en-Necm, 67, 13-17; et-Tekvîr, 23.
[2] Meleklerin vasıfları için bkz. el-Bakara, 30-34; el-A’râf, 11, 27; Hûd, 69-70; el-Hicr, 28, 51-52; el-İsrâ, 61, 92; el-Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sâd, 71, 73; en-Necm, 5; et-Tahrîm, 6; et-Tekvîr, 20.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları