28 Şubat 2017 Salı

Efkan Vural - Selam vermek

Efkan Vural - Selam vermek

 
Selam İnsanların birbirleriyle iletişim kurmalarının ilk adımıdır. Selamı kimseden
esirgememeliyiz. Selam “selamun aleyküm” sözüyle verilir, “aleyküm selam“ sözüyle
de selama karşılık verilir.
Duruma göre,Günaydın,iyi günler,merhaba,iyi akşamlar,iyi geceler gibi sözlerde
kullanarak muhatabımızla iletişime geçebiliriz.İnsanların birbirinden uzaklaştıklarını
görmekteyiz.İnsanlar artık yüz yüze değil,interaktif ortamlarda görüşür olmuşlardır.
Sosyal hayatta selamın yerini hiçbir şey tutmaz. Bunun için birbirimize selam
vermeyi ihmal etmemeliyiz.
Yüce Allah Kur’an’da selamla ilgili şöyle buyurmaktadır:
“Bir selamla selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla
karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır.” (Nisa
suresi,86.ayet)
“Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına
selam vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir. Herhalde (bunu) düşünüp
anlarsınız.”(Nur suresi,27.ayet)
“İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin yüksek makamlarıyla
mükâfatlandırılacaklar ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanacaklardır.” (Furkan
suresi,75.ayet)
Sevgili Peygamberimiz de selamla ilgili şöyle buyurmaktadır:
“Selam kelamdan öncedir.(Önce selam verilir sonra konuşmaya başlanır.)”
(Tirmizi,isti’zan,11)
“Şüphesiz ki Allah indinde insanların en iyisi önce selam verendir.”(Ebu
Davud,edeb,133.)
 
“Mü’min olmadıkça Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de mü’min
olamazsınız. Size bir amel bildireyim mi ki onu yaptığınız takdîrde birbirinizi
seversiniz: Aranızda selâmı yayınız.” [Müslim, Îmân, 93;
Nebi (sallallâü aleyhi vesellem)’ e birisi: Yâ Rasûlalah! İslam’ın hangi ibadeti hayırlıdır? Diye sordu. Nebi (s.a.v.): “(Aça) yemek yedirmen,tanıdığına ve tanımadığına selam vermendir.” Diye cevap verdi. (Buhâri,İman,6,20.)
Enes (r.a.) Rasulüllah’in kendisine şöyle dediğini rivayet eder:
“Oğlum! Ailenin yanına girdiğinde selam ver ki,sana ve ev halkına bereket olsun.”
( Tirmizi,isti’zan,10)
Allah’ın selamını birbirimizden eksik etmeyelim.
Allah’ın selamı hepinizin üzerine olsun!
 
  Efkan VURAL
http://efkanvural.blogspot.com.tr/2017/02/a.html

--

Ahirete götürebildiğimiz nedir?

Ahirete götürebildiğimiz nedir?
 

Evliyanın meşhurlarından Ahmet Kuseyri hazretleri "rahmetullahi aleyh", bir gün sevdiklerine;
- Kardeşlerim, insan ahirete giderken malını da birlikte götürebiliyor mu? diye sordu.

Cevaben,
- Hayır efendim, dediler.

- Çoluk çocuğunu götürebiliyor mu?
- Hayır efendim.

- Peki ne götürüyor öyleyse? Sadece amellerini. Hatta sadece “Allah için” yaptığı halis amellerini götürebiliyor. Yani ahiretin sermayesi, yalnız Allah için yapılan amellerdir.

Ve ekledi:
- Fakat ne kadar ihlaslı olursa olsun, hiç kimse ameliyle Cennete giremez.

Sordular:
- Ya ne ile girer hocam?
- Yalnız Allahü teâlânın ihsanı ile.

- Peygamberler de mi efendim?
- Evet, onlar da. Nitekim Peygamber efendimiz aleyhisselam; “Hiç kimse kendi ameliyle Cennete giremez” buyurduklarında,

Eshab-ı kiram;
- Sen de mi ya Resulallah? diye sordular.

Efendimiz aleyhisselam cevaben;
- “Evet, ben de” buyurdular.

Peygamber efendimiz böyle olursa, bizim gibi günahkârların halini düşünelim artık. Bu durumda yapacağımız bir iş var.

Sordular:
- O nedir efendim?

- Allahü teâlânın sıfatlarıyla sıfatlanmak. Yani af edici olmak, öfkelenmemek, yumuşak huylu olmak lazım. Çünkü Allahü teâlâ böyle olan kulları seviyor. Cennet de, Allahü teâlânın sevdiği yerdir.

Şöyle bitirdi:
- Cenâb-ı Hak sevdiği kullarını, sevdiği yerde, yani Cennette ağırlayacak ahirette. Allahü teâlâ bizleri de öyle olan kullarından eylesin.

- Amin.

Sabır, susmaktır
Bir gün de;
- Tasavvuf nedir? diye sordular bu zata.

Cevaben;
- “Tasavvuf”, zamanı en iyi şekilde kullanmaktır, buyurdu.

Sordular yine:
- Sabır nedir efendim?
- Susmaktır, buyurdu.

- Namazda Allahü teâlâyı hatırlamanın yolu nedir efendim?
- Bir kimse yemek yerken Allahü teâlâyı ne kadar hatırlarsa, namazda da o kadar hatırlar.
 
 
 
 

27 Şubat 2017 Pazartesi

KEREM

KEREM

 

‘Kerem’, iyilik, bağış, üstünlük, şerefli ve cömert olmak demektir.

      

Kerem, ikram, kerim, keramet, kiram, ekrem, mükerrem gibi kavramlar aynı kökten türemiş olup aralarında anlam bağı vardır. İkram, birisine veya misafire bir şey vermek, iyilik etmek demektir. Allah (c.c.), Celal (yücelik) ve en geniş ‘ikram’ sahibidir. [1]

‘Kerim’, değerli ve şerefli olmak, iyiliksever olmak, çok cömert anlamlarına gelir. Kur’an, ahirette müminlere verilecek mükâfatlara ‘kerim bir rızık’ [2] demektedir.


‘Ekrem’ en cömert, en şerefli ve yüce, en değerli demektir. Kur’an bu sıfatı bir ayette Allah (c.c.) hakkında kullanmaktadır. [3]


İnsanlar Allah (c.c.)’ın kulları olmaları yönünden eşittirler. Bu açıdan birbirlerine karşı üstünlükleri yoktur. İnsanların en ‘ekrem’i en üstünü ve en şereflisi Allah (c.c.)’a karşı sorumluluk bilincini en iyi duyandır, yani takva sahibi olandır. [4]


Peygamberimiz (s.a.v.) insanların en ‘ekrem’i (en üstünü) kimdir? Sorusuna aynı cevabı vermiştir. [5]


‘Mükerrem’ ise ikrama ve hürmete layık kişi manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de kerem kelimesi geçmemekte ama diğer türevleri farklı yerlerde, benzer anlamlarda geçmektedir. Kerem, söz ve davranışla, maddi yardım ve ikramla insanlara iyi davranmayı ifade eden çok geniş kapsamlı bir ahlâk kuralıdır. Güzel huylardan sayılan, bağışlamak, iyi davranış, ihsan etmek, cömertlik yapmak, güler yüzlü olmak gibi davranışlar ‘Kerem’ sahibi olmak diye anlatılmıştır.


Kerem, Müslümanlarda bulunması gereken en güzel huylardan biridir.

Kerem, daha çok cömert olmak, şerefli ve asalet sahibi olmak, saygın kimse anlamlarında kullanılmıştır.


Kerim insan, cömert, iyi huylu, insanlar arasında şeref ve itibarı olan insan demektir. Bu anlamda Hz. Muhammed (s.a.v.) ‘kerim, şerefli, değerli ve yüce’ bir elçidir. [6]

 

Kerim, aynı zamanda Allah (c.c.)’ın güzel isimlerinden birisidir. O, çok ikram sahibidir, cömerttir, insanlara bağışı ve affı bol olan demektir. [7]

 

Peygamberimiz  (s.a.v.), ‘Mekarim-i ahlâk’ı, yani ahlakın en güzelini, en keremlisini tamamlamak için gönderilmiştir. O’nun hayatının her anında bu güzel ahlakın örneklerini görmekteyiz. Nitekim Mekke fethedildiği gün, Mekkelilere, ‘Size ne yapacağımı sanıyorsunuz?’ diye sorduğu zaman onlar ‘sen kerim kardeşsin, kerem sahibi bir dostsun (senin bize intikam duygusuyla davranmayacağını biliyoruz)’ diyerek buna tanıklık etmişlerdi.

 

Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim (a.s.)’in kerem sıfatını övmektedir. Çünkü O çok ikram eden, şerefli bir insandı. [8]

 

Müslümanlar ‘mükremûn’durlar, yani kendilerine Allah (c.c.) tarafından çok cömert davranılan, bol bol ikram edilen, Cennetlerde ağırlanan, değerli ve şerefli kimselerdir. [9]

 

Kur’an, ‘Kerim’ bir kitaptır, çünkü O’nun şerefi yücedir, kıymetlidir, müminlere bağışı çoktur. [10]

 

Kerem sahibi olmak, Müslümanların en önemli özelliklerindendir. Onların peşinden gittikleri Hz Muhammed (s.a.v.), insanların en keremi idi. O, Rasûl-i ekrem’ yani ‘en keremli Peygamber’ idi.

 

Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa konuğuna ikram etsin; kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa akrabasını ziyaret etsin; kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa hayır söylesin veya sussun.  [11]

 

Peygamberimiz (s.a.v.)’in misafiri hiç eksik olmazdı. Uzaktan yakından pek çok misafiri gelirdi. O devrin devlet ve kabilelerinden özel ve resmi heyetler gelir, günlerce kalırlardı. Peygamberimiz (s.a.v.)  bu misafirlerle bizzat kendisi ilgilenir, ağırlar ve onların hizmetlerini görürdü.

 

Habeşistan’dan gelen bir heyete bizzat Peygamberimiz (s.a.v.) hizmet etti. Sahabîler, ‘Siz bırakın, yâ Rasûlallah, hizmeti biz görürüz’ dediler.

 

Peygamberimiz, “Onlar daha önce bizim arkadaşlarımıza ikram etmişlerdi. Şimdi ben de bu hizmetlerinin karşılığını vermekten zevk duyuyorum.” buyurdu.

 

Taif’ten gelen Sakif heyetini, mescitte misafir etti, ağırladı. Yine onların hizmetlerini kendisi gördü. Daha sonra onlar hep beraber Müslüman olarak yurtlarına döndüler.

 

Peygamberimiz (s.a.v.)’in kendi evi misafir ağırlamaya uygun olmadığı zamanlar, Ensardan Remle (r.a.) ile Ümmü Şerik (r.a.)’in evleri misafirhane olarak kullanılıyordu. Bu kadınlar iyiliksever, cömert kimselerdi. Bazen gelen misafirler o kadar çok olurdu ki, hizmetlerini rahatça görmek için böyle misafir evlerine taksim edilirdi.

 

Peygamberimiz (s.a.v.) misafir konusunda din ayrımı da yapmazdı. Herkese aynı yakınlık ve iyiliği yapar, aynı nezaket ve anlayışı gösterirdi.

 

Ebû Basra Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu yönünü şöyle anlatır: ‘Ben henüz Müslüman değildim. Rasûlullah’a misafir oldum. Geceleyin kalktım, bütün keçileri sağdım, sütlerini içtim. Böylece Rasûlullah’ı ve ailesini aç bıraktım. Fakat Resûl-i Ekrem bana hiçbir şey demedi.’       

 

Yine Ebû Hüreyre (r.a.)’nin anlattığına göre, bir gün Peygamberimiz (s.a.v.)’e bir müşrik misafir oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) süt ikram etti, o da içti. Bir daha ikram etti, onu da içti. Rasûllullah (s.a.v.)’ın bu ikramı karşısında duygulanan bu müşrik sabahleyin Müslüman oldu.

 

Fakat Peygamberimiz (s.a.v.)’in sürekli misafirleri, mescidin yan tarafında ikamet eden, evi-barkı, çoluk-çocuğu olmayan fakir Sahabîlerin oluşturduğu ‘Suffe Ashabı’ idi. Peygamberimiz (s.a.v.), onları kendi aile fertleri gibi görürdü. Onların eğitim ve öğretimlerini üzerine aldığı gibi, geçimlerini de kendisi karşılıyordu.

 

Peygamberimiz (s.a.v.)’in dört kişinin taşıyabileceği büyüklükte bir kazanı vardı. Öğle vakti olunca bu kazan getirilir, yemek yapılır, Suffe Ashabı onun etrafına dizilir, Peygamberimiz (s.a.v.)’le birlikte ondan yerlerdi. Bazen o kadar kalabalık olurdu ki, Peygamberimiz (s.a.v.) oturmaya yer bulamaz, çömelirdi.

 

Peygamberimiz (s.a.v.) bazen Suffe Ashabını kendi evinde de ağırlardı. Bunların sayıları, yüz ile dört yüz arasında değişirdi.

 

Bir gün Suffe’de bulunan Sahabîleri Hz. Âişe (r.a.)’nin evine götürdü. Hz. Âişe (r.a.) validemize evde ne varsa getirmesini söyledi. Yemek yenildikten sonra, varsa bir miktar daha getirmesini söyledi. Hurma ve süt geldi. Onları da yediler. Böylece Peygamberimiz (s.a.v.) onları bizzat kendisi ağırladı.    

 

Peygamberimiz (s.a.v.)’in arkadaşları (sahabiler) ve onları örnek alan atalarımız, misafirlerini candan aziz bilmişler, misafire ikram etmeyi en sevimli bir özellik saymışlar ve bunu maddi bir karşılık için değil, yalnızca Allah rızası için yapmışlardır.

 

Ebu Hureyre (r.a.)’nin anlattığına göre, Allah (c.c.)’ın elçisine bir adam geldi, darda kaldığını söyledi. Allah (c.c.)’ın elçisi: “Bunu gece kim misafir eder?” diye sordu. Sahabi’den biri: ‘Ben ederim, Ya Rasûlallah’ dedi. Ardından adamı alıp evine götürdü. Evinde ancak bir kişiye yetecek kadar yemek vardı. Hanımına gizlice çocukları oyalayıp yatırmasını, konuk sofraya oturunca lambayı söndürmesini, konuk yemek yerken kendilerinin de yermiş gibi davranmasını söyledi. Böyle yaptılar, konuk yemeğini yedi, kendileri ve çocukları aç kaldılar. Sabah olunca Allah’ın elçisi o arkadaşlarına:

“Allah sizin, konuğunuza yaptığınız ikramı çok beğendi.”  buyurdu.

 

Ev sahibinin konuğa ikramı nasıl iyi ahlâk gereği ise konuğun da ev sahibini rahatsız etmemesi, misafirliği üç günden fazla uzatmaması, umduğunu değil bulduğunu yemesi ve ev sahibinin gizli yönlerini araştırmaması da iyi ahlâk gereğidir.

 

Peygamberimiz (s.a.v.), üç gün misafiri ağırlamanın ev sahibi için bir görev olduğunu, bundan fazlasının ise bir sadaka olacağını buyurmuştur.  

 

 

 

 


 

[1] Rahman sûresi, 55/27-78.
[2] Nur sûresi, 26-34.
[3] Alak sûresi, 96/3.
[4] Hucurât sûresi, 49/13.
[5] Buhari, Enbiya s. Tefsiri 4/179.
[6] Tekvir sûresi, 81/19.
[7] Neml sûresi, 27/40.
[8] Zariyyat sûresi,51/24-27.
[9] Saffat sûresi, 37/42.
[10] Vakıa sûresi, 56/77.
[11] Buhari ve Müslim.


BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=648

--
.


Farkına Var!

Farkına Var!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Nihayet o gün (dünyâda yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (Tekâsür, 8)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.”  (Müslim, Zühd 9. Tirmizî, Kıyamet 58, Libâs 38; İbni Mâce, Zühd 9)

Allah Teâlâ bir kulunu sıhhatli, diğerini sakat yaratabilir. Birini çok akıllı, diğerini az akıllı yaratabilir. Yarattıklarından birini yılan yapar süründürür, birini kuş yapar uçurur. Bundan dolayı mahlukâttan herhangi birinin îtirâza aslâ hakkı yoktur.

Esâsen hayvanatta da ancak hayâtını idâme ettirebilecek derecede bir akıl, idrak ve hissiyat bulunduğu için, hepsi de hâlinden memnundur. Mîdelerini doyurup fıtratlarındaki tabiî arzularını tatmin etmekten başka bir dertleri yoktur.

Bu yüzden, niçin insan olarak yaratılmadım, diye düşünmeleri veya bunun ıztırâbını duymaları söz konusu değildir.

Bir hayvanın veya bitkinin; “Niye ben insan olarak yaratılmadım?” deme hakkı olamayacağı gibi, sakatlık, hastalık, fakirlik, mahrûmiyet vs. gibi birtakım sıkıntılar içinde bulunanların da, Allâh’ı -hâşâ- adâletsizlikle ithâm etmeleri, en başta akla-mantığa, iz’an ve vicdâna zıt bir keyfiyettir.

Kaldı ki bir kul hakkında ilâhî lutuf ve ikramların azlığının mı, çokluğunun mu daha hayırlı olduğu, ancak âhiretteki mîzanda belli olacaktır. Zîrâ az nîmetin doğurduğu borç az, çok nîmetin doğurduğu borç ise çoktur. 

(Osman Nûri Topbaş, Gönül Bahçesinden Öyle Bir Rahmet Ki, Erkam Yay.)



26 Şubat 2017 Pazar

KELAM

KELAM

‘Kelam’, konuşmak, söz etmek, istediğini başkasına anlatmak, bir konuyu dile getirmek, demektir. Kelam, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından birisidir. Allah Teâlâ çeşitli şekillerde peygamberleri, melekleri, kulları ve yaratıkları ile konuşur. Bunun şekil, muhteva ve zamanını zat-ı ilahisi belirler. Konuşmak, insanın aklında gizli olan şeyleri, sırları açığa çıkaran bir tercümandır. Bir söz konuşulduktan sonra artık onun dönüşü yoktur. Sonuçlarının reddedilmesi de mümkün değildir. Bunun için akıllı insan, konuşma hatalarına karşı dikkatli olan veya az konuşandır. Düşünürler demişlerdir ki: susmayı yeğle. Böylece bilen de olsan bilmeyen de olsan sen bilgili sayılırsın. Söz ustaları demişlerdir ki: Dinlemeyi tercih et. Bu sana sevginin arılığını kazandırır. Seni aldanmanın kötülüğünden korur. Sana vakar elbisesini giydirir.

Seni özür dilemekten kurtarır. Konuşmanın Şartları Konuşan kimsenin konuşmalarından kendisi zarar görmemesi için aşağıdaki kurallara uyması gerekir: Birincisi, konuşulan sözün, ya bir yararın sağlanması veya bir zararın giderilmesi için söylenmiş olması gerekir. İkincisi, konunun uygun olması veya uygun bir fırsatta söylenmesi gerekir. Bir konu konuşulurken başka konuları karıştırmamak gerekir. Üçüncüsü, sözün gerektiği kadar söylenmesi doğrudur. Sözün gereğinden fazla uzatılması, gereksiz şeylerin söylenmesi insanları sıkar. Dördüncüsü, konu ve muhataba göre en uygun sözün seçilmesi gerekir. Konuşan kişi bu şartlardan herhangi birini terk ederse konuşmanın faziletini kaybeder.

                      Güzel Konuşma Kuralları

1. Överken veya eleştirirken aşırı gitmemelidir. Çünkü övgüde aşırı gitmek, acizlikten doğan bir riyakârlıktır. Eleştiride aşırılık ise, kötülükten doğan bir intikamdır. Her ikisi de doğru olsa bile sonuçları itibariyle kötüdür.

2. Yerine getirilmesi zor olan vaatlerde bulunmamalıdır.

3. Söylenen söz yapılan eylemle doğrulanıyorsa bu durumda tercih yapılabilir. İnsan sözü söylemeyebilir. Fakat fiili yapması gerekir. Çünkü söylemediği bir şeyi yapması, yapmadığı bir şeyi söylemesinden daha güzeldir.

4. Sözün amacı ve hedefleri nedeniyle kaynaklarına dikkat etmelidir. Ebu Esved Düeli oğluna demiştir ki: ‘Oğlum bir toplulukta konuştuğun zaman senin konumun üzerinde bir söz söyleme, sana kızarlar. Konumunun altında bir söz söyleme seni boğarlar.’

5. Konuşma esnasında sesi sevilmeyecek kadar yükseltmek.

6. Sözün kötüsünü kullanmamak, olabildiğince onu güzeli ile değiştirmek ve dili nezih tutmak.

7. Sokak insanlarının kullandığı argo kelimeleri kullanmaktan kaçınmak. İlim ve edebiyat insanlarının dilini kullanmaya çalışmak. İnsanlardan her kesimin kendisine göre örneklemeleri vardır. Kültürsüz insanların da seviyesine göre benzetmeleri vardır. Bunun için de kültürsüz ve kültürlü insanların örneklemeleri arasında önemli farklar vardır. Atasözlerinin, insanların zihnine etkileri ve verdikleri öğütler bakımından ayrı bir yeri vardır. Bunun için Kur’an-ı Kerim’de bazı konuların insanlar tarafından daha iyi anlaşılması için bir takım benzetmeler yapmıştır.

Yapılacak benzetmelerin etkili olabilmesi için dört koşul vardır: 1. teşbih (benzetme) doğru olmalıdır. 2. Geçmişte bilinen ve genel kabul gören bir bilgiye dayanmalıdır. 3. Hızlı bir şekilde anlaşılması, zihinde hemen karşılaştırma yapılacak şekilde anlaşılması ve sonuç çıkarılacak şekilde olması gerekir. 4. Dinleyenlerin durumuna göre en etkili sonucu alacak şekilde olmalıdır. Bu dört koşul söylenecek atasözünde bulunursa, söz için bir süs olur, anlamların parlaklığı için bir cila olur ve sözün anlaşılmasını kolaylaştırır.


BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=647
 

Dosdoğru Yol

Dosdoğru Yol

 
Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hûd, 112)
Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Allâh’a inandım de! Ondan sonra da istikamet üzere dosdoğru ol.” (Müslim, Îmân, 62)

Zünnûn-i Mısrî (ks):

“Ahlâkında, fiil ve hareketlerinde Allâh Teâlâ’nın habîbinin sünnetine uyan kimse, Hakk’a olan sevgisini isbat etmiş olur.” buyurarak bu hakîkati te’yîd eder.

Bayezid-i Bistâmî (ks) ise:

“Havada bağdaş kurup oturabilen birisini görürseniz, o şahsın ilâhî emir ve nehiy hudûdlarını koruduğunu, sünnete tâbî olduğunu ve Hakk’ın hukûkuna riâyet ettiğini görmedikçe, bunun bir keramet olduğuna inanmayınız.” der.

Sırât-ı müstakîm (dosdoğru yol), seçkin kimselerin yoludur. İstikâmetin esası da îmân ve takvâdır. Bu ikisinin mahalli ise kalbdir. Bu itibarla istikâmet, kalbde bulunan îmân ve takvâ ile vücûdun yek-âhenk olmasıdır. Kalbdeki, îmân, ihlâs ve îtidal, istikâmeti sağlar ve dâimî kılar. Peygamber (sav):

“Dil istikâmet üzere olmadıkça kalb, kalb istikamet üzere olmadıkça îmân müstakîm olmaz.” 

(Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 198)



25 Şubat 2017 Cumartesi

Efkan Vural - Kur’an-ı Kerim’den mesaj var -1

Efkan Vural - Kur’an-ı Kerim’den mesaj var -1
 
 
Bugün sizlere ölüm gerçeğinden bahsetmek istiyorum. Dünyaya gelen canlılar dünyayı geçici bir mesken olarak kullanmaktadırlar. Dünyadaki bütün canlıların  bir gün hayatları son bulacaktır. Bu, Yüce Allah’ın kanunudur. Niceleri geldi geçti buradan.Hiç biri dünyadan bir varlık götüremedi öbür tarafa.Her an ölüm gerçeği ile  karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıyız.
 
İşte bunun için her daim hazırlıklı olmalıyız. Yaptıklarımıza dikkat etmeliyiz.Yaptığımız her  bir  davranışın sonucunda hesaba çekileceğimizi bilmeliyiz. Helal ve haramlara önem vermeliyiz. Her işimizde adaletli olmalıyız. Özellikle kul hakkına riayet etmeliyiz.
 
İnsanları,hayvanları ve tüm varlıkları sevmeli ve onlara saygı duymalıyız.
 
Yaptığımız iyilikleri  Allah için yapmalıyız. Her an ölümle karşı karşıya kalacağımızı düşünerek,yapacaklarımızı en güzel bir biçimde yapmaya çalışmalıyız.Yapacağımız bir hatayı tekrar düzeltme şansını bulamayabiliriz. Onun için attığımız her adıma dikkat etmeliyiz.
 
Hiç ölmeyecek gibi dünyada çalışmalıyız. Yarın ölecek gibi de Allah'a kulluk etmeliyiz.
 
Dünyayı ahretin tarlası olarak görmeliyiz. Dünyada ne  ekersek, onu ahrette biçeceğimizi düşünerek,bilinçli hareket etmeliyiz.
 
Öldükten sonra  Allah’a döndürüleceğimizi ve hesaba çekileceğimizi hiç unutmamalıyız.
 
Yüce Allah Kur'an'ı Kerim'de şu mesaja yer vermektedir::
 
"Her canlı ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz."
 
(Ankebut suresi,57. ayet).
 
Efkan VURAL
 
 

--


HEM FAKİRLİK, HEM ZENGİNLİK İMTİHANI

HEM FAKİRLİK, HEM ZENGİNLİK İMTİHANI

Fakir, salih bir zat ile onun saliha bir hanımı varmış. Kadıncağız yün eğirir, kocası da onu pazarda satar, akşama onun parasıyla eve ekmek alır, böyle geçinip giderlermiş...

Bir gün adam yine iplikleri satmış. Akşama gelirken bir kimsenin, birini ayaklarının altına alıp fena hâlde dövdüğünü görünce koşmuş yanlarına,

"Burada neler oluyor böyle?" diye sormuş.

Üstteki adam
"Bunun bana borcu var, ödemiyor. Onun için dövüyorum" demiş. Fakir zât
"Onun borcu ne kadarsa ben vereyim, al cebimdeki bütün para bu, yeter mi?" demiş. Adam da,
"Eh, yetmez ama idare eder" demiş...

Adam parasız eve dönmüş...
Hanımına olayı anlatmış. Hanımı da

"Sen hayırlı bir iş yapmışsın bey, üzülme" demiş...

O gece aç yatmışlar. Ertesi gün adam yine iplikleri alıp çıkıyor pazara, ama müşteri yok. Gezmiş dolaşmış artık akşam olmuş. Çaresiz evine dönerken elinde irice bir balıkla giden birini görmüş.

Adam demiş ki; "Bugün akşama kadar gezdim ama bu balığı satamadım. Ha, hanım da benden yün iplik istemişti, sende var galiba" demiş.


O da "var" deyince, bunlar balıkla yün iplikleri takas etmişler... Adamcağız eve gelince hanımına, "Bugün para kazanamadık ama en azından karnımızı doyuracak bir balık aldım. Pişir de yiyelim" diyor.

Kadıncağız balığı temizlerken içinden bir kese altın çıkmaz mı? İkisi de seviniyorlar tabii...

Artık tam zengin olduk derken, balığı satan adam geliyor ve diyor ki:


"Ben alışverişten vazgeçtim arkadaş. Al ipliklerini ver balığımı..."

Adamcağız "Tamam da, biz balığı pişirip yedik, dolayısıyla onu midemden çıkaramam. Ama içinden çıkan altınları vereyim al git" diyor...

İşte o an balıkçı, gerçek kimliğini açıklıyor ve diyor ki:


"Ben bir meleğim. Beni Allahü teâlâ gönderdi. Senin borcu olan o adama yaptığın iyilik cenab-ı Hakkın çok hoşuna gitti. Seni imtihana tâbi tuttu. Hem fakirlik, hem zenginlik imtihanını kazandın. O altınlar senindir, güle güle harca!"





24 Şubat 2017 Cuma

KANAAT

KANAAT


 

‘Kanaat’, dünya nimeti olarak kendisine nasip edilene razı olma, elinde bulunan ile yetinme, aç gözlü olmamak demektir.

 

İnsan, nefis taşıdığı için çok şeye sahip olmak ister. Hırs (aşırı istek) sahibidir. Mal yönünden doyumsuz bir arzusu vardır. Bir nimete kavuştuğu zaman bir başkasına da sahip olma arzusu duyar. Bütün bir ömrü, mal ve dünyalık peşinde geçirir.

 

İnsana, dünya ve dünyanın içerisindeki şeyler süslü gösterilmiştir. İnsanda onlara karşı bir eğilim, bir arzu ve istek yaratılmıştır. Bütün insanlar hayatlarını devam ettirebilmek için çalışmak, eşyaya ve dünyalıklara sahip olmak durumundadırlar.

 

Hayat ve vücut, insana verilen bir emanettir. Kişi bedenine onun ihtiyacı olan gıdaları vermeyerek eziyet edemeyeceği gibi kendi eliyle de intihar ederek hayatına son veremez.

 

Hayatın devamı için, yemek, içmek,  giyinmek, barınmak ve bazı aletleri kullanmak zorunludur. Eğer insanda dünya varlıklarına karşı arzu olmasaydı, en gerekli ihtiyaçlarını karşılamada bile tembellik gösterebilirdi.

 

Bazı kişilerin sorumluluğu daha çoktur. Babalar ve anneler çocuklarının bakımından, beslenme ve eğitimlerinden sorumludurlar.

 

İnsanlar yeri gelince büyüklerinin bakımını da üslenmek zorunda kalabilirler. Dünya nimetlerine ve varlıklarına sahip olmazlarsa, bu görevlerini nasıl yerine getirebilirler?

 

İslâm’a göre zekât vermek, infak etmek yani Allah (c.c.) yolunda harcama yapmak en büyük ve en önemli mali ibadetlerdendir. Parası ve mal varlığı olmayan bu ibadeti nasıl yapabilir?

 

İnsanda kazanma, sahip olma, elde etme arzuları olmasa bütün bunları yapamaz. O zaman insan hayatında dengesizlik ve sıkıntı başlar.

 

Ancak İslâm, aşırı isteklere doymaz iştahlara, sınır tanımaz hırslara ve tamahlara (açgözlülüğe) da iyi bakmamaktadır. İsteklerin ve arzuların ölçülü olarak sınırlandırılması esastır. Alabildiğine başıboş bırakılmış nefis, sahibinden her şey ister, helal haram tanımaz. Allah (c.c.) yolunda infak ettirmez.

