30 Haziran 2018 Cumartesi

İHLÂS VE NİYET

 
İHLÂS VE NİYET 
 
Âyetler
قَالَ اللَّه تعالى : { وَمَا أُمِرُوا إِلاَّ لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ }
1. “Onlara sadece şu emredilmişti: Bâtıl dinleri bırakarak yalnız Allah’a yönelip ona itaat etsinler, namazı kılsınlar, zekâtı versinler. İşte doğru din budur.”                        Beyyine sûresi (98), 5
Yahudi ve hıristiyanlara tıpkı İbrâhim aleyhisselâm gibi olmaları, Allaha hiçbir şeyi ortak koşmamaları, ona kayıtsız şartsız boyun eğmeleri, mütevâzi ve saygılı davranmaları emrolunmuştu. Kendilerinden sapık fikirleri bırakmaları, yalnızca Allah’a ibadet edip namaz kılmaları, zekât vermeleri istenmişti. Zaten Allah tarafından gönderilen bütün kitaplarda yazılan budur. Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse ilâhî dinlerde değişmeyen üç esas vardır: Allah’a imân etmek, namaz kılmak ve zekât vermek. Fakat onlar bu emirlere uymadılar. İşte bu sebeple müslümanların ihlâs, samimiyet ve dürüst bir niyetle Allah’ın buyruklarını yerine getirmeye çalışmaları şarttır. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymayan yahudi ve hıristiyanlara hiçbir şekilde benzememeleri gerekmektedir.
وقَالَ تعالى :  { لَنْ يَنَالَ اللَّهَ لُحُومُهَا وَلا دِمَاؤُهَا وَلَكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنْكُمْ }
2. “Kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a sadece sizin ihlâs ve samimiye-tiniz ulaşır.”                                                                                                                                     Hac sûresi (22), 37
Kurbanın akıtılan kandan ve dağıtılan etten ibaret olduğu zannedilir. İnsanlar için durum böyle olabilir. Allah Teâlâ kurbanın ne etine, ne de kanına bakar. Onun için önemli olan, hayvanın sırf Allah rızâsı için kesilmesidir. Kurban edilen hayvan Allah rızâsı için kesilmiyorsa, o kurbanın hiçbir değeri yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın değer verdiği, karşılığında mükâfat yazdığı şey insanın ihlâsı, iyi niyeti ve samimiyetidir.
وقَالَ تعالى :  { قُلْ إِنْ تُخْفُوا مَا فِي صُدُورِكُمْ أَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللَّهُ }  .
3. “De ki, gönlünüzdeki duyguları saklasanız da, açıklasanız da Allah hepsini bilir.” Âl-i İmrân sûresi (3), 29             
Gizlilik veya açıklık insanlar için söz konusudur. Allah Teâlâ insanların gözlerden uzakta gizlice yaptığı şeyleri bildiği gibi, kalblerinden geçen duygu ve düşünceleri de bilir. Allah’a inanan, onun gönderdiği dini benimseyen bir kimse bütün davranışlarını, hatta gönlünden geçen duyguları bile kontrol etmelidir.
Hadis:
1- وعَنْ أَميرِ الْمُؤْمِنِينَ أبي حفْصٍ عُمرَ بنِ الْخَطَّابِ بْن نُفَيْل بْنِ عَبْد الْعُزَّى بن رياح بْن عبدِ اللَّهِ بْن قُرْطِ بْنِ رزاح بْنِ عَدِيِّ بْن كَعْبِ بْن لُؤَيِّ بن غالبٍ القُرَشِيِّ العدويِّ . رضي الله عنه ، قال : سمعْتُ رسُولَ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقُولُ
 « إنَّما الأَعمالُ بالنِّيَّات ، وإِنَّمَا لِكُلِّ امرئٍ مَا نَوَى ، فمنْ كانَتْ هجْرَتُهُ إِلَى الله ورَسُولِهِ فهجرتُه إلى الله ورسُولِهِ ، ومنْ كاَنْت هجْرَتُه لدُنْيَا يُصيبُها ، أَو امرَأَةٍ يَنْكحُها فهْجْرَتُهُ إلى ما هَاجَر إليْهِ » متَّفَقٌ على صحَّتِه. رواهُ إِماما المُحَدِّثِين: أَبُو عَبْدِ الله مُحَمَّدُ بنُ إِسْمَاعيل بْن إِبْراهيمَ بْن الْمُغيرة بْن برْدزْبَهْ الْجُعْفِيُّ  الْبُخَارِيُّ، وَأَبُو الحُسَيْنِى مُسْلمُ بْن الْحَجَّاجِ بن مُسلمٍ القُشَيْريُّ  النَّيْسَابُوريُّ رَضَيَ الله عَنْهُمَا في صَحيحيهِما اللَّذَيْنِ هما أَصَحُّ الْكُتُبِ الْمُصَنَّفَة .
1. Mü’minlerin emîri Ebû Hafs Ömer ibni Hattâb radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”
Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu’l-ensâr 45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60; Talâk 24, Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26
Hz. Ömer
Hz. Ömer Kureyş kabilesinin Benû Adî kolundan olup soyu Peygamber Efendimiz’in soyu ile birleşir. Hadisimizin başında Nevevî’nin zikrettiği bu nesep zinciri şöyledir:
Ömer - Hattâb - Nüfeyl- Abdüluzzâ - Riyâh - Abdullah - Kurt - Rezâh - Adî - Ka`b - Lüey - Gâlib
Hz. Ömer Resûl-i Ekrem’den 10 yaş kadar küçüktü. İslâmiyet ile şereflenmeden önce müslümanlara pek eziyet ederdi. Nüfuzuyla, güç ve kuvvetiyle tanınmış bir yiğit olduğu için, onun müslüman olması diğer müslümanları güçlendirdi. İslâm ile şereflendiği gün Kâbe’ye giderek namaz kıldı. Diğer müslümanlar da ilk defa o gün Kâbe’de namaz kıldılar.
Medine’ye hicret edince, şehir merkezine bugün 3 km. uzaklıkta bulunan Kuba’ya yerleşti. Gün aşırı Resûl-i Ekrem’i ziyaret ederek, bütün gün onun yanında kalırdı. Medine’de Hz. Ebû Bekir’le birlikte Resûlullah’ın en büyük yardımcısı oldu. Onun katıldığı bütün savaşlarda bulundu. Kızı Hafsa’yı onunla evlendirerek Hz. Peygamber’in kayın pederi olma şerefini elde etti. Resûlullah Efendimiz’i o kadar derin bir muhabbetle severdi ki, onun vefat ettiğini duyunca büyük bir şoka girdi. Kılıcını çekerek, Peygamber öldü diyenleri ikiye biçeceğini söyledi.
Son derece doğru ve isabetli düşünürdü. Henüz hakkında vahiy gelmeyen 15-20 önemli konuda Hz. Peygamber’e başvurarak o hususlarda âyet indirmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmesini istedi. Bazan da o konulardaki kanaatini Hz. Peygamber’e arzetti. Hz. Ömer’in açıklık getirilmesini istediği hususlarda âyetler nâzil oldu. Hakkında âyet nâzil olan bu konulara, Ömer’in âyete uygun görüşleri anlamında “Muvâfakât-i Ömer” denmiştir (Bu konuda geniş bilgi için bk. Tecrîd Tercemesi, II, 349-353).
Hz. Ebû Bekir’in vefâtından sonra İslâm’ın ikinci halifesi oldu. İran, Irak, Suriye, Mısır topraklarını İslâm ülkesine kattı. Kudüs, Azerbaycan, Ermenistan, Horasan, İskenderiye onun zamanında fethedildi. Basra, Kûfe, Musul gibi büyük şehirleri kurdu. Eşsiz adalet anlayışıyla, dünya tarihinde benzeri görülmeyen adalet örnekleri verdi. Yardıma muhtaç olan herkese maaş bağladı. Devlet idâresinde önemli yenilikler yaptı. İdârî, adlî, mâlî ve askerî teşkilât kurdu. İslâm’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslâmî ilimlerin daha geniş muhitlere yayılması için faaliyet gösterdi. İslâmiyet’i uzun yıllar boyu bizzat Resûlullah Efendimiz’den öğrenmesi sebebiyle İslâm Hukuku’nun birçok meselesinde şahsî görüşleri vardı.
Hz. Ömer sert tabiatına rağmen pek mütevâzi bir insandı. Yamalı gömlek giyer, dul kadınların evine sırtında su taşır, çıplak döşemede yatıp uyur, develeri kendi eliyle kaşağılayıp temizlerdi. Halifeliği süresince geceleri sokak sokak dolaşır, herkesin şikâyetini dinler, halkın dertlerine çözüm getirirdi. Çok güzel konuşur, hikmetli sözler söylerdi. Mert ve doğru sözlü olanları sever, kendini tenkid etseler bile onlara gücenmezdi. Halka hitap ettiği birgün, yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu.
Cemaatten biri hemen ayağa kalkarak:
- Seni kılıcımızla doğrulturuz, demişti.
Hz. Ömer adamın cesaretini denemek için:
- Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun? diye sormuş, o adamın gözünü kırpmadan:
- Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum, demesine pek sevinmiş ve:
- Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var, demişti.
Hz. Ömer hicretin 24. yılında Zerdüşt bir köle tarafından şehid edildi ve Hz. Peygamber’in ayakları dibine gömüldü.
Allah ondan razı olsun.
Açıklamalar
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir” hadisi, insanın kazanacağı sevap ve günahlar ile yakından ilgili ve son derece önemlidir. Ahmed İbni Hanbel, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Dârekutnî gibi büyük âlimler, bu hadisle, İslâmiyet’in üçte birinianlamanın mümkün olduğunu söylemişlerdir. İmâm Şâfiî, bu hadisin yetmiş ayrı konuyla ilgisi bulunduğunu, bu sebeple de onu din ilminin yarısı saymak gerektiğini belirtmiştir. İmâm Buhârî ise, kitap yazanlara bir nasihatte bulunarak, eserlerine bu hadisle başlamalarını tavsiye etmiştir.
Şimdi niyetin ne olduğunu görelim:
Niyet, bir işi Allah rızâsı için yapmayı kalbden geçirmektir.
İş ya kalble, ya dille veya diğer organlarla yapılır.
Kalbimizle yaptığımız işler, niyet ve düşüncelerimizdir.
Dilimizle yaptıklarımız konuşmalarımızdır.
Organlarımızla yaptığımız işler de fiil ve davranışlarımızdır. Sözler ve davranışlar çoğu zaman niyete bağlı olduğu için, iyi niyet bazan başlı başına bir ibadet olur.
Ameller yâni yapılan işler niyete göre değer kazanır sözü, çoğu zaman organlarımızla yaptığımız işleri kapsar. Yoldaki bir taşı, insanlara zarar vermesin düşüncesiyle ve sevap kazanmak ümidiyle kaldırıp atmak bir ibadet sayılır. Birinin malını meşrû olmayan yollardan elde etmeye karar vermişken, Allah korkusuyla bu düşünceden vazgeçmek de aynı şekilde sevap kazanmaya vesile olur.
Kalbden geçen düşünceler, iyi niyete dayandığı zaman Allah katında değer kazanır. Bu esnada kalbin uyanık ve şuurlu olması gerekir.
Dil bir şeye niyet ederken kalb bu düşünceye katılmazsa, niyet makbul olmaz. 7. hadîs-i şerîfte görüleceği üzere Allah Teâlâ bizim şeklimize, kalıbımıza değil, kalblerimize bakar, niyetlerimize değer verir.
Abdullah İbni Ömer’in âlim ve zâhid oğlu Medine’nin yedi fakihinden biri olan Sâlim, halife Ömer İbni Abdülazîz’e yazdığı mektupta şöyle demişti:
“Şunu iyi bil ki, Allah Teâlâ’nın kuluna yardımı, kulun niyeti kadardır. Kimin niyeti tam olursa, Allah’ın ona yardımı da tam olur. Niyeti ne kadar azalırsa, Allah’ın yardımı da o kadar azalır.”
Herkesin yaptığı işin karşılığını niyetine göre alması şu gerçeği vurguluyor: Yapılan bir ibadet ve herkesin takdirini kazanan bir hizmet görünüş bakımından kusursuz olabilir; ancak o ibadet ve güzel hizmetin samimi bir niyetle ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla yapılması şarttır. İnsanların takdir ve teveccühünü kazanmak veya hem Allah rızasını hem de insanların takdirini kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve hizmetlerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. Yapılan işleri Allah katında değerli kılan bizim ihlâs ve samimiyetimiz, yani o işleri sadece Allah rızası için yapmış olmamızdır. Meselâ insanlar beni görsün ve takdir etsin diye namaz kılmak, zekât vermek şirk derecesinde büyük bir günahtır. Fakat gösterişi aklından geçirmeyen bir mü’minin, başkalarını o ibadeti yapmaya teşvik etmek niyetiyle herkesin göreceği bir yerde namaz kılıp zekât vermesi faziletli bir davranıştır. Böyle bir mü’min hem görevini yapmış hem de iyi niyetinden dolayı ayrıca sevap kazanmış olur.
İyi niyete dayanmayan, sadece gösteriş için yapılan ibadetlerin ve güzel davranışların Allah katında hiçbir değeri bulunmadığını Peygamber Efendimiz ibretli bir misâlle ortaya koymuştur. Bu hadîs-i şerîfe göre kıyamet gününde ilk defa bir şehid hakkında hüküm verilecek. Allah Teâlâ ona ne yaptığını sorduğunda:
— Senin uğrunda çarpıştım, şehid edildim, diyecek. Fakat Cenâb-ı Hak ona:
— Yalan söyledin. Sana cesur adam desinler diye çarpıştın, buyuracak ve o adam yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.
 Daha sonra ilim öğrenip öğreten ve Kur’an okuyan bir kimse getirilecek. Ona da ne yaptığı sorulacak.
— İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızânı kazanmak için Kur’an okudum, diyecek. Allah Teâlâ ona:
— Yalan söyledin. İlmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kur’an’ı ise, güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim öyle de denildi, buyuracak. O adam da yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.
Hadîs-i şerîfin devamında zengin bir kimsenin huzura getirileceği, onun da malını Allah rızası için harcadığını söyleyeceği, ona, “cömert adam” desinler diye malını sarfettiği söyleneceği ve diğerleri gibi onun da cehenneme atılacağı belirtilmektedir(Müslim, İmâre 152).
Bu niyet hadisinden şöyle bir sonuç da çıkmaktadır:
Aslında ibadet olmayan bazı işler, iyi niyetle yapıldığı takdirde ibadete dönüşebilir. Meselâ yemek yiyen kimse, bu gıdalardan elde edeceği kuvvetle ibadet edeceğini düşünürse, yemek yerken bile sevap kazanmış olur. Normal ticaretini yapan kimse, işini en iyi şekilde yaparak insanlara hizmet etmeyi, onları aldatmamayı düşünürse, hem para hem de sevap kazanabilir.
Hadîs-i şerîfimizde “Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır”buyuruluyor. Hicret, bir şeyi terketmek demektir. Allah Teâlâ’nın yasak ettiği şeyleri terkedip yapmamak da genel mânâda hicret sayılmaktadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz:
“Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeyleri bırakan kimsedir” buyurur (bk. 1569 nolu hadis).
Hadiste sözü edilen hicretten maksat, kâfirlerin elinde bulunan vatanı bırakıp İslâm yurduna göçmek demektir. Hz. Peygamber ile ashâbı, Mekke’den Medine’ye bu maksatla göçmüşlerdir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in söylemek istediği şudur:
Bir adam hicret ederken dünyevî bir çıkar düşünmemiş, sadece Allah’ın rızasını kazanmayı ve Resûlullah’ı hoşnut etmeyi hedef almışsa, hicreti makbûl olmuştur; Allah ve Resûlü’ne hicret etme sevabını elde etmiştir. Kim de hicret ediyor görünse bile, aslında bir dünyalık elde etme veya bir kadınla evlenme arzusuyla yola çıkmışsa, onun hicreti makbul sayılmaz ve hiçbir sevap kazanamaz. Bu gerçeği Allah Teâlâ şöyle belirtmiştir:
“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz; ama onun âhirette bir nasibi olmaz” [Şûrâ sûresi (42), 20].
Bu hadîs-i şerîfin söylenmesine şöyle bir olayın sebep olduğu anlatılır:
Sahâbîlerden biri, Ümmü Kays adlı bir hanımla evlenmek ister. Fakat o günlerde Ümmü Kays Medine’ye hicret etmeyi düşünmektedir. Kendisiyle evlenmek isteyen sahâbîye, niyeti ciddî ise Medine’ye hicret etmeyi ve orada evlenmeyi teklif eder. Mekke’deki kurulu düzenini terketmeyi henüz düşünmeyen o sahâbî Ümmü Kays’la evlenmek arzusuyla Medine’ye hicret etmek zorunda kalır. Bu durumu bilen sahâbîler, Ümmü Kays’ın muhâciri anlamında “Muhâciru Ümmü Kays” diye takıldıkları o zâtın, hicret sevabı kazanıp kazanmadığını tartışmaya başlarlar. İşte o zaman Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfle meseleye açıklık getirerek herkesin niyetine göre sevap kazanacağını belirtir.
Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. Yapılan işlerden sevap kazanabilmek için o işlere iyi niyetle başlamak gerekir.
2. Niyetin kalben yapılması önemli olduğu için, bunu ayrıca dille söylemek şart değildir.
3. Allah rızası gözetilmeden yapılan işlerden sevap kazanılamaz.
4. İnsan göründüğü gibi olmalı, dünyevî bir çıkar için dini kullanmamalıdır.
5. İhlâs, niyet sağlamlığı demektir.
 
 (Riyâzü’s-sâlihîn.(Hadis Kitabı)  İmam-ı Nevevi)
 
KAYNAK:
 

--


İSLAM’DA EDEBİN ÖNEMİ NEDİR?

İSLAM’DA EDEBİN ÖNEMİ NEDİR?


 0

Edep, İslâm nazarında o kadar ehemmiyetlidir ki, onu kısaca târif etmek için “İslâm, edepten ibârettir.” denilebilir. Çünkü İslâmî emirlerin tamamı, aynı zamanda edep îcâbıdır. Yasaklar ise edebe muhâlif olan şeylerdir.
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- şöyle buyurur:
“Bütün edeplerin başı, hem rahatlıkta hem de darlıkta Allah Teâlâ’nın emirlerine riâyet etmek ve yasaklarından kaçınmaktır.”
Mü’minin edep ve ahlâkının güzel olması, îmânının da son derece kuvvetli olduğunun bir göstergesidir.[1] Yani edep, aynı zamanda kâmil îmânın bir aynasıdır.
EDEP VE GÜZEL AHLÂK
Edep, güzel ahlâkın zirve noktasıdır. Allâh’ın bir kimseye verdiği en hayırlı ve en kıymetli nîmet, güzel ahlâktır.[2] Kıyâmet günü mîzanda en ağır gelecek sevap, yine güzel ahlâktır.[3] Allah ve Rasûlü’nün en çok sevdiği ve cennette Peygamber Efendimiz’e en yakın olacak kimseler, âhlâkı güzel olan edepli kimselerdir.[4] O hâlde güzel ahlâk, ebedî saâdete ermeleri için insanlara bahşedilen bir nevî cennet vizesidir.[5]
Edep, hayvânî vasıflardan kurtulup insânî meziyetlerle ziynetlenmektir. Edep, her işin usûlüdür. Edep noksanlığı ile gerçek insanlık seviyesine ulaşmak, mümkün değildir. Zira insan, bedeniyle değil, asıl yüksek rûhî vasıflarıyla insandır. Buna binâen Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Kişinin edebi, zehebinden daha hayırlıdır.”[6] buyurmuştur. Yani, kişinin edepli olması, sahip olduğu bütün dünya servetinden daha hayırlıdır.
Edep, şeytanın düşmanıdır. Bu sebeple evlâdına edep öğretmeyen ana-baba, şeytana bir dost kazandırmış olur. Edepli insan, maddî ve mânevî her türlü belâdan ve şeytanın şerrinden muhâfaza olur. Şâir ne güzel söyler:
Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan,
Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan…
Bunun içindir ki, asırlarca tekke ve dergâhların duvarlarını süsleyen îkaz levhalarından biri de أَدَبْ يَا هُو: Edeb yâ Hû!..” olmuştur.
Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh- buyurur:
“Güzel edep, Allah Teâlâ’nın gazabını söndürür.”
Allah dostları demişlerdir ki:
“İbadet insanı cennete götürür, ibadette edep ve tâzîm ise Allâh’a götürür, Hakk’a yaklaştırır.”
AHLÂKIN EN MÜKEMMELİ
Ahlâkın en mükemmeli ve edebin en üstünü, dinde edep, yani Allah Teâlâ’ya karşı gösterilen edeptir ki, tasavvufun en mühim gâyesi de budur.
Allâh’a karşı edepten sonra, O’nun Rasûlü’ne gösterilecek edep gelir. Bu edepleniş, üstâda, ana-babaya, mü’minlere ve silsile hâlinde bütün mahlûkâta uzanır.
Ecdâdımız, sergilediği edep, iffet ve nâmus ile bütün dünyanın hayranlığını kazanmıştır. Nitekim son derece mutaassıp bir Protestan papazı olan Salomon Schweigger, ecdâdımızın edep hâline dâir bir müşâhedesini Seyahatnâme’sinde şöyle ifâde etmiştir:
“Adamlar hamamda bile bir örtü kuşanıyorlar. Ne kadar edepli insanlar. Bu edep ve nâmusu bu barbarlardan(!) öğrenmemiz lâzım.” (İlber Ortaylı, Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, s. 88)
Müslüman bir genç; konuşmasında, hareketlerinde, her türlü insânî münâsebetlerinde Peygamber Efendimiz’in edebiyle edeplenmelidir. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü’nün edep ve ahlâkını şöyle anlatır:
“Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kesinlikle hakâret etmez, mübârek ağzından kaba bir söz çıkmaz ve lânet etmezdi. Birimizi azarlayacak olduğunda sadece:
«–Allah iyiliğini versin, ona ne oluyor ki!..» derdi.” (Buhârî, Edeb, 38, 44)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:
“Alçakça söylenen bir söze karşılık vereyim deme! Çünkü o sözün sahibinde onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Sana yine onlarla cevap verir.”
Edebi terk etmek, insanı hayvandan da aşağılara düşüren ve nihâyetinde helâke sürükleyen büyük bir gaflettir. Zira edepsizlik, dipsiz bir kuyu gibidir ki, nihâyetine erilmez. İnsan gittikçe daha derinlere doğru batar. Nefsinin bir hevâsını tatmin ettiğinde, daha ileri ve daha kötü bir hevâ zuhûr eder. Bu minvâl üzere insan, nefsinin peşinde koşarken helâk olup gider. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiğine göre:
“Allah Teâlâ, çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 62/2002)
Yusuf Has Hâcib şöyle der:
“İnsanlara kaba söz söyleme! Kaba söz, alev alev yanan bir ateştir. Onu ağzından çıkardığında, evvelâ kendin yanarsın.”
MÜMİN BİR GENÇ VE EDEBİ
Mü’min bir genç Kur’ân lisânıyla konuşmalıdır. Kaba ve sert ifâdelerden kaçınmalıdır. Zira sert ve kaba ifâdeler, muhâtabı yaklaştıracak yerde uzaklaştırır, fayda sağlayacak yerde karşı cepheler açar. Kur’ân lisânıyla konuşmaya dâir birkaç misal şöyledir:
قَوْلًا لَيِّنًا Zâlime karşı yumuşak söz,
قَوْلًا مَيْسُورًا Yoksula karşı kolaylaştırıcı, ferahlatıcı söz,
قَوْلًا كَر۪يمًا Anne babaya karşı iyilik dolu ve güzel söz,
قَوْلًا سَد۪يدًا Bütün insanlara karşı doğru ve dürüst söz,
قَوْلًا مَعْرُوفًا Yetimlere ve muhtaçlara karşı gönül alıcı söz,
قَوْلًا بَل۪يغًا İnsanlara doğru ve yanlışları anlatırken açık, akıcı ve hikmetli söz söylemek…
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
İnsanlara güzel söz söyleyiniz!” (el-Bakara, 83)
Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler!” (el-İsrâ, 53)
Sözün özü, altın ve gümüşün zenginliği gider, lâkin edebin zenginliği dâimâ bâkî kalır. Dolayısıyla müslüman bir genç, her şeyden önce edep kâidelerini öğrenmeli, bunlara ehemmiyet vermeli ve başkalarına da bizzat yaşayarak örnek olmalıdır.
Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:
“İblis’in ilâhî kapıdan kovulması, Hakk’ın karşısında edepsizce konuşmasındaki cür’etindendir.”
“Eğer şeytanın başını ezmek istersen, gözünü aç ve gör; şeytanı kahreden, edeptir. İnsanoğlunda edep bulunmazsa, o gerçekte insan değildir. Zira insan ile hayvan arasındaki fark, edeptir.”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk’a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/islamda-edebin-onemi-nedir.html



29 Haziran 2018 Cuma

EVLADIN ANNE-BABA ÜZERİNDEKİ HAKLARINDAN BİRİ: GÜZEL İSİM Diyanet Cuma Hutbesi


TARİH: 29.06.2018 Diyanet Cuma Hutbesi


EVLADIN ANNE-BABA ÜZERİNDEKİ HAKLARINDAN BİRİ: GÜZEL İSİM Diyanet Cuma Hutbesi



Cumanız Mübarek Olsun Aziz Kardeşlerim!

Peygamber Efendimiz (s.a.s) hayatın her aşamasında İslami değerlerin gözetilmesine önem verirdi. Zira o, bizlere kulluk şuurunu, nezaket ve zerafeti öğretmek üzere gönderilen bir Peygamberdi. Onun, hayatın her anını anlamlı kılmaya yönelik bu hassasiyeti, bir bebeğe isim koymada dahi kendini gösterirdi. Öyle ki iki güzide torununa güzel, zarif ve iyi anlamlarına gelen Hasan ve Hüseyin isimlerini vermişti. Bunu yaparken onları önce şefkatle kucaklayıp bağrına basmıştı. Ardından da sağ kulaklarına ezan, sol kulaklarına kâmet okumuştu. Hayırlı ve bereketli bir ömür geçirmeleri için minik yavrulara dua etmişti.1


Kardeşlerim!

Peygamberimiz (s.a.s) okuduğu bu ezan ve kâmetle aslında bebeğin kulağına yaratılış gayesini fısıldıyordu. Ona imanı ve İslam’ı, hâsılı tevhidi telkin ediyordu. Ömrü boyunca sadece Allah’a kul olması gerektiğini öğretiyordu. Allah Resulü (s.a.s) verdiği güzel ve anlamlı isimle de çocuğa bir istikamet çiziyordu. Hayatı boyunca hayrın ve iyiliğin hizmetkârı olmasını öğütlüyordu.


Aziz Müminler!

Kur’an’ın ifadesiyle çocuklarımız, gözlerimizin nurudur. Kalplerimizin sürûrudur. Yüce Rabbimizin bizlere birer lütfu ve emanetidir. Kız ya da erkek fark etmez, dünyaya gelen her bebek özeldir, değerlidir. Allah onu yeryüzünün en şerefli varlığı, halifesi olarak yaratmış ve biz yetişkinlere emanet etmiştir. Salih bir kul, iyi bir insan olması için emek vereceğimiz bu yavru, kendine yakışır bir karşılamayı hak eder. Bu karşılamanın ilk adımlarından biri ona güzel bir isim vermektir.


Kardeşlerim!

Çocuk, anne kucağında dünya nimetlerini tatmaya başladığı gibi, adıyla da ebedi âleme
kadar uzanacak bir kimliğe kavuşur. Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur. “Siz kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Öyleyse çocuklarınıza güzel isimler koyunuz.”2


Bu hadis-i şerif bizlere öğretmektedir ki, insan telaffuzu da anlamı da güzel olan isimlere layıktır. İnsanın bedeni, izzet ve onuru saygın olduğu gibi onun kimliğini ifade eden ismi de saygındır, hürmeti hak eder. İnsana ömrü boyunca hoşlanmayacağı bir isim vermek şöyle dursun onu kötü lakapla bir defa dahi olsun çağırmak dinimizce yasaklanmıştır. Yüce Rabbimiz “Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın”3  buyurarak bizleri bu konuda uyarmıştır.


Muhterem Müslümanlar!

İsim bir inancın, bir medeniyetin, bir kültürün yansımasıdır. Kaynağını din-i mübin-i İslam’dan alan medeniyetimizin isme verdiği önem hepimizin malumudur. Geçmişten günümüze milletimiz, evlatlarına başta Peygamberimiz olmak üzere tarihimizde iz bırakan nice büyüklerimizin ismini vermeyi onur vesilesi saymıştır.

Geleneğimizde isim her şeyden önce kişiye insan olarak değerini, varlığının anlamını ve medeniyetini hatırlatan bir unsurdur. İsimde asıl olan sadece kulağa hoş gelmesi değildir. Bununla birlikte sahibini ahlaki olgunluğa, yüce bir karaktere ulaştıran bir mana taşımasıdır. Bu doğrultuda Peygamber Efendimiz, İslam inancıyla bağdaşmayan, insan şerefine yakışmayan, şiddet ve nefret içeren isimleri değiştirmiştir.


Kardeşlerim! 

Çocuklarımıza Müslüman olduklarını her daim hatırlatacak, dini ve milli değerlerimize uygun, anlamlı isimler verelim. Onların beslenme ve eğitimlerinden sorumlu olduğumuz gibi güzel isimlere sahip olmalarından da sorumlu olduğumuzu aklımızdan çıkarmayalım. İnancımıza ve kültürümüze uymayan isimlerin yavrularımızın değer dünyalarını tahrip edeceğini unutmayalım. Evlatlarımıza verdiğimiz isimler, onlara ahlak, edep, şuur ve ideal aşılasın, bir pusula gibi ömürleri boyunca iyiliğe, güzelliğe, hayra davet etsin.                                                  

1 Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr, 45; Edeb, 109; Edebü’l-müfred, 286.
2 Ebû Dâvûd, Edeb, 61.
3 Hucurât 49/11.

Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü


http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/Sayfalar/HutbelerListesi.aspx



İMTİHAN VESİLESİ OLAN NİMETLER

İMTİHAN VESİLESİ OLAN NİMETLER


 0

Dünya nîmetleri, iki uçlu bir bıçak gibidir. Kullanmasını bilene ziynet olur. Câzibesine kapılıp gaflete düşene ise fitne ve hüsran sebebi…
Dünyevî menfaatlere ve nefsânî arzulara duyulan aşırı muhabbet; insanın Allah ile münâsebetini ifsâd eder, ibadet hayâtını kuru bir geometri ve ruhsuz bir şekil hâline getirir, gönüllerin feyz ve rûhâniyetine zehir saçar. Rabb’imiz, dünyanın ruhları narkoze eden efsûnuna kanmaktan ve onun boş hülyâları peşinde ömür tüketmekten bizleri şöyle îkaz buyurmaktadır:
“Bilin ki dünya hayâtı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibârettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki bitirdiği, ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer-çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allâh’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayâtı aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.” (el-Hadîd, 20)
“Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar, ziyâna uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9)
VERİLEN NİMETLER  GÖNLE GİRMEMELİ
Dünya nîmetleri dâimâ nefse câzip gelir. Öyle ki, sırf nefs plânında yaşayıp sadece dünyevî menfaat ve zevklerini düşünenler, sürekli onunla meşgûl olarak dünyadaki varlık hikmetlerini ve yaratılış gâyelerini düşünemez olurlar. Yani vâsıtayı gâye hâline getirerek kesif bir gaflet karanlığı içinde ömür tüketirler. Kimileri de dünya nîmetlerinin bir vâsıta olduğunu ve onları gönle sokmamak gerektiğini bildikleri hâlde buna tam olarak muvaffak olamaz, nefislerine söz geçiremezler. Bu sebeple ibadetlerinden lezzet alamaz, huşû ve huzur hâlini bir türlü yakalayamazlar.
LEVM EDEN NEFİS
Cenâb-ı Hak bu gibi kimselere işâretle; وَلَآ اقُْسِمُ بِالنفَّْسِ اللَّوَّامَةِ  yani “Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).” (el-Kıyâme, 2) buyurmaktadır.
Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allâh’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmal ve kusurlardan vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefistir. Yani dünya muhabbetine ve günahlara karşı direnme gücü zayıf olanlardır.
Dünya nîmetlerinin ilâhî bir emânet ve imtihan vesîlesi olduğunu lâyıkıyla idrâk eden ârif kullar ise ona lüzûmundan fazla îtibâr etmezler. Gönül tahtını yalnızca Hakk’a tahsis edebilme mahâretini gösterirler. İşte onlar, gerçek gönül kahramanlarıdır. Cenâb-ı Hak onlardan râzı, onlar da Hakk’ın takdîrinden râzıdırlar. Bu yüzden tam bir gönül huzuru içindedirler. Onlara Rabb’imiz şöyle hitâb eder:
“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabb’ine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve  cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)
Kaynak: İslamveihsan

http://www.islamveihsan.com/imtihan-vesilesi-olan-nimetler.html



EN HAYIRLI İNSAN KİMDİR?

EN HAYIRLI İNSAN KİMDİR?


 0

En hayırlı insan kimdir? En hayırlı insanın özelliği nedir? Hangi meziyetlere sahiptir? Vakıf nedir? Vakıfların önemi nedir?
Maddî-mânevî infâkın müesseseleşmiş hâli ise “vakıf”tır. Vakıf, yaratılmış her şeye karşı müslümanın sâhip olması gereken diğergâmlık mes’ûliyetinin bir tezâhürüdür. Zîrâ vakıflar, yaratandan ötürü yaratılanlara sevgi, şefkat ve merhametin ortaya konduğu müesseselerdir. Allâh -celle celâlühü-, insanı, kâinâtı, eşyâyı emânet olarak vasıflandırmaktadır. Kâinatta her şey insana emânet olarak verilmiştir. Evlâd, mal, mülk, sıhhat, hepsi bu muhtevâ içindeki emânetlerdir. İnsan, bunları titizlik ve hassâsiyetle korumak mecbûriyetindedir. Emânetin hakkına riâyetle yerine teslîmi de rahmet ve bereket vesîlesidir.
Daha önce de naklettiğimiz, Süleymân -aleyhisselâm- ile serçe kuşu arasındaki meşhur tartışma, vakıf husûsunda gösterilmesi gereken hassâsiyeti bildirmesi bakımından da çok ibretlidir. Bilhassa vakıf hizmetlerinde bulunanların bu kıssadan lâyıkıyla hisse almaları zarûrîdir.
İNSANLARIN EN HAYIRLISI
Servette doğru olan gâye, “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 8) hadîs-i şerîfinin sırrına erebilmektir. Unutmamak gerekir ki paranın yeri gönül değil, cüzdandır!.. Ârif bir şâirin şu kıt’ası; insanın dünyâ nîmetleri hakkındaki gafletini ne güzel anlatır:
Bir misâfirhânedir dünyâ-yı dûn
Anda bir kâşâne de, vîrâne de,
Bir onulmaz çâresiz sevdâdayım,
Hâne yaptırdım misâfirhânede!..
Bilinmelidir ki, fakirlerin ve garîblerin duâları, varlıklı ve güçlüler için rahmet ve bereket vesîlesi, ayrıca bir huzur kaynağıdır. Yine bilinmelidir ki, fakirlik ve muhtaçlık, bir zillet ve meskenet değil, belki âhiret tarafı aydınlık bir hikmet ve lutuf tezâhürüdür.
Ümeyye bin Hâlid -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’tan, fakir muhâcirler hürmetine müslümanlara zafer ve yardım ihsân etmesini isterdi. (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, I, 292)
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına şöyle buyururdu:
“−Bana zayıfları çağırınız. Çünkü siz, ancak zayıflarınız(ın duâ ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 70; İbn-i Hanbel, V, 198)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/en-hayirli-insan-kimdir.html



28 Haziran 2018 Perşembe

ÖLÜMDEN SONRA HAYAT VAR MI?

ÖLÜMDEN SONRA HAYAT VAR MI?


 0

Nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye eden bir mü’min, öldükten sonra da yaşamaya devam eder. Bunu yapamayanların ise daha hayattayken bile bir ölüden farkları yoktur.
“(Ey Ra­sû­lüm!) Yok­sa on­la­rın ço­ğu­nu, hak­kı işi­ti­yor­lar ve­ya an­lı­yor­lar mı zan­ne­di­yor­sun? On­lar, an­cak hay­van­lar gi­bi­dir­ler. Doğ­ru­su gi­diş­çe da­ha da aşa­ğı mer­te­be­de­dir­ler.” (el-Fur­kān, 44)
Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm’in ibret ve hikmet dolu nasihatlerini dinledikleri hâlde, gönül dünyalarının perişanlığı dolayısıyla hakkı duymayan kâfirleri, duygusuzlukta ölülere teşbih ederek şöyle buyurmuştur:
“El­bet­te sen ölü­le­re du­yu­ra­maz­sın! Sırt çe­vir­miş gi­der­ler­ken, (ger­çek­le­re kar­şı ku­lak­la­rı mü­hür­len­miş) sa­ğır­la­ra o dâ­ve­ti işit­ti­re­mez­sin!.. Sen (ha­kî­ka­te âmâ olan) kör­le­ri de düş­tük­le­ri da­lâ­let­ten çı­ka­rıp doğ­ru yo­la ge­ti­re­mez­sin!.. ” (en-Neml, 80-81)
ÖLDÜKTEN SONRA YAŞAMAK MÜMKÜN MÜ?
Mâneviyattan gâfil, gönlü ilâhî hikmet ve hakîkatlere âşinâ olmamış bir kimsenin hâlini yansıtan şu hâdise ne ibret vericidir:
Hak dostlarından Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenâzesine iştirâk etmişti. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, birden tebessüm etti. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sordular. Hazret önce açıklamak istemedi. Fakat ısrâr edilince de şöyle dedi:
“–Telkin veren kimsenin kalbi gâfil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin, kalben diri olana telkin vermesine hayret ettim.”
Nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye eden bir mü’min, öldükten sonra da yaşamaya devam eder. Bunu yapamayanların ise daha hayattayken bile bir ölüden farkları yoktur.
Ölü kalp­ler, peygamberler ve sâlih kulların sahip olduğu zâ­kir ve di­ri kalp­le­rin zıd­dına, îmâna dâ­ir bütün na­sip ka­pı­la­rı kilitlenmiş, mü­hür­lü kalpler­dir. Zira hidâyet nûruna âmâ kesilen bu tip kalp­ler, peygamberler ve Hak dostlarının ken­di­le­ri­ne sun­duk­la­rı kur­tu­luş ve saâdet re­çe­te­le­ri­ni, nef­sâ­nî ve süflî ar­zu­la­rı­na ters düş­tü­ğü için dâimâ îti­raz ile kar­şı­lamış ya­hut bî­gâ­ne kal­ma bedbahtlı­ğı­na düş­müşlerdir.
EBU’L HİKEM KİMDİR?
Meselâ Ebû Cehil çok kâbiliyetli bir kişi idi. Zekâsının çokluğundan ötürü kendisine “Ebu’l-Hikem”(Hikmetlerin Babası) lâkabı verilmişti. Lâkin bu zekâ ve kâbiliyetini ziyân etti. Nefsâniyetin girdâbına kapılıp hasta, hatta ölü bir kalbe dûçâr olduğundan, Peygamber Efendimiz’in kendisine tekrar tekrar bildirdiği ilâhî hakîkatleri anlayamadı ve duyamadı. Böylece isyan bataklığı ve günah yükü altında şeytanın en yakın arkadaşı oldu. Bu hazin âkibetin neticesinde, karakter, şahsiyet ve doğruluğunu medihlerle tasdik ettiği Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, en azılı düşmanlarından biri hâline geldi. Bu sebeple de kıyâmete kadar “Ebû Cehil” (Cehâletin Babası) olarak anılmayı hak etti.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Gönül Yolculuğu, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/olumden-sonra-hayat-var-mi.html