30 Haziran 2019 Pazar

İbretlik Bir Hikaye; Önce Kendisi Mahvoldu


İbretlik Bir Hikaye; Önce Kendisi Mahvoldu


Elindeki tespihi tam kalbinin üzerine koymuş, boynu hafif eğik, gözleri de kapandı kapanacak halde, dudakları kıpırdanık ne söylediği anlaşılmaz sesler çıkartıyor. Bu vaziyeti ile tam bir huşu içinde tespih veya zikir çekiyor izlenimi veriyor.
Bu esnada yanına biri gelir, selam verir. Belli belirsiz kafasını sallar, gözlerini yumar gibi yaparak selamı alır. Vaziyetini bozmadan tespih çekmesine devam eder. Gelen kişi otur denilmeden bir yere oturur ve beklemeye başlar. Bir müddet sonra hafifçe başını kaldırır, elini tespihiyle göğsünden çeker, gözlerini açar. Ancak o zaman gelene bakar ve hoş geldin der. Gelen kişi de büyük bir edeple sağ elini kalbine koyarak hoş bulduk der. Birkaç hal hatır sorma kelamından sonra tespih çeken der.
– Duydun mu Ahmet’in yaptıklarını?
– Hayır. Ne yapmış ki?
– Hiç sorma neler yapmamış ki. Geçenlerde bir ahbabımla karşılaştım da o söyledi.
– Neler söyledi?
– Bizim Ahmet hiç göründüğü gibi değilmiş. Bizim göreneklerimize uymayan, yakışmayan bir hanımla alış veriş merkezinde görmüş. Çok samimi konuşuyorlarmış. Sonra da beraberce gitmişler.
– Vay be bizim Ahmet, saman altından ne sular yürütüyormuş da haberimiz yokmuş.
– İşte böylece konuşmaları sürüp gider. Zavallı Ahmet’i yerden yere vururlar. On iyiliği varsa bir kötülüğü, o on iyiliğini silip attı. Böylece Ahmet’i bir anda kötü, ahlaksız bir insan yapıverdiler. Gelen kişi müsaade isteyip ayrıldı. Karşısına bir tanıdığı çıktı. Selam kelamdan sonra karşısına çıkana dedi.
– Duydun mu Ahmet’in ne haltlar işlediğini?
– Hayır duymadım. Fakat benim bildiğim Ahmet eli ayağı düzgün, dürüst bir insandır. Ondan hiçbir şekilde yanlışlık ummam. Eğer bir şeyini gördülerse yanlış anlamışlardır veya bir dalgınlığına, boşluğuna gelmiştir. O asla kötü bir şeyler hatta ahlaksızlık yapmaz.
– Ya Hacı Bey anlattı. Daha yenice O’nun yanından geliyorum. Koskoca hacı yalan mı söyleyecek? O da bir dostundan duymuş. Bir kadınla beraber görmüşler. Hem de ahlaksız bir kadınla. Kim bilir onunla neler yapmıştır?
– Demek Hacı Bey söyledi ha? Gözleri ile de görmemiş. Bir dostunun söylediğini sana aktarmış. Hâlbuki O da çok iyi biliyor ki Ahmet adam gibi adamdır. Onun hiçbir ahlaksızlığına veya kötülüğüne şahit olmadık. Bir sözle çok iyi bildiğimiz kardeşimizi biranda ahlaksız birisi yapmışsınız. O derviş gibi görünen Hacı, duyduğunun aslını astarını araştırmadan hemen sana aktarmış. Belki kendisi de bir şeyler ilave etmiştir. Ahmet’in gıybetini yapmış. Bu Ahmet’in bir kadınla görünmesinden daha büyük günah değil mi?
– Amma da yaptın ya? Zina büyük günah değil mi?
– Evet büyük günah. Hem de günahların en büyüğünden.
– Eee öyleyse?
Evet, zina büyük günah. Fakat gıybet ve başkalarının hakkında zanlı, varsayımla konuşmak da büyük günahlardan. Allah ne diyor ayette, gıybet etmenin ölü kardeşin etini yemek gibidir. İşte zina iki kişi arasında bir olayken gıybet bu günahın, kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olur. Başkalarına da örnek olur. Günah işlemeyecek olanlar, onlar yaptıysa biz de yapabiliriz deyip günahı işlerler. Böylece gıybet günahlara kapı açmış olur. Bu bir yönü. Eğer kişi yanlış anlaşılmış o günahı işlemediyse onun toplum nezdinde itibarı kaybolur, düştüğü bu durum da büyük bir günahtır. Suçsuz bir kimseyi yargısız infaz edilerek toplumda suçlu durumuna düşürüyoruz. İşte bu da ikinci yönü. Tam bu sırada biri gelir, “ne yapıyorsunuz böyle ayaküstü?” Der.
Öteki hemen atılır:
– Ahmet’i alış veriş merkezinde bir uygunsuz kadınla görmüşler. Bir de oradan beraber ayrılmışlar. Mutlaka beraber olmuşlardır.
– Şu bizim Ahmet’i diyorsunuz. Ne zaman görmüşler.
– Bilmiyorum. Herhalde bir iki hafta olmuş.
– Geçenlerde ben de gördüm. Sizin dediğiniz bir kadınla alış veriş merkezinde. Baktım aralarından su sızmayacak kadar samimiydiler. İlk gördüğümde çok şaşırmıştım. Sonra Ahmet’in böyle bir şey yapmayacağına emin olduğumdan yanlarından selam vererek geçtim. Ahmet hemen beni çağırdı. Abi bu hanım Almanya’dan gelen kız kardeşim. Seneler var ki görüşmüyorduk. Annem babam ayrılınca biz iki kardeş de ayrıldık. O zamandan beri birbirimizi görmedik. Ben ne diyeceğimi bilemez halde oradan ayrıldım. Eğer diğer görenler gibi hem fikirli olup ona gözükmeden gitseydim hakikati bilemezdim. Belki de ben de şimdi sizin gibi onun hakkında kötü düşüncelere sahip olurdum. Her ne kadar onun çok iyi bir insan olduğunu iyi bilmeme rağmen.
– Vay Hacı vay! Hemen de damgalamış bizim günahsız Ahmet’i. Zaten hep o dürüst, en iyi Müslüman o, onun hiç günahı yok, fakat herkes onun gözünde günahkâr. Her kese illaki bir kulp takar, bir kusur bulur ve böylece bir kendisini cennete diğerlerini cehenneme sokar.
– Bak şimdi, sen de hemen başladın gıybete Hacı hakkında.
– Ama doğru.
– İşte asıl gıybet bu. Başkasının hakkında yanında olmadan bir kusurunu anlatmak gıybettir. Doğru değilse iftiradır. Bu sebeple hiç kimseyi hor görüp küçümsemeyeceğiz. Hiç kimsede kusur aramayacağız. Kusur ararsak kendimize bakacağız. Başkalarının kusurunu ararken kendi kusurlarımızı göremiyoruz. Kendimizi sütten çıkmış ak kaşık olarak görüyoruz. Peygamberimizin “Bir kimsenin ‘İnsanlar helak oldu!’ dediğini duyarsanız, bilin ki o, kendisi, herkesten çok helak olandır.” hadisinde olduğu gibi başkalarının kusurunu araştırırken, onları yargısız infaz ederken biz helak oluyoruz kendimizi mahvediyoruz. Ne yazık ki haberimiz olmuyor. O zaman derviş gibi olan Hacı da helak olanlardan. Onun gibi gıybet edenler de.

Mesut AKDAĞ




29 Haziran 2019 Cumartesi

İNSAN İÇİN EN BÜYÜK İMTİHAN

İNSAN İÇİN EN BÜYÜK İMTİHAN


 0
İnsan için en büyük imtihan ve en dehşetli belâ ölümdür. Ama ondan daha kötü olanı, ölümden habersiz yaşamak, onu hatırdan uzak tutmak ve Hakk’a lâyık ameller işleyememektir. Akıllı insana gereken, ölüm gelmeden evvel ona hazırlanmak ve nefsini kötü ahlâktan temizlemektir.
Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“İki gün ve iki gece vardır ki mahlûkat, onlar gibisini asla duymamış ve görmemiştir:
Gecelerin birincisi, kabir ehliyle kaldığın ilk gecedir. Daha önce onlarla hiç kalmamıştın.
İkincisi, sabahı kıyâmet olan gecedir ki artık gecesi olmayan bir gün başlayacaktır.
En dehşetli iki güne gelince, birincisi, Allah Teâlâ’dan bir habercinin gelip O’nun senden râzı olup olmadığını, senin cennete veya cehenneme gideceğini bildirdiği gündür.
İkinci gün de, amel defterinin sağ veya sol tarafında verilerek Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkarılacağın gündür.” (Bkz. İbnü’l-Cevzî, ez-Zehrü’l-Fâtih, s. 25; Ebu’l-Ferec Abdurrahmân, Ehvâlü’l-Kubûr, s. 154)
İnsan için en büyük imtihan ve en dehşetli belâ ölümdür. Ama ondan daha kötü olanı, ölümden habersiz yaşamak, onu hatırdan uzak tutmak ve Hakk’a lâyık ameller işleyememektir. Akıllı insana gereken, ölüm gelmeden evvel ona hazırlanmak ve nefsini kötü ahlâktan temizlemektir.
Şeyh Sâdî Hazretleri şöyle der:
“Ey kardeş, sonunda toprak olacaksın! Toprak olmadan toprak gibi mütevâzı olmaya bak!”
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da şöyle buyurmuştur:
“Hesâba çekilmeden evvel kendinizi hesâba çekiniz. En büyük arz (Allah Teâlâ’nın huzûruna çıkarılıp O’na arz edileceğiniz gün) için (sâlih ve güzel amellerle) süsleniniz! Şüphesiz dünyadayken nefsini hesâba çeken kimse için kıyâmet günündeki hesap hafif olacaktır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)
Fânî vücûdumuz kabre defnedilirken evlâdımız ve malımız geride kalacak. Biz ancak amellerimizle toprağın sînesine gömüleceğiz. Orada kefenleri mizle birlikte bedenlerimiz de toprak olacak. Geriye bizimle birlikte sadece amel-i sâlihlerimiz kalacak.
İNSAN İÇ HUZURU NASIL BULUR?
İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle buyurur:
Ölüm anında kişiyle birlikte ancak üç husûsiyeti kalır:
1) Kalp temizliği, yani kalbin dünya kirlerinden arınmış olması. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems, 9)
2) Allâh’ın zikriyle ünsiyeti. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)
3) Allah için muhabbet beslemesi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân, 31)
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Tefekkür, Erkam Yayınları




28 Haziran 2019 Cuma

PEYGAMBERİMİZİN AHDE VEFASI


PEYGAMBERİMİZİN AHDE VEFASI


 0

Peygamber efendimiz, kötülük gördüğü kişilere karşı bile iyilik yaparak gönüllerini yumuşatır. İyilik gördüğü kişileri de ihmal etmez, iyiliklerine karşı ise mutlaka en güzel şekilde mukabele ederdi. 
Allâh’ın Rasûlü, fetihten sonra Mekke’de on beş gün kaldılar. Bu arada Ensâr’dan bâzıları endişelenmişler, Hazret-i Peygamber’in bir daha Medîne’ye dönüp dönmeyeceklerini düşünüyorlardı. Çünkü Allâh Teâlâ, O’na doğup büyüdüğü mübârek ve mukaddes yerin fethini nasîb etmişti. Safâ Tepesi’nde duâ etmekte olan Hazret-i Peygamber, Ensâr-ı Kirâm’ın bu tedirginliklerini sezdiler. Duâları bittikten sonra onların yanına gelerek:
“–Konuştuğunuz nedir?” diye sordular.
Onlar da endişelerini dile getirince, Allâh’ın Resûlü büyük bir vefâ örneği sergileyerek şöyle buyurdular:
“–Ey Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayâtım hayâtınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.”
Bu ifâdelerden sonra Ensâr’ın endişesi zâil oldu. (Müslim, Cihâd, 84, 86; Ahmed, II, 538)
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HAMD VE ŞÜKRÜ
Rasûl-i Ekrem Efendimiz Mekke’nin fethi sonrasında Allâh’a karşı şükrünü ve hamdini daha da ziyâdeleştirerek:
سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ وَأَتُوبُ اِلَيْهِ
“Ben Allâh’ın zât-ı sübhânîsini her vechile, yâni zâtında, sıfatlarında, fiillerinde, isimlerinde şânına yaraşmayan eksiklik şâibelerinden tenzîh ve takdîs ederim. O’na lâyık her türlü övgü ve tâzîmât ile hamd ederim. Allâh’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim.” zikrini, namazlarında, özellikle rükû ve secdelerde çokça okumaya başlamıştı. Hazret-i Âişe (r.anha) bunun sebebini sorunca Efendimiz:
“Rabbim bana ümmetimde bir alâmet göreceğimi, onu gördüğüm zaman bu zikri çokça yapmamı emretmişti. Ben o alâmeti gördüm.” buyurdu. (Müslim, Salât, 220)
Nitekim Nasr Sûresi’nde de kendisine yardım ve fetih geldiğinde ve insanların fevc fevc İslâm’a girdiklerini gördüğünde, tesbîhini daha da artırması ve istiğfâr etmesi emredilmişti.
FETHU’L-FÜTUH NE DEMEK?
Nasr Sûresi’nde geçen “nasr: yardım” kelimesinin bütün Araplara üstün gelmeye, “feth” kelimesinin de Mekke’nin fethine işâret ettiği söylenmiştir. “Feth” kelimesinin “açmak” mânâsından hareketle İbn-i Abbâs (r.a.) Mekke’nin fethine “Fethu’l-Fütûh” ismini vermiştir. Çünkü buradaki fetih, sâdece düşman elindeki bir şehrin alınmasından ibâret olmayıp Mescid-i Harâm’ın kontrolü ve Kâbe’nin fethi mânâsına da gelir. Aynı zamanda kalplerin Allâh’ın dînine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılmasını da ifâde eder. Yâni Peygamber Efendimiz, o gün içine girdiği şehirden ziyâde gönülleri fethetmiştir. Bu sebeple Mekke’nin fethedilmesi, İslâm fütühâtının başlangıcı kabûl edilmiştir. Derhâl bütün Arabistan’a ve oradan bütün cihâna yayılan İslâm’ın maddî ve mânevî fütûhâtı, Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır. Zîrâ bütün kabîleler İslâm’a girmek için Mekke’nin fethini gözlüyorlar ve:
“O’nu kavmi ile baş başa bırakın, eğer onlara üstün gelebilirse O peygamberdir.” diyorlardı. (Buhârî, Meğâzî, 53)
Hasan-ı Basrî’den nakledildiğine göre Resûlullâh, Mekke’yi fethedince Araplar:
“Allâh Teâlâ Mekkelileri Fil sâhiplerinin ordusundan korumuşken, Muhammed (s.a.v.) mâdem ki Mekkelilere üstün geldi, o hâlde sizin eliniz O’na erişemez.” dediler ve fevc fevc Allâh’ın dînine girdiler. (Elmalılı, IX, 6236-6238)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/peygamberimizin-ahde-vefasi.html



28.06.2019 Tarihli Diyanet Cuma Hutbesi: BİR MUKADDES YOLCULUK: HAC


28.06.2019 Tarihli Diyanet Cuma Hutbesi: BİR MUKADDES YOLCULUK: HAC


Muhterem Müslümanlar!

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “İnsanlar için yapılmış ilk ev, Mekke’de inşa edilen, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olan Kâbe’dir. Orada apaçık deliller, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Gitmeye gücü yetenin Kâbe’yi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim bunu inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.”1


Aziz Müminler!

Hac, Peygamber Efendimizin ifadesiyle, İslam binasının üzerine oturduğu beş temel esastan biridir. Hac, Rabbimizin rızasını kazanmak için Kâbe’yi tavaf etmek, Arafat’ta vakfeye durmaktır. Mübarek bir yolculukla dünyanın dört bir yanından Mekke’ye gelen müminlerin, uzaklarda iken günde beş vakit yöneldikleri Kâbe’nin gölgesinde buluşmalarıdır. Allah’ın evini ziyaret için yola çıkan bu müminlere Kur’an-ı Kerim’de şöyle seslenilir: “Hac bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca karar verip niyet ederse, bilsin ki hac sırasında cinsel davranışlarda bulunmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Ahiret için azık toplayın. Kuşkusuz, azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri, bana karşı gelmekten sakının!”2


Kıymetli Müslümanlar!

Hacca niyet edip yola düşen Müslüman, bedeniyle ihrama, ruhuyla takva elbisesine bürünür. Allah ve Resûlü’nün emirlerine tabi olacağına, her türlü günah, kötülük ve çirkinlikten uzak duracağına söz verir. Renkleri, dilleri, ülkeleri farklı ama gayeleri aynı olan mümin kardeşleriyle birlikte telbiye getirerek şöyle niyazda bulunur:
“Buyur Allah’ım buyur! Emrindeyim buyur! Senin hiçbir ortağın yoktur. Allah’ım buyur! Hamd sana mahsustur. Nimet de senin, mülk de senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur.”3

Peygamberimiz, “müminin telbiye getiren sesine taşların, ağaçların hatta toprağın eşlik ettiğini” söyler.4 Muhteşem bir kâinat korosu hacı adayıyla beraber duaya durur.


Muhterem Müminler!

Resûl-i Ekrem Efendimizin müjdesi, adım adım haccı yaşayan her Müslüman’ın yüreğinde karşılık bulur: “Allah tarafından kabul edilmiş haccın karşılığı ancak cennettir.”5  Bu müjdeye nail olmak isteyen hacı adayları Arafat’a çıkar, mahşerin provasını yapar. Arafat, hakikati bilmek, marifete ermek, ölmeden önce kendini hesaba çekmektir.

Arafat vakfesinden sonra bir sel gibi akarak Müzdelife’ye gelen hacılar, buradan Mina’ya geçer. Müzdelife, ikinci kez Allah’ın huzurunda vakfeye durarak bilinçlenmek; Mina ise dünyalık sevgileri aşıp sadece Allah’ın rızasını temenni etmektir.

Cemeratta şeytan taşlayan mümin, aslında şeytanla beraber kendisini günaha davet eden nefsini, hırsını, tutkularını da bir bir taşa tutar. Sonra ziyaret tavafını yapmak üzere Kâbe’ye yönelir. Bakışlarını Kâbe’ye, gönlünü Hakk’a çevirir.

Hac esnasında kesilen kurbanlar ise Allah’ın nişaneleridir. Ancak kesilen hayvanların ne etleri, ne de kanları Rabbimize ulaşacaktır. O’na ulaşacak olan yalnızca takvamızdır.


Aziz Müslümanlar!

Hac, mümin için tam manasıyla bir dönüm noktasıdır. Hacılar Hz. İbrahim’in vefasını, Hz. İsmail’in teslimiyetini, Hz. Hacer’in tevekkülünü kuşanır. Onlar gibi Hak yoluna canını kurban etmeye adanır. Peygamberimizin ayak izlerinin olduğu yerlerde dolaşan her hacı, sabrı, şükrü, dirilişi ve huzuru bir arada yaşar. Bu kutsal yolculuk için heybesini takva azığıyla dolduran mümin, azığını tüketmemek adına her türlü kötü söz ve olumsuz davranıştan uzak durmalıdır. Hac ibadetini yaparken hiçbir canlıyı incitmemeli ve tabiata asla zarar vermemelidir. O güne kadar yaptığı hataları ve işlediği günahları arkasında bırakarak mübarek beldelerden ayrılan hacı, kalan hayatında bir daha bu yanlışlara dönmemelidir.

Bu vesile ile cemaatimizden hacca gidecek olan bütün kardeşlerimizin haclarının mebrur olmasını Yüce Rabbimden niyaz ediyorum. Hutbemi Resûl-i Ekrem (s.a.s)’in şu hadisiyle bitiriyorum: “Hacca gidenler ile umreye gidenler, Allah’ın elçileridir. Allah’a dua ederlerse, Allah onların dualarını kabul eder ve Allah’tan günahlarının bağışlanmasını isterlerse Allah onların günahlarını bağışlar.”6

1 Âl-i İmrân, 3/96,97.
2 Bakara, 2/197.
3 Müslim, Hac, 19,21.
4 Tirmizî, Hac, 14.
5 Buhârî, Umre, 1.
6 İbn Mâce, Menâsik, 5.
Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü


http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/Sayfalar/HutbelerListesi.aspx



GERÇEK MÜMİNİN ÖZELLİĞİ

GERÇEK MÜMİNİN ÖZELLİĞİ


 0

Müslümanı öteki insanlardan farklı kılan özellik…
Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân’dan -radıyallahu anh- rivâyet edildiğine göre Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)
HADİSİN AÇIKLAMASI
İmanı uğrunda Mekke müşriklerinin dayanılmaz işkencelerine uğramış olan bu çilekeş ve büyük sahâbînin rivâyet ettiği hadîs-i şerifte sevgili Peygamber Efendimiz, mü’minin imrenilecek durumuna, onun her hal ü kârda hayır üzere ve mutlu olduğuna dikkat çekmekte, dolayısıyla Müslümanları sabır ve şükre davet etmektedir. Bilinen bir gerçektir ki, hayır içinde olmak, kâr etmek, mutlu yaşamak, yarınlara umutla bakmak her insanın temel arzusudur. Şerre, kötülüğe, mutsuzluğa, zarara râzı olacak akıllı bir kişi düşünmek mümkün değildir. Zira böyle bir şey fıtrata aykırıdır.
Bunun yanında dünyanın meşakkatler, sıkıntılar külfetler ve tezatlar yurdu olduğu da bir başka gerçektir. Bu sebeple tezatlar içinde doğruyu bulmak, sıkıntılar içinde mutlu olabilmek, külfetler içinde boğulmadan, kötülüğe kapılmadan hayr üzere hayatı sürdürebilmek büyük bahtiyarlıktır. İşte insanı bu bahtiyarlığa ve başarıya ulaştıran özellik tek kelime ile iman’dır. Çünkü iman duygu ve davranışlarda orta hallilik (itidal) ve hayırda devamlılık (istikrar) kaynağıdır. İnsanlar hatayı itidallerini kaybettikleri anda işlerler. İman, ilâhî irâde ile irtibat kurmak demektir. Bu irtibat kesintiye uğrarsa, insan tehlike, zarar ve şerle karşı karşıya kalır.
SADECE GERÇEK MÜMİNE HAS ÖZELLİK
Hayat sevinç-üzüntü şeridi halinde devam edip gider. Sevinç vesileleriyle karşılaşınca şımarmak, üzüntü sebepleriyle yüz yüze gelince  ölçüsüz şekilde üzülmek, mü’minin iradesini, aşırılıktan uzak orta halli yaşayışını etkileyip onu büyük yanlışlara sürükleyebilir. İşte bu tehlikeli ortamdan mü’min, nimete kavuşunca şükretmek, sıkıntıya düşünce sabır göstermekle kurtulur.
Hadisimiz, olgun  Müslümanın öteki insanlardan farklı olan bu özelliğine işâret etmekte, inananlara hayat mücâdelesinde güçlü ve mutlu olmanın en doğru yolunu göstermektedir.
İnsanların olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler değişiktir. Çok büyük sevinç anlarını geçiştiriveren kişilerin yanında, her türlü kaydı unutmuş görünerek, olmadık aşırılıklara düşenler de görülmektedir. Büyük sıkıntıları büyük bir metânetle karşılayanlar olduğu gibi, çok küçük sıkıntıları bile dayanılması imkânsız felâketmiş gibi büyütüp feryâd ü figân edenler, hatta işi daha da ileri götürüp – Allah saklasın – kendi canına kıyanlar, intihara kalkışanlar da bulunmaktadır.
Unutulmamalıdır ki, şükür şımarıklığa, aşırılığa, dolayısıyla nimetin zevâline engel olma irâdesidir. Sabır, belâyı daha başka belâlara sebep kılmama, günahı günahlara gerekçe yapmama disiplinidir. Hadisimiz, bu irade ve disiplinin sadece olgun mü’mine has olduğunu haber vermekte, imanın, tepkilerimize olan etkisini gözler önüne sermektedir.
MÜMİN OLMAK NE DEMEK?
Hadisimizden anladığımıza göre, mü’min olmak demek, belâ ve sıkıntıya uğramamak demek değildir [bk. Ankebût Sûresi (28), 2]. Öteki insanlar gibi mümin de sıkıntılarla karşılaşır, imtihan olunur. Ne var ki o, bu sıkıntı ve musibet ortamından kurtulma imkânına, sabır gibi bir can yeleğine sahiptir.
O halde “çekilmesi güçleşen dünya hayatı”nın, “yaşanması istenen” bir hayat haline gelebilmesi için gerçek anlamda mü’min olma yarışına girmek lazımdır. “Dayanıklı mü’min” olmak konusunda öteki mümin kardeşlerimize destek olmak gerekmektedir. Hadisimizin ihtivâ ettiği hayret karışımı takdirin ve teşvikin anlamı bu olsa gerektir.
HADİSTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ
1. İman, belâ ve musibete uğramaya mâni değildir.
2. Sabretmek suretiyle belâ nimete dönüştürülebilir.
3. Nimete şükür, nimetin arttırılmasına sebep olduğu gibi, belâya sabır da onun hayra dönüşmesine vesile olur.
4. Şükür ve sabır, bütün hayatı hayır üzere geçirme imkânıdır. Bunu da Allah Teâlâ mü’minlere ihsan buyurmuştur.
Kaynak: Riyâzü’s-sâlihîn, Erkam Yayınları




27 Haziran 2019 Perşembe

RU’YETULLAH NEDİR?

RU’YETULLAH NEDİR?


 0

Cennette Allah’ın görülmesi meselesine ne denir?
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına mazhar olan bir kul için ilâhî ikramların zirvesi, “Ru’yetullah”, yani Allah Teâlâ’yı görüp O’nun yüce cemâlini seyredebilmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar! Rab’lerine bakarlar.” (el-Kıyâme, 22-23) Bunun üstünde bir saâdet ve bundan daha büyük bir nîmet de yoktur.
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle haber vermişlerdir:
“Cennet ehli Cennet’e girince Allah Tebâreke ve Teâlâ onlara:
«‒Size artırmamı istediğiniz başka bir nîmet var mı?» diye sorar.
Onlar:
«‒Yâ Rabbi! Yüzümüzü ak etmedin mi? Bizi Cennet’e koyup Cehennem’den kurtarmadın mı, (daha ne isteyelim)?!» derler.
İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldırır (ve Cemâlullâh’ı seyrederler). Onlara, Rab’lerine bakmaktan daha sevimli bir nîmet verilmemiştir.” (Müslim, Îmân, 297; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 11)
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, Allah âşıklarının hâlini şöyle târif etmektedir:
“Cenâb-ı Hakk’ın bazı has kulları vardır ki, eğer Cennet’te onları «Cemâl-i bâ-kemâl»inden birazcık mahrum bırakacak olsa, Cehennemliklerin azaptan kurtulmak için Allah Teâlâ’ya yalvardıkları gibi, onlar da bu mahrûmiyetten kurtulmak için yalvarırlar.”[1]
MÜSLÜMANIN ÜÇ BAYRAMI
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri de şöyle buyurur:
“Bizim üç bayramımız vardır. Birincisi; Ramazan (ve Kurban) bayramıdır. Bu, (bazı fedakârlıkların âdeta şehâdetnâmesi olarak lûtfedilen,) insan tabiatının/nefsin bayramıdır. İkincisi; kâmil îmanla göçmek şartıyla ölüm bayramıdır ki bu, büyük bir bayramdır. Üçüncü ve en büyük bayram ise âhirette Allâhʼın (cemâlinin) tecellîsine mazhar olunduğu zamanki bayramdır.”[2]
MÜMİN NASIL YAŞAMALI?
Velhâsıl, Cennet ve Cemâlullah ile müşerref olmak isteyen her mü’minin, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde, takvâ üzere bir kulluk hayatını, aşk ve vecd içinde yaşamaya gayret etmesi gerekir. İmâm Şârânî Hazretleri der ki:
“Ey kardeşlerim! Yüce Allâh’ın Kitâbı’nda anlattığı Cennetlerin nîmetlerini düşünerek sâlih amelleri ve iyilikleri çoğaltınız! Çünkü dînin her emrettiği şey için Cennet’in nîmetleri içinde bir derece vardır. O nîmetlere ise ancak o emri işlemekle nâil olunur.”[3]
Ayrıca kulun, hayatının her safhasında, ancak rızâ-yı ilâhî ile mümkün olan Cennet’i ciddiyetle talep etmesi ve aynı hassâsiyetle de gazab-ı ilâhînin tecellîgâhı olan Cehennem’den Allâh’a sığınması îcâb eder.
Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;
“Kendilerine Kitap verdiğimiz mü’minler, onu nasıl tilâvet etmek lâzımsa öyle tilâvet ediyorlar…”[4] âyet-i kerîmesini şöyle tefsir etmiştir:
“Cennet’in zikredildiği âyetleri okuyunca Allah’tan Cennet’i ister, Cehennem’den bahsedilen âyetler gelince de Cehennem’den Allâh’a sığınırlar.” (İbn-i Ebî Hâtim, Tefsîr, I, 218; Ali el-Müttakî, Kenz, II, 357/4230)
Dipnotlar:
[1] Ebû Nuaym, Hilye, X, 34; Kuşeyrî, Risâle, s. 499.
[2] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. 2, sf. 200.
[3] İmâm Şârânî, Ölüm Kıyâmet Âhiret, s. 48.
[4] el-Bakara, 121.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları




26 Haziran 2019 Çarşamba

KUR’AN’DAKİ PARMAK İZİ MUCİZESİ

KUR’AN’DAKİ PARMAK İZİ MUCİZESİ


 1
Kur’an’da bahsedilen parmak izi mucizesi…
Allah Sâni’dir. Yarattığını sanatla yaratandır. Allah Hakîm’dir. Yarattığını hikmet ile yaratandır.
PARMAK İZİ MUCİZESİ
İnsanın parmak izi muhteşemdir. Bugün bir şifre olarak parmak iziyle açılan bilgisayarlar ve kapılar kullanılmaktadır. Zira her insanın parmak izi farklıdır. Hattâ insanın her bir parmağının izi diğerinden farklıdır. Parmak izinin, âdeta bir seri veya tescil numarası gibi her insan için ayrı ve husûsî bir şeklinin olduğu, 19. asrın sonlarında keşfedilmiş ve bilhassa emniyet ve hukukta hüviyet tespiti için kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde “Daktiloskopi” denilen ve parmak izlerini inceleyen bir ilim dalı bulunmaktadır.
İnsana bu husûsiyeti bahşeden Cenâb-ı Hak, 1400 sene evvel nâzil ettiği Kur’ân âyetlerinde bu ilâhî hârikaya dikkat çekmiştir. Kıyâmet günü insan bedenini tekrar diriltirken parmak uçlarını bile eski hâlinde düzenleyeceğini haber vermiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını bile aynen eski hâlinde düzenlemeye gücümüz yeter.” (el-Kıyâme, 3-4)
Görüldüğü gibi dâimâ Kur’ân-ı Kerîm önden gitmekte, beşerî ilim onu tasdik ederek ardından gelmektedir. Tıpkı parmak izi gibi, insanların gözleri de birbirinden farklıdır. Şifre yerine, sahibini gözünden tanıyarak çalıştırılan makineler, açılan bilgisayarlar veya kapılar, günlük hayatta giderek yaygınlaşmaktadır. 1 cm2 bile olmayan küçücük bir alanda sonsuz farklılıkları yaratan Allah Teâlâ ne yücedir!
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Tefekkür, Erkam Yayınları




ALLAH KİMLERE RAHMET EDER?

ALLAH KİMLERE RAHMET EDER?


 0

Allah (c.c) kimlere merhamet eder? Merhametin en güzel örnekleri nelerdir? Merhametin insan ahlakı üzerinde tecellileri ve güzelliği…
Îmânın ilk meyvesi olan merhamet, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve muhabbetini celb eden en büyük müessirdir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde bu hakîkati şöyle ifade buyurmuşlardır:
“Merhametliler (var ya!)… Rahmân, işte onlara merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündeki(ler) de size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58; Tirmizî, Birr, 16)
MERHAMETİN EN GÜZEL TEZAHÜRÜ HİZMET ETMEKTİR
Merhametin en mühim tezahürlerinden biri de, hiç şüphesiz ki hizmettir. Hizmetin şümûlü ise çok geniştir. Meselâ İslâm’ı yaşamak ve yaşatmanın gayretinde olmak büyük bir hizmettir ve gönüldeki engin merhametin bir tezahürüdür. Gönlü yaralı bir kimsenin yarasına merhem olmak büyük bir hizmettir ve kalpteki şefkat ve merhametin bir nişanesidir. Allah rızâsını tahsil için yapılan her gayret ve çalışma hizmettir ve yüreklerdeki coşkun îman ve merhametin bir neticesidir. Yine meşrû bir zaruret dolayısıyla borçlanacak bir kimseye borç vererek onun ihtiyacını gidermek de bir hizmettir ve merhamet mahsulüdür.
HAYIRLARINIZI BOŞA ÇIKARMAYIN!
Lâkin bütün bu hizmetleri îfâ ederken kalp kırmamaya, gönül incitmemeye gayret göstererek nezaket ölçülerine riayet etmek şarttır. Çünkü; “Hizmette edep, hizmetten daha azizdir.” Aksi takdirde şu ilâhî îkâza muhatap olunur:
“…Yaptığınız hayırlarınızı başa kakmak ve incitmek sûretiyle boşa çıkarmayın!..” (el-Bakara, 264)
Zira Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri’nin buyurduğu gibi;
“İnfak hususunda aslında veren kimsenin alan kimseye karşı büyük bir teşekkür edası içinde olması gerekir. Çünkü veren, alan kimse vesîlesiyle dünya ve âhiretteki birçok iptilâ, musibet ve sıkıntılardan kurtulmuş olacaktır; hepsinden daha mühimi Allâh’ın rızâsını kazanacaktır.”
Muhterem pederim Musa TOPBAŞ g de, sadaka ve infak hususunda nezaket ve edebe son derece hassasiyet gösterir ve alan kimselerin mihnet altında kalmamalarını temin için zarfların üzerine îtinâ ile;
“Muhterem ……….. Efendi, kabul buyurduğunuz için teşekkür ederiz.” ifadesini yazarak, ilâhî rızâya vesîle olduğu için muhatabına karşı samimî bir teşekkür hissiyâtı içinde olurdu.
Unutulmamalıdır ki, mülkün yegâne sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Kulun bütün varlığı, Allâh’ın kendisine ihsân ettiklerinden ibarettir. Ve Rabbimiz kulundan cimrilik göstermeyip infakta bulunmasını talep etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“…Sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. De ki; «İhtiyaç fazlasını»…” (el-Bakara, 219)
Dolayısıyla herkes, kavuştuğumuz bu mübarek ayda Cenâb-ı Hakk’a yakınlık kazanmak için imkânı ölçüsünde vermeye çalışmalı. Peki, elinde olmayan nasıl verecek? Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ashâbın en fakirlerinden olan Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a hitâben buyurduğu şu sözler, bu hususta ne kadar mânidardır:
“Yâ Ebâ Zer! Çorbana su kat!” Çünkü Ebû Zer’in çorbasına koyacak dânesi yoktu, çorbasını ancak su ile çoğaltabilirdi.
KOMŞUNU GÖZET
Efendimiz’in ona ikinci emri ise şöyle oldu:
“Komşunu gözet!”
Zira mü’min, mü’mine zimmetli. Bugün acaba kaç kişi, civârındaki hânelerden haberdar? Kaç kişi komşuları arasındaki ihtiyaç sahibi, dul, yetim ve gariplerin hâlini araştırıp dertlerine derman olmanın gayretinde?
Hâlbuki etrafımızdaki hânelerde ihtiyaç sahibi bir yetim var mı, dara düşmüş bir garip var mı,  arayıp bulmak, bir mü’minin aslî vazifesi. Âyet-i kerîmede “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…”[1] buyruluyor.
Efendimiz’in Ebû Zer’e bir diğer emri ise şöyle oldu:
“(Verirken de) mâruf üzere (nezâketle) ver.” (Müslim, Birr, 142-143) Yani kalp kırmadan, gönül incitmeden ver… Tepeden bakmadan ver. Sana lûtfedilen her nîmetin bir şükrânesi olarak nezâketle ver.
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın, İstanbul şühedâsının âilelerine, onları rencide etmemek için büyük bir titizlik göstererek akşamın loş karanlığında, kapalı kaplar içinde yemek göndermesi, bizlere infak esnâsında göstermemiz gereken nezâket ve inceliğin müstesnâ bir misalini sergilemektedir.
Yine Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın;  “hizmetkârların kırdığı veya zarar verdiği eşyaları, onların haysiyet ve şahsiyetleri rencide olmasın diye tazmin etmek” gâyesiyle kurduğu vakıf, ne zarif bir hassâsiyet örneğidir.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Ey insanlar! Ölmeden evvel Allâh’a tevbe ediniz! Sizi meşgul edecek birtakım sıkıntı ve meşakkatlerle karşılaşmadan evvel, sâlih amellere koşunuz! Allâh’ı çok çok zikretmek ve gizli-açık bol bol sadaka vermek sûretiyle, O’nun, üzerinizdeki hakkını îfâya gayret ediniz ki rızka nâil olasınız, yardım göresiniz ve ıslâh edilesiniz!” (İbn-i Mâce, İkāme, 78)
Ayrıca bilinmelidir ki, meşrû bir ihtiyacı dolayısıyla dara düşmüş bir kimseye borç vermek, sadakadan daha efdaldir. Nitekim hadîs-i şerîfte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Mîrac gecesinde Cennet’in kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm:
«Sadaka, on misliyle mükâfatlandırılacaktır. Ödünç para ise on sekiz misliyle…»
Ben:
«–Ey Cibrîl! Ödünç verilen şey, niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
«–Çünkü yoksul, (ekseriyetle) yanında az-çok para bulunduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyacı sebebiyle talepte bulunur.» cevâbını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)
Cenâb-ı Hak, kullarının, kendi rızâsı istikâmetinde yaptıkları hayırları ve infâk ettikleri sadakaları; “Karz-ı hasen: En güzel borç” nâmıyla kabul etme lûtfunda bulunmaktadır. Üstelik bu borcu bizzat kendisinin, hem de kat kat fazlasıyla ödeyeceğini şöyle taahhüd etmektedir:
“Kim Allâh’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.” (el-Hadîd, 11)
“…ALLAH TEÂLÂ DA O KİMSENİN AYIP VE KUSURUNU ÖRTER.”
Allâh’ın rızâsını tahsil maksadıyla yapılan her türlü mâlî harcamanın Allâh’a verilen bir borç olarak zikredilmesi, verilenin Allah katında aslâ zâyî olmayacağına, karşılığının sevap ve mükâfat olarak mutlakâ geri döneceğine dâir bir nevî ilâhî vaaddir.
Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfi, bir mü’minin ihtiyacını gidermek husûsunda ne büyük bir müjdeyi ihtivâ etmektedir:
“Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)
İslâm’ı hayatlarının mihveri kılan şanlı ecdâdımızın emsâli görülmemiş bir nezâket eseri de, muhtaçların sıkılmadan ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için ihdâs edilen “Sadaka Taşları” olmuştur. Üzerinde hafif bir oyuk bulunan bu taşlar, mahallenin münâsip yerlerine yerleştirilirdi. Hâli-vakti yerinde olanlar; “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde” infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın üzerindeki çukura bırakırlardı.
Daha sonra semtin fazîletli ve iffetli fakirleri de ihtiyaçları kadar parayı oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi. Durumları düzeldiğinde ise aldıklarını kat kat fazlasıyla oraya geri bırakırlardı.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den naklettiği şu hâdise, ödemek niyetiyle alınan bir borcun geri ödemesinde Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî yardımını ne güzel bir sûrette sergilemektedir:
“İsrâiloğullarıʼndan bir kimse, arkadaşından bin dinar borç talep etti. O ise:
«‒Bana şâhitlerini getir, onların huzurunda vereyim de şâhit olsunlar!» dedi.
Borç isteyen kimse:
«‒(Fânîlerden şâhidim yok.) Şâhit olarak Allah yeter!» dedi.
Diğeri:
«‒Öyleyse buna kefil getir.» dedi.
Borç isteyen:
«‒Kefil olarak Allah yeter!» dedi.
Diğeri:
«‒Doğru söyledin.» dedi ve belli bir vâdeye kadar parayı ona verdi.
Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu, vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, fakat bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Borçlu olduğu kimseye hitâben yazdığı mektupla birlikte bin dinarı o oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapatıp düzledi ve denize getirip (gönlündeki engin îmânı ve Cenâb-ı Hakk’a olan tevekkül, teslîmiyet ve îtimâdını serdedercesine):
«‒Ey Allâh’ım! Biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım.
Benden kefil isteyince, “Kefil olarak Allah yeter!” demiştim. O da kefil olarak Sen’den râzı olmuştu.
Yine benden şâhit istediğinde, “Şâhit olarak Allah yeter!” demiştim. O da şâhit olarak Sen’den râzı olmuştu. Ben ise şimdi malını ona göndermek üzere bir gemi bulmak için gayret ettim, fakat bulamadım. Şimdi onu Sana emânet ediyorum!» dedi ve odun parçasını denize attı. Odun (deniz üzerinde yüzerek gözden) kayboldu.
Sonra oradan ayrılıp memleketine gidecek bir gemi aramaya devam etti.
Diğer taraftan borç veren kimse de parasını getirecek bir gemi gelir ümidiyle (sahilde ufuklara) bakmaya başladı. Bu arada, içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu âilesine odun yapmak üzere aldı. Odunu testere ile bölünce, içinde para ve mektup olduğunu gördü.
Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinar getirdi ve:
«‒Malını getirmek için durmadan gemi aradım, ancak bundan önce gelen bir gemi bulamadım.» dedi.
Alacaklı:
«‒Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?» diye sordu.
Borçlu:
«‒Ben sana, bindiğim gemiden önce bir gemi bulamadığımı söylüyorum.» dedi.
Alacaklı:
«‒Allah Teâlâ Hazretleri, odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı bize ulaştırdı ve senin yerine borcunu ödedi. Şimdi bu getirdiğin bin dinarı geri al ve selâmetle git!» dedi.” (Buhârî, Kefâlet 1, Büyû 10)
Velhâsıl âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a gönül hoşluğuyla borç (karz-ı hasen) verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük olmak üzere!..” (el-Müzzemmil, 20)
Rabbimiz, cümlemizi ince, rakik ve hassas gönüllü, infâk ehli kullarından eylesin. Gönüllerimizi, bütün mahlûkātı içine alan bir rahmet dergâhı kılsın. Âmîn!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Mayıs Sayı: 171