 

İslâm her konuda olduğu gibi bu konuda da bir denge getiriyor.

 

Evet, dünya nimetleri insan için yaratılmış ve ona dünya nimetleri sevdirilmiştir. [1]

 

Ama aynı ayette dünya hayatının geçici (fani) olduğu, asıl barınacak yerin ise Allah (c.c.)’ın yanında olduğu hatırlatılıyor. Başka ayetlerde sık sık dünya hayatının faniliğine dikkat çekilerek, insanın bu geçici dünya hayatına ve onun küçük zevklerine aldanıp da Allah (c.c.)’ını unutmaması gerektiği hatırlatılıyor:

 

Dünya hayatı bir oyundan bir eğlenceden başka bir şey değildir. Ahiret hayatı ise (sonsuz olan) gerçek hayattır. Keşke insanlar (bu gerçeği) bilselerdi. [2]

 

Demek ki insan, dünya nimetlerini isteyebilir, hatta zengin olmayı bile arzu edebilir, zengin de olabilir. Ancak bunlara bağlı kalmamak, bunların peşinde hayatı geçirmemek, hayatın eksenine eşya tutkusunu koymamak, kendisini mal ve eşyanın tutsağı yapmamak, ya da eşyayı putlaştırmamak şarttır.

 

İşte bu noktada ‘Kanaat’ dediğimiz güzel ahlâk davranışı karşımıza çıkıyor. Kanaat, dünya varlıklıkları karşısında dengeli bir tavrı ifade eder. Ne aşırı aç gözlü olmak, ne de aşırı israfçı.  İkisinin ortası dengeli ve  güzel bir tavır.

 

                                             Zenginlik Kaynağı Olarak Kanaat


 

Kişinin, dünya varlıklarından kendi payına düşene razı olup, hırs ve tamah ile bütün zamanlarını harcamaması gerekir. Çünkü hırs ve tamah insanı doyumsuz, aşırı cimri, aç gözlü, kıskanç, huzursuz eder. Hatta bu iki kötü huy kişiye, fazla mala sahip olma yolunda haksızlığa, zulme ve hak yemeye bile götürebilir ki böylece başka kötü huylara düşülür.

 

Müslüman zengin olmayı isteyebilir, zengin olmaya çalışabilir; ancak bunun yanında kanaatkâr olmayı da istemelidir.

 

Kanaatkâr olmayan insanlar hiçbir zaman zengin olamazlar. Yani malları çok olsa bile

gözleri doymaz, ruhları doymaz ve kalpleri tatmin olmaz. Bir ömür boyu huzursuz ve mutsuz yaşar ve ölürler. Bunu Peygamberimiz (s.a.v.) ne güzel ifade buyuruyor:

    

“Zenginlik mal çokluğu ile değildir. Aksine zenginlik göz tokluğuyladır.” [3]

 

Şu öğüt insan için, özellikle eşya ve lüks delisi olan insanlar için ne kadar gereklidir:

 

“Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor : Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki, “Sizden biri, mal ve yaratılış bakımından üstün olana bakmak isteyince, bakışını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimeti küçük görmemeniz için gereklidir.” [4]

 

Bu hadisin sonunda şu ilave de yer almaktadır:

 

Abdullah b. Utbe (r.a.) dedi ki: ‘Ben zenginlerle düşüp kalkıyordum. O zaman zenginlik için benden daha heveslisi yoktu. Bir binek görsem onu benimkinden daha iyi görürdüm. Bir elbiseye baksam, benimkinden daha iyi olduğunu zannederdim. Ne zaman ki bu hadisi işittim, fakirlerle arkadaşlık kurdum ve rahat ettim.’

 

Yürekleri daha yüce, daha lezzetli ve daha kalıcı gıdalar doyurmadıkça, gözler aç kalmaya, iştahlar başıboş olmaya devam ederler. İmanın egemen olmadığı hangi gıda insanı doyurabilir? İmanın yön vermediği nefsi, hangi zenginlik tatmin edebilir?           

 

İmandan ve onun eseri takvadan daha doyurucu bir azık olabilir mi? Ebedi lezzet hasretinden yoksun olan gönüller, teselliyi fani lezzetlerde ararlar. Onunla da doymaları mümkün değildir.

 

Bütün sevgilerin ve tazimlerin kendisine bağlı olduğu Allah (c.c.) sevgisi, O’nu hatırlamak, yüreklerin ana gıdasıdır. Bu gıdadan yoksul kalan, kendisini sonu gelmez fakirliğe, doymaz bir iştaha ve aç gözlüğe düşürür. O ulvi sevgiