30 Nisan 2017 Pazar

MEVLİD OKUMAK İBADETTİR

MEVLİD OKUMAK İBADETTİR

Mevlid okumanın bir ibadet olduğunu ve faydalarını bildirmek için, İslâm âlimleri çok kitap yazmıştır.

Sual: Mevlid okunmasına, çeşitli bahanelerle karşı çıkanlar oluyor. Mevlid okumak, Peygamberimizin hatırlanması, anılması sebebiyle bir ibadet değil midir?


Cevap: Mevlid okumak demek, Resulullah efendimizin dünyaya gelişini, miracını ve hayatını anlatmak, Onu hatırlatmak, Onu övmek demektir.

Her müminin, Resulullah efendimizi çok sevmesi lazımdır. Hadis-i şerifte;
(Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten daha çok sevmedikçe, iman etmiş olmaz) buyuruldu.

Yani imanı olgun olmaz. Allahü teâlâyı sevenin, Onun Resulünü de sevmesi vaciptir.

Resulullah efendimizi çok seven, Onu çok anar, çok söyler, çok över.

Deylemînin bildirdiği hadis-i şerifte;
(Bir şeyi çok seven, onu çok anar) buyuruldu. Resulullah efendimizi çok sevmenin lazım olduğunu bütün İslâm âlimleri uzun yazmışlardır.


Mevlid okumanın bir ibadet olduğunu, nasıl okunması lazım geldiğini ve faydalarını bildirmek için, İslâm âlimleri, her dilde kitaplar yazmışlardır. Bu kitaplar, Kâtip Çelebî hazretlerinin Keşf-üz-zünûn kitabında ve zeylinde yazılıdır.

Mesela Süleymân Çelebî'nin Türkçe mevlid kasidesi çok şöhret kazanmıştır. Ayrıca Ahmed Sa’îd-i müceddidînin İsbât-ül-mevlid kitabı ve allâme Muhammed Zerkanî'nin Şerh-ul-Mevâhib-il-ledünniyye kitabında, mevlid okumanın ibadet olduğunu vesikalarla ispat etmektedirler. Seyyid Abdülhakîm Efendinin, Türkçe “Mevlid kıraatinin fazileti” de çok kıymetlidir.

Resulullah efendimiz, Medine şehrine gelince, Yahudilerin, muharrem ayının onuncu gününde oruç tuttuklarını görür ve sebebini sorunca onlar;


- Bugün, Allahü teâlâ, Firavun'u boğdu, Musa aleyhisselamı kurtardı. Bunun için, sevincimizden oruç tutarak Allaha şükrediyoruz, derler.

Peygamber efendimiz de;


- Musa aleyhisselam kurtulduğu için, ben daha çok sevinirim buyurarak, oruç tuttu ve Müslümanlara da, Aşûre günü oruç tutmalarını emretti.

Bir nimet geldiği, bir sıkıntıdan kurtulunduğu zaman, Allahü teâlâya şükredildiği gibi, her sene, o gün yine şükretmek lazım olduğu, bu hadis-i şeriften anlaşılmaktadır.

Allahü teâlâya şükretmek, secde etmekle, sadaka vermekle, Kur’an-ı kerim okumakla ve bunlar gibi, her ibadeti yapmakla olur.

İhsan sahibi, rahmeti bol olan yüce Peygamberin dünyaya gelmesinden daha büyük nimet var mıdır?

Osman Ünlü – Türkiye Gazetesi




29 Nisan 2017 Cumartesi

TAKSİ ŞOFÖRÜ VE DUL KADIN

TAKSİ ŞOFÖRÜ VE DUL KADIN

Bir kadın İran - Irak Savaşında kaybettiği kocasının, biriktirmiş olduğu imkânları da çoktan tüketmiş, bir gün aç, bir gün tok yaşar hale gelmişlerdi. Kendi neyse de geride kalan üç çocuk yokluk bilmiyor, acıkınca feryadı basıyorlardı.


Kerkük'ün sokaklarında ise sefâlet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı?

İşsizlik yaygındı. Çevresi de perişandı. Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin kapının önünde durduğunu, içinden de bir yolcunun indiğini gördü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak evden çıkıp yola koştu. Yaklaşıp direksiyon başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi:

– Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumun lekelenmesinden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım. Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum...
 

Beklenmedik bir anda gelen bu Allah rızası için yardım talebi zaten kıt kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı. Düşünmeye başladı,
Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına. Ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksisinin dört lastiği de eskimişti. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım da devamlı ikaz etmekten geri kal­mıyordu:


- Ne zaman değiştireceksin bu lâstikleri? Birazcık geç kalsan aklıma kötü şeyler geliyor. Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle? diye korku içinde bekliyorum. O an için nefsi ve şeytanı birlik olup vesvese vermeye başladılar:

- Sen zaten zor geçinen kimsesin. Yardım edecek du­rumda değilsin. Bas gaza, git yoluna. Fakat imanı ve vicdanı da sesleniyorlardı:

- Para dediğin şey böyle gün için lâzım olur. Belli olmaz. Allah'ın rızasının nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu muh­taç hanıma vermelisin. Tam yeridir!
 

Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki parayı tümüyle uzatarak:

- Al bacım, sen namusunla yaşa. Bu para bir müddet idare eder. Sonrasına da Allah başka sebepler yaratır demiş, minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken, kadının:

- Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihti­yacını karşılasın., duasını duymuş, gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) deyip durmuştu. Akşam eve gelince beklediği soruya yine muhatap oldu:

- Hâlâ değiştirmemişsin arabanın lâstiklerini? Adam, hiçbir şey hissettirmeden:

- Bir lâstikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek., diyerek geçiştirdi.
 

Bu geçiştirme işi birkaç gün devam ettiği için bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, bu defa ne diyeceğim diye düşünürken hiç beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı.

Hanım bu defa kendisine adres yazılı bir kâğıt uzatmış, sonra da şöyle demişti:

- Bugün lâstikçi geldi, şu adresi verdi. Yarın bana gelsin lâstiklerini değiştireceğim, deyip gitti. Al bu adresi, dedi.
 

Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lâstikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi.

İlk işi kâğıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamir­ciyi hayatında hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti. Elindeki kâğıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Adam:

- Sen o musun, deyip boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:

- Tam üç gündür Resûlullah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, "Şu adresteki şoförün lâstiklerini değiştir, ücret olarak da benim şefaatime nail ol" buyuruyor.

Allah için söyle. Sen ne türlü bir İyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki, Resûlullah Aleyhisselam üç gündür beni İkaz ediyor, senin lâstiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor.
 

 



28 Nisan 2017 Cuma

NEZAKET

NEZAKET

‘Nezaket’, herkese karşı güler yüzlü olmak, kibar olmak, başkalarını rahatsız edecek davranış ve hareketlerden kaçınmaktır.

Hiç şüphe yok ki; Allah (c.c.), halim (yumuşak ve ağırbaşlı) olanı sever. Genel olarak insan yaratılışının istediği ve hoşlandığı da budur. Bunun için Allah (c.c.), sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e şöyle buyuruyor:

“Allah’ın rahmetinden dolayı sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz senin etrafından dağılıp giderlerdi.” [1]

Burada Rabbimiz, insanın yaratılışında olan bir gerçeğe dikkat çekmiştir. Zira insan psikolojisi, kaba ve katı tavır ve davranışlara karşı oldukça hassastır.  Kaba ve katı tutumlu olsaydın, çevrendekileri sürekli azarlasaydın, onlara emirler yağdırıp zora koşsaydın ve kendin ise rahat içinde bulunsaydın, onların hatalarını affetmeyip cezalandırsaydın, ruhu okşayıcı bir yöntemle öğüt vermeyip, toplum içinde küçük düşürseydin, bu ve benzeri katılığı gösterseydin, etrafındaki arkadaşların, sana iman edenler dağılır giderlerdi. Onları bir araya getiremez ve toplayamazdın.

Çünkü bu insanın yaratılışına aykırı idi. İnsan yaratılış itibariyle kabalığa tahammülsüzdü.

İnsanın yaratıcısı olan Allah (c.c.) onun nasıl daha huzurlu ve mutlu olabileceğini en iyi bilendir. Çünkü insan fıtratını yaratan O’dur. İşte bu yaratılış kanunlarını koyan, bizleri yoktan var eden Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de yine fıtrat kanununa dikkatimizi çekiyor ve bir ahlâk ilkesini öğretiyor.

“(İnsanları) Allah’a çağıran, hayırlı amellerde bulunan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”

“(Elbette) iyilikle kötülük bir değildir. O halde sen kötülüğü en güzel biçimde sav. Sonra (görürsün ki) seninle kendisi arasında düşmanlık olan kimse, yakın bir dostun oluvermiştir.”

“Buna da ancak sabredenler ve büyük pay sahibi olanlardan başkası kavuşturulmaz.” [2]

                                              Peygamberimiz (s.a.v.)’in Nezaketi

Peygamberimiz (s.a.v.), bir peygamber olması nedeniyle her seviyeden insanlarla görüşüp konuşuyordu. Bunlar içinde devlet ve kabile başkanları, komutanlar, elçiler, zengin ve soylu kimseler olduğu gibi, fakirler, zayıf ve kimsesizler, yetimler, kadınlar ve çocuklar da yer alıyordu.

Bütün bu sosyal yapıları, yaşayış tarzları, yaşları ve huyları birbirinden ayrı olan insanlarla ilişkilerini, doğru, sağlıklı ve kalıcı bir şekilde sürdürüyordu. Bunun için onlarla her alanda iletişim kuruyor, onlara nazik ve geniş kalpli davranıyordu. Zaten O’nun âlemlere rahmet olarak gönderilmesi de bunu gerektirmiyor muydu?

Hizmetinde bulunan yakın Sahabilerinin anlattığına göre, Peygamberimiz (s.a.v.) insanların en nazik, en nezih, en zarif, en latif ve en ince ruhlusu idi. Edep, terbiye ve görgü kuralları O’nun hayatında en güzel ve en ideal biçimde yer alıyordu.

Peygamberimiz (s.a.v.), nezaketini hiç kimseden esirgemez, herkese karşı tatlı ve nazik davranırdı. Kendisine hitap edildiği veya soru sorulduğu zaman en güzel şekilde cevap verirdi.

Hz. Enes (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)’in eşsiz nezaketini şöyle anlatıyor:

‘Kendisine bir şey soranı can kulağı ile dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi. Rasûlullah (s.a.v.) ile bir kimse tokalaşırsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzattığında, karşısındaki kişi elini çekmeden Rasûlullah (s.a.v.) elini çekmezdi.

Birisiyle yüz yüze gelince de, karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça  Rasûlullah (s.a.v.) o kimseden yüzünü çevirmezdi. Önüne oturan kimseye doğru hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı.  

Kendisini ziyarete gelenlere izzet ve ikramda bulunurdu. Oturmaları için çok kere hırkasını sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verir, üzerine oturması için işaret eder ve kendisi de açık yere otururdu.

Kimsenin sözünü kesmezdi. Konuşmasını yarıda bırakmazdı. Konuştuğu kişi sözünü bitirmeden yahut gitmek üzere ayağa kalkmadan sohbetine devam etmezdi.

Medineli bir çocuk gelir, Rasûlullah (s.a.v.)’ın elinden tutar, O’nu istediği yere götürürdü. Rasûlullah (s.a.v.) ona gitmem, demezdi.

Ben O’na senelerce hizmet ettim. Bir kez olsun yaptığım bir şey için, niçin yaptın? Yapmadığım bir iş için, niçin yapmadın, dediğini hatırlamıyorum.’ [3]

Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir başka nezaketini ve güzelliğini Hz Aişe (r.a.) annemiz anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) kendi eliyle ne bir hizmetçiye, ne de bir kadına vurmadığı gibi Allah yolunda savaş hali hariç elini sertçe herhangi bir şeye vurduğunu da görmedim.’

Peygamber Efendimiz davetlilere ve misafirlere karşı da nazik davranırdı. Davet edilenler arasında bazıları, kalkıp gidilmesi gerektiği halde kalkıp gitmeseler dahi Peygamberimiz (s.a.v.) onlara doğrudan gitmeleri gerektiğini hatırlatmaz, nazik davranarak dolaylı bir biçimde hissettirirdi.

Bütün bu örneklerden anlaşılıyor ki, Resûlullah (s.a.v.) her konuda olduğu gibi en güzel ahlâk prensiplerinden birisi olan nezakette de insanlığın en güzel örneğidir. Müslümanlar O’ndan aldıkları nezaket dersleri ve eğitimi ile ortaçağ insanlığına aydınlık ufuklar açmışlar ve görgü kurallarını yerleştirmişlerdir. [4]

Bir defasında Hz. Ebubekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.) arasında bir tartışma olmuştu. Konu Peygamber (s.a.v.)’e gelince üzülmüştü. Hz Ömer (r.a.) bir süre sonra pişman olarak, Hz Ebubekir (r.a.)’in evine O’ndan özür dilemeye gitmiş fakat evde bulamamıştı. Sonra Rasûlullah (s.a.v.)’ın huzuruna geldiğinde, kimseye fırsat vermeden Hz. Ebubekir (r.a.):

‘Ya Rasûlallah, ben haksız idim, Ömer’e yakışıksız davrandım.’ Deyince Hz Ömer (r.a.):

‘Hayır Ya Rasûlallah, haksız olan bendim. Ebubekir’den özür dilemek için evine gittim, bulamadım.’ diyordu.

İşte bu olayda Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)’ın her ikisi de kendi nefsini suçluyor, hatayı kendisinde görüyordu. İşte İslâm’daki nezaketin insana kazandırdığı yüksek ahlâk seviyesi budur. İnsan hata yapabilir ama hatadan hemen dönmek fazilettir. Yapılan hatalara karşı sabırlı ve erdemli davranarak sabretmek ve hatayı yapanın hatasından dönmesini sağlayıp onu affetmek ayrı bir erdemdir. [5]

Kaba ve nezaketsiz insanlar, herkesi rahatsız eden dikenlere benzerler. Ailelerde ve okullarda çocukların nezaketli ve saygılı olmalarına büyük önem vermelidir. Küçükten kaba ve çirkin sözlere alışan çocuklar, büyüdüklerinde bu alışkanlıklarını sürdürürler. Böylece toplumda birbirini sevmeyen, kaba ve kötü huylu insanların sayısı çoğalır. Komşular arasında da nezaket kuralları kalmazsa mahalle ve sokaklarımızda da huzur kalmaz. Bunun sonucu olarak da rahat ve huzur içinde yaşamak zorlaşır.

Bir insan ne kadar bilgili veya zengin olursa olsun, nezaket ve zerafetten yoksun ise bu üstünlükleri gölgede kalır. Toplumda sevgi ve saygı kazanamaz. Bilgi ve varlık arttıkça nezaketin de artması, insanın değerini yükseltir. [6]



[1] Al-i İmran sûresi, 3/159.
[2] Fussilet sûresi, 41/33-35.
[3] Müslim, Fedail.
[4] Peygamberimizin Örnek Ahlâkı, M. Paksu.
[5] Ahlâk Bilinci, H. Caneri.
[6] İslâm’da Ahlâk, Osman Pazarlı, s.302.
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
 
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=680

--
.


BİR DİLEĞİM VAR, O DA BENİ BOŞAMANIZDIR!

BİR DİLEĞİM VAR, O DA BENİ BOŞAMANIZDIR!

Çok fakir, fakat saliha bir hanım, gayet zengin ve pek müreffeh bir hayata sahip bir kimse ile evlenir.

Kocası, gayet sıcak bir yaz gecesi uyanır ve hanımına çok susadığını söyleyerek kendisine bir bardak su vermesini rica eder.
Kadın kalkar, odadaki bir bardak suyu hem az, hem de ılık bulur. Kocamı böyle gece yarısından sonra uyandıracak kadar ağır olan susuzluğunu, bu su kesmez diye düşünerek konağın en alt katındaki mermer küpten bir sürahi su alıp kocasına gelir.

Ancak kocasının o sırada tekrar uykuya dalmış olduğunu görüp bekler. Bu yüksek irfanlı hanımefendi, beyini uyandırmaksızın başucunda beklemeye başlar.

Epeyce bir zaman sonra kocası uyanıp sorar: "Niçin öyle başımda bekliyorsun?"
İrfan ehli bu hanımefendi, kocasına şu cevabı verir: "Su istediniz. Odadaki su hararetinizi kesmez diye aşağıdaki küpten getirdim. Ancak ben getirinceye kadar uyuya kalmışsınız. Olur ki büyük bir huzurdasınız, belki de bir mana âlemindesinizdir diyerek tekrar rahatsız etmek istemedim ve uyanmanızı bekledim"

Adam eşinin bu inceliği karşısında çok mahcup olur. Bir an derin düşünceye dalar ve:
"Hanım, senin ismet ve iffet örneği, edeb ve vefa timsali bir insan olduğunu bilirdim. Fakat bu derecede yüksek bir olgunluğa sahip olduğunun farkında değildim. Bu yüzden beni affetmeni rica ederim.

Sonra da benim sana yapabilceğim ne gibi bir arzun varsa onu da istemeni ayrıca istirham ederim." der.

Kadın: "Teşekkür ederim; ama isteğim hususunda ısrar etmemenizi niyaz ederim." der.

Adam ısrar eder. Bunun üzerine kadın: "Madem ki ısrar ettiniz; o halde sizden bir dileğim var, o da beni boşamanızdır"

Bu isteği öğrenen adam beyninden vurulmuşa döner ve:
"Bu nasıl bir istek? Ben senin gibi bir hanımdan nasıl ve niçin ayrılabilirim?"

Kadın: "Siz ısrar ettiniz ve and da verdiniz. Ne yapayım benim arzum da bu"

Adam: "Benim senden ayrılmam çok ağır ve dayanılmaz bir şeydir. Fakat senin gibi saygıdeğer bir hanımın arzusunu da herşeye rağmen yerine getirmek isterim."

Aradan geçen saatlere rağmen adam kendine gelemez. Kadın da isteğini geri almaz. Düşerler mahkemenin yoluna. Adam hem yürüyor hem de "Böyle bir hayat arkadaşımdan nasıl ayrılacağım?" diye derin ve hüzünlü düşüncelere dalar.

İşte bu dalgınlıkla, adeta bastığı yeri görmeden yürüyen adam, birden dengesini kaybedip düşüverir. Düşmesiyle birlikte de kolunu kırar ve "Allah!" diye bağırır.

Çevreden yetişenler adama yardım ederler; biraz sonra kadın, kocasına: "Buyurun evimize dönelim, boşanmaktan vazgeçtim" der.
Adamcağız duyduklarına inanamaz. Kolunun ağrısını bile unutur. Büyük bir sevinçle eve dönerler. Ancak bu durumun hikmetini sormadan da edemez.

Kadın önce niçin ayrılmak istediğini, sonra da neden vazgeçtiğini şöyle açıklar:

"Ben sizinle üç senedir evliyim. Siz, bu üç yıl içinde çok müreffeh çok rahat yaşadınız. Tek bir gün başım ağrıyor, bile demediniz.
Servetiniz daima arttı. Gittikçe dünyaya daldınız. Oysa ki böylesine bir dünyalık, yalnız Cenab-ı Hakk'ın merhamet nazarından kovulmuş olan Firavun'da olmuştur...

Kendi kendime düşündüm; Firavun emsali bir eş ile nasıl bütün bir ömür yaşayacağım? Bu durum benim için bir elemdi. Onun için boşanmak istedim.

Ne zaman ki gayet acı bir şekilde düştünüz ve can acısıyla, "Allah!" diye feryat ettiniz, işte o an anladım ki Hak Teala sizden merhamet nazarını henüz kaldırmamış.

Bundan dolayı da boşanma sebebimiz ortadan kalkmıştır. Bundan sonra sizden, düşkünlere yardım etmenizi, sadaka ve infakı çoğaltmanızı ve en mühimi de kırık kalb satın almanızı istiyorum ki onun müşterisi de ancak Allah'tır."


 



Gelin bir Fatiha okuyalım

Gelin bir Fatiha okuyalım

Farkında mısınız bilmem öylesine alıştık ki...

Sadece son altı ayda Kıbrıs Harbinden fazla şehit verdik.

Şehit haklıydı biz survivor izlerken onlar şehit oluyordu.

Onlar için yapabileceğimiz tek şey teşekkür etmektir.

Yani bu mübarek gün bir Fatiha okumak...






27 Nisan 2017 Perşembe

NEZAFET

NEZAFET

‘Nezafet’, temizlik, temiz olma ve düzenlilik demektir.

Bu özelliği şahsında bulunduran kimseye ‘nazif’ denir. Müslümanlar erkek çocuklarına bu anlamda ‘nazif’ ismini; kız çocuklarına da yine aynı anlamda ‘nazife’ ismini koyarlar.

Nezafet’in içerdiği temizlik anlamı yalnızca beden ve fiziki temizlik değildir. Beden, akıl ve kalbin de temizliğini ifade etmektedir. Bu üç temizlik bir insanda birleşirse o insanda tam anlamıyla özyüreklilik ve namusluluk ortaya çıkar.

Ruhun temizliğini tamamlayıcı bir nitelikte olan utanmak (haya) duygusu ve kötü duyguları silip yok etme olmadıkça kalpte temizlik erdemini aramak boşunadır. Bunlar sürekli olarak, gerçek bir arkadaş gibi kalbin temizliğini beslerler.

Yarattığı her şeyde nezafeti esas alan Rabbu'l-Âlemin, eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insanın hayatını da bu esas üzerine bina etmiştir. Koyduğu kanunlar gereği, insan bedenini, yaşadığı yeri, mekânı, yediği içtiği şeyleri ve kullandığı her şeyi temiz tutmayı, tanzif etmeyi esas kılmıştır. Aksi takdirde en büyük sermayesinden biri olan sağlığını kaybetmeyle karşı karşıya bırakmaktadır. Aslında, her mahlûkun kendi dünyasında nezafetin yeri vardır. Mesela, aslan avını avlar, ağzı burnu kan revan içinde kalır. Sonra oturur kendi temizliğini yapar.. kedi köpek de aynı şekilde hemen her tarafını yalanarak temizler.. kuşlar da her fırsatta kanatlarını, tüylerini temizler. Diğer bazı mahlûkat yaşadığı yerleri tanzif ederler. Hâsılı her birinin kendine has bir nezafet anlayışı vardır. Biri için pis olan bir şey diğeri için olmayabilir.

İnsana gelince, onun yiyeceğinden içeceğine, kullanacağından kazanacağına hemen her mevzuda onun için temiz şeyler belirlenmiştir. Bunun yanında yalnızca pis olan üç beş şeyi sayarak onun için temiz olan helal dairesinin çerçevesi çizilmiştir. (Bu demektir ki, helal dairesi çok geniştir, saymakla bitmez. Haram kılınan üç beş şey zikredilmek suretiyle, sayılamayacak kadar çok olan helallerin bulunduğu dairenin çerçevesi belirleniyor) O'nun Sevgili Habibi, insanlığın biricik Muallimi, insanoğluna, kendine yakışan değeri tekrar iade buyurmuş ve yine ona yakışan bir temizlik içinde yaşayacakları aydınlık bir hayatı talim buyurmuştur. Pek çok ibadet için guslü, namaz için abdesti, etrafın, üst başın temizliğini, bedenin temizliğini öngören bu hayat denebilir ki, her şeyin temizliğini esas almıştır. Hatta bir hadislerinde Efendimiz, ümmetine ağır gelmeyeceğini bilse her namazın  öncesinde ağız temizliğini şart koşacağını ifade eder ve bunu tavsiye eder.

Allah (c.c.) Nazif olduğu için kullarının da böyle olmasını istemektedir.

İbnu'l-Müseyyeb (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) demiştir ki: “Allah Teâlâ münezzehtir, (halde ve sözde) nezîh olanı sever; naziftir, nezâfeti sever; kerîmdir, keremi sever; cömerttir, cömertliği sever. Öyle ise avlularınızı temizleyin ve Yahudilere benzemeyin.” [1]

İlâhi prensiplerin ve kötülüklerden arınmış aklın istediği İslâmi temizlik ve özellikle Peygamber Yolu (sünnet) olan temizliklere dikkat etmek de dünyada sağlık ve afiyete, ahirette de saadete neden olacak prensiplerdir.

İnsan sağlığı üzerine yazılmış bütün yazılarda, kitaplarda hastalıkların çoğunun temizliğe yeterince dikkat edilmediğinden ileri geldiği söz birliği ile vurgulanmaktadır.

Temizliği imanın yarısı olarak kabul eden bir dinin mensupları olarak temizliğe dikkat edip insanlığa örnek bir Müslüman olmalıyız.



[1] Tirmizî, Edeb.


BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=679
 
 
 

Nefs mi zararlı, şeytan mı?

Nefs mi zararlı, şeytan mı?
 

Büyük İslam âlimlerinden Abdülhalık-ı Goncdüvani “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün bazı gençler;
- Efendim, bizim için nefs mi çok zararlıdır, yoksa şeytan mı? diye sordular.

Cevabında;
- Nefs-i emmareden hasıl olan kötülükler, insanın kendi hastalığıdır, buyurdu. Öldürücü zehirdir ve kullukla bağdaşmaz.

Ve ekledi:
- Dışardan gelen kötü istekler ise, şeytandan gelir ve ufak bir ilaç ile, kolayca giderilebilir.

Nitekim,
- Âyet-i kerimede mealen; (Şeytanın aldatması, elbette zayıftır) buyuruldu.

Ve altını çizdi:
- Bizim en büyük düşmanımız, nefsimizdir. Can düşmanımız, her zaman yanımızda bulunan bu azılı arkadaşımızdır.

Sordular:
- Ya şeytan efendim?
- Şeytan, dışarıdaki düşmanımızdır ve bu iç düşmanın yardımı ile bize saldırıyor. Onun yardımı ile bizi yaralıyor.

Ve özetledi:
- Velhasıl varlıklar içinde en cahil olanı, insanın nefsidir. Çünkü, hep kendine düşmanlık yapmakta, hep, kendini yok edici şeyleri istemektedir.

Şöyle bitirdi:
- Her isteği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Her işi, sahibi olan ve bütün iyiliklerin sahibi bulunan Allahü teâlâya karşı gelmektir. Hep, kendi can düşmanı olan şeytana uymaktadır.

Hakiki tövbe nedir?
Bir gün de sordular:
- Hakiki tövbe nedir efendim?

Buyurdu ki:
- Tövbe, bir günahı işledikten sonra, pişman olup o günahı terk etmek ve bir daha yapmamaya kuvvetli karar vermektir.

- Dünyalık bir sebeple pişman olursa efendim?
- O zaman tövbe olmaz.

- Tövbe edince, günahlar muhakkak affolur mu efendim?
- Elbette. Şartlarına uyularak tövbe edilince, küfür ve günahlar muhakkak affolur. Bu hususta şüphe etmek caiz olmaz. Çünkü cenâb-ı Hak, tövbe eden kulunu af edeceğini vaad etmiştir. O, vaadinden dönmez.
 

 
 

26 Nisan 2017 Çarşamba

NEFİS TERBİYESİ

NEFİS TERBİYESİ
 
Müslüman kişinin doğuştan sahip olduğu iyi ve kötü yeteneklerini kendi iradesi ile kontrol etmesine; iyi yeteneklerini işletmek suretiyle geliştirirken kötü yeteneklerini dizginlemek suretiyle kendisini eğitmesine nefis terbiyesi denir.
Kuran- Kerim’de Allah Teâlâ:
“Nefse ve ona iyilik ve kötülükleri ilham ederek onu tezkiye edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere bulayan ise ziyan etmiştir.” [1] buyururken Peygamberimiz (s.a.v.) de:
“Doğruluğu elden bırakmayınız. Doğruluk iyiliğe; iyilik cennete götürür. Yalandan da kaçınınız. Yalan kötülüğe; kötülük ise cehenneme götürür.”  [2] buyurmaktadır.
Bu eğitimin terim anlamı, arıtma demek olan “tasfiye” demek olup madenlerin tasfiyesine çok benzer.
Bilindiği gibi hemen hiçbir maden saf halde bulunmaz. Her maden, yatağında taş ve toprak ile yabancı maddeler ve cüruf ile karışık haldedir.
Böyle karışık haldeki maden cevherinden saf maden ve örnek olarak altın, demir veya benzin elde etmek için; katı madenler, yüksek fırınlarda eritilir, çeşitli kimyasal işlemlerden geçirilirler. Ham petrol de rafineri de arıtılarak kullanılır hale gelir.
Daha değerli madenler, daha yüksek ısıda erirken, daha değerli petrol ürünleri de, örneğin uçak benzini de daha yüksek kulede arıtılır.
Daha yüksek ruhlar da, daha büyük irade gerektiren daha büyük sınavlarla tasfiye edilirler.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in:
“İnsanlar içinde, en ağır bela ve musibetlere, öncelikle peygamberler, sonra veliler ve derece derece müminler uğrar.” [3]anlamındaki hadisleri, bunu anlatır. Atalarımız da bunu:
“Kâfirin başı bile ağrımaz.” ve “Dağına göre kar  sözleri ile anlatmışlar.
İnsanlardaki ‘iyilik’ yapma ve ‘kötülük’ işleme yetenekleri, doğuştan bir arada ve deyim yerinde ise, tıpkı madenlerdeki taş toprak ve katran gibi, karışık haldedir.
İnsan, bu dünyada gerek kendisine yüklenen ödevleri yerine getirmek, gerek başına gelen sıkıntıları sabırla göğüslemek, gerek eline geçen nimetlere şükretmek, gerekse canının çektiği gayri meşru ve yasak şeylerden kaçınmak suretiyle kendisini arıtacak ve Rabbine, nefsini terbiye ve tasfiye ettiği halde kavuşmaya çalışacaktır.
Nefs terbiyesi demek, kişinin iç dünyasını eğitmesi demektir. İnsanın iç dünyası çeşitli durumlar gösterir.
Öyle insan vardır ki, onun iç dünyası her an kötü şeylere; yalana, dolana, harama, haksızlık yapmaya eğilimlidir. Sürekli böyle kötü şeyler arzu eder. İçinden duyduğu bütün dürtüler bu yöndedir.
İç dünyası böyle olan kimse, işlediği hiçbir kötülükten pişmanlık duymaz. Aksine, benzer kötülükleri yine işleyebilmek için adeta fırsat kollar. Böyle bir kimse, bu iç dünyasını değiştirmedikçe, onun kötü yoldan dönmesi beklenemez.
İç dünyamızın bu durumuna, din dilinde; ‘Hep kötülük isteyen ve kötülük peşinde koşturan nefis’ anlamında olarak “nefs-i emmare” denir.
Nefsin böylesi Kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefistir.. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (a.s.)'ın dilinden, nefsin kötülükleri işlemeyi, heva ve hevesi doğrultusunda Allah (c.c.)'ın emirlerine muhalefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmek için zorladığını bildirmektedir:
“(Yusuf), nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı bir şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”  [4]
‘Nefs-i emmare’ sürekli kötülüğü emreder. Bu durum, iyi eğitim almamış her insan için söz konusudur. İnsan bu durumda kaldığı müddetçe, onun ömrü hep kötü fiillerle veya kötü fiillerin özlemi içinde geçer.
Öyle insanlar da vardır ki, zaman zaman kötülük eder.  Fakat işlediği kötü fiillerden sonra içinden bir pişmanlık duyarak:
- Kötü olan bu işi ben niçin işledim? Yapmamalı idim, diyerek kendi kendisini kınar. Bir daha böyle şeyler yapmamalıyım diye de kendi kendine karar verir.
Fakat bir müddet sonra yine aynı veya benzer hatalara düşer; kötü işler yapar. Peşinden yine pişmanlık duyar. Bu durum böyle sürüp gider.
 
İşte böyle bir iç dünyaya, din dilinde, ‘kendi kendisini kınayan nefis’ anlamında olmak üzere, ‘nefs-i levvame’ denir. Nefs-i Levvame, kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefistir:
Bu durum nefsin bir üst mertebesini ifade eder ki, bir insanın kötü alışkanlıklarından kurtulabilmesi için en az bu mertebede bir iç dünyasına yükselmesi gerektir.
İnsan beşerdir; şaşar; hata, kusur ve hatta kötülük işleyebilir. Fakat hiç olmazsa, o kötülüğü işledikten sonra olsun kendine gelmeli ve ondan pişmanlık duymalıdır.
İşlediği kötülükten pişmanlık duymayan kimsenin kötü alışkanlıklarını terk ederek kötü yoldan iyi yola gelmesi beklenemez. Ama pişmanlık duyan kimsenin er-geç doğru yolu bulacağı umulur.
Bazı insanlar da vardır ki, onların iç dünyası, birinci mertebede açıkladığımız iç dünyasının tam tersine, iyi şeyler; doğruluğa, dürüstlüğe, helalî-haramı gözetmeye, iffete, namusa, edep ve hayaya eğilimlidir. İçinden gelen şeyler hep böyle iyi şeylerdir:
Uykusundan kalkar, temizlik ve ibadetini yapar. İşine gider; üstüne düşeni en güzel bir şekilde yapmaya özenir. Vakti gelince helâlinden yemeğini yer; ibadetini yapar. Konuştuğunda doğruyu söyler; söz verdiğinde yerine getirir.
Yardıma muhtaç birini gördüğünde elinden geldiği kadar yardım etmeye çalışır. Kimseyi incitmez. Kimseyi çekiştirmez. Herkesin hakkını kendi hakkı kadar, herkesin malını kendi malı kadar, herkesin ırz ve namusunu kendi namusu kadar korur ve ona dokunmaz, hatta kutsal sayar.
Yakınlarına ve fakirlere zekâtıyla, fitresiyle, sadakasıyla destek olur. Elinden geliyorsa ihtiyaç olan yerler cami, okul, hastane, yol, çeşme ve benzeri hayırlar yapar, yaptırır.
Kısaca iyilik ve hayrın birini bitirdikçe içinden bir diğerine başlamak gelir.
Bütün bunları yapmak elinden gelmez ve yapamazsa da bunları yapabilme heves ve arzusu içinde yaşar.
Böyle bir iç dünyaya da din dilinde ‘iyilik ilhamcısı nefis’ anlamında olarak “Nefs-i Mülhime” denir.
Bir ileri mertebedeki iç yapıda insan, sadece iyiliğe heves etmekle kalmaz. Ayın zamanda huzuru ancak o iyi davranışları gerçekleştirmede bulur. Yaptığı iyilikleri, onun iç dünyasının havası ve suyu gibidir.
Balığın su dışında yaşayamaması gibi o da iyiliklerden ayrı olarak yaşayamayacağı kanaatindedir.
Nefsin bu mertebesinde din dilinde ‘iyi davranışlardan ve iyiliklerden huzur bulan nefis’ anlamında olara ‘Nefs-i mutmainne’ denir.
Daha ileri dereceler ise “Radiye” ve “Mardiyye” mertebeleridir ki, bu mertebelerde insan, sadece huzur bulmakla kalmaz aynı zamanda iyilik ve hayır kavramlarının bilincine de vararak tam bir hoşnutluk içinde bulunur. Bu hoşnutluk ise, Yüce Yaratan’ın hoşnutluğuna erdirir.
“Artık Allah kulundan, kul Allah’tan razıdır.”  [5]
Bu iç yapı mertebeleri hiçbir kimsenin değişmez kaderi değildir.
Aksine, her insan, bu mertebeleri aşma yeteneğinde yaratılmış olup aynı zamanda bununla yükümlü de tutulmuştur.
Bu olgunluk mertebeler insanın kendisini eğitmesi ile aşılır.
Dinler ve Peygamberler, insanlara bu hedefleri gösterdikleri gibi bu hedeflere ulaşmanın yollarını da göstermişlerdir.
Filozofların ve aklı eren herkesin gösterdiği ahlâkî ilkeler gözden geçirildiğinde, o ilkelerin de bu hedeflere yönelik olduğu görülür.
Bize düşen, önce bunları öğrenmek sonra da hedef olarak benimsemek ve bizi bu hedeflere ulaştıracak fiil ve davranışlara elimizden geldiği kadar içten gelen bir samimiyetle yönelmektir.
Namazı, orucu, haccı, zekâtı, kısaca ibadetleri, temizliği, doğruluğu, yardımı ve iyilik severliği kısaca iyi ahlâkı, farz bilip elimizden geldiğince bunları yapmaya çalışmak; yalanı, dolanı, hileyi, haramı yasak bilip bunlardan sakınmak; iç dünyamızı eğitecek ve geliştirecek başlıca çarelerdendir.


[1] Şems sûresi, 91/6-10.
[2] Buhari, Edeb, 69; Müslim, Birr, 105.
[3] Buhari Merda, 3; Tirmizi, Fiten, 575.
[4] Yusuf sûresi,12/53.
[5] Beyyine sûresi, 98/ 8.
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=678

--


BELA ONA GELECEK

BELA ONA GELECEK

Adamın birisi Hz. Musa'ya (a.s) gelerek:
 
- Ya Musa, ne olur dua et de hayvanların dilinden anlayayım. Bundan kendime dersler çıkarır, iyi insan olurum, dedi.
 
Hz. Musa (a.s):
- Git işine bak, bu halin senin için daha hayırlıdır, kaldıra­mayacağın bir yükün altına girmeye çalışma, diye cevap ver­di.
 
Fakat adam dinlemedi, sürekli ısrar etti.
- Ya Musa, ne olur, hiç değilse kapımdaki köpekle horo­zun dilinden anlayayım, diyordu.
 
Sonunda Hz. Musa dua etti ve adam sevinerek evine git­ti. Ertesi sabah, hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşup hemen kaptı. Köpek:
 
- Be horoz, yaptığın doğru mu? Sen buğday da, arpa da yiyebilirsin. Bense ekmekten başka bir şey yiyemiyorum. Ne için benim rızkımı kapıyorsun" diyerek horoza kızdı. Horoz:
 
- Haklısın ama tasalanma, yarın bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnım bir güzel doyurursun, dedi.
 
Adam bunu düyunca hemen eşeğini pazara götürüp sat­tı. Ertesi gün, ne konuşacaklar diye köpekle horozun yanma geldi. Köpek horoza sitem ediyor:
 
- Hani eşek ölecekti, ben de karnımı doyuracaktım, diyordu. Horoz:
- Eşek öldü ama başka yerde öldü. Fakat hiç merak etme, yarın at ölecek, o zaman daha büyük bir ziyafete konacak­sın, dedi.
 
Adam hemen atım da sattı. Hayvanların dilini anlayabil­menin onun için çok karlı olduğunu düşünüyordu. Ertesi gün yine köpekle horozu dinlemeye gitti. Köpek yine horoza si­tem ediyor, yalan söylemeye başladığından şüpheleniyordu. Horoz:
 
-Ben yalan söylemedim. At ölecekti, sahibimiz sattı. Fa­kat sen merak etme, yarın sahibimizin en çok değer verdiği kölesi ölecek, o zaman onun hayrına yemekler helvalar ve­rilecek, hepimiz doyacağız, dedi.
 
Bunu duyan adam hiç beklemeden kölesini de sattı. Erte­si gün yine aynı konuşmalara kulak kabartmak için gitti. Bu sefer köpek çok kızgındı. Günlerdir yalanlarla avutulduğunu söylüyordu. Horoz:
 
-Ben yalancı değilim ve yalan söylemem, diye itiraz etti. Köle de öldü, ama başka yerde... Çünkü sahibimiz onu da sattı. Fakat hiç iyi etmedi. Zira ilkin kaza eşeğe gelecekti, böylece sahibimiz kaza ve beladan kurtulacaktı. Onu sattı, ata geldi. Atı sattı, köleye geldi. Köleyi de sattı, şimdi bela kendisine gelecek. Sıra onda, yarın sahibimiz ölecek, böyle­ce hepimiz doyacağız, dedi.
 
Bunu duyan adam akılsız basını dövmeye başladı, ancak iş işten geçmişti.
 
insanlar başlarına gelen istemedikleri bir şeyi hayra yormalı, onun daha büyük bir belayı def ettiğim, belala­ra kalkan olduğunu düşünmelidirler.
 
Evet, perdenin arkasında neler olduğu ve hadiselerin hikmeti her zaman bilinemeyebilir.
 
Hayır görünende şer, şer görünende hayır olabilir, insan sık sık sadaka vererek belaları def etme­lidir.
 
Her şeyin sadakası vardır. Servetin, ilmin, iyi niye­tin, sıhhatin, kuvvetin, zamanın...
 
Mesel Denizi, s.80

Cana geleceğine mala gelsin, atasözünün kaynağı bu hikaye olabilir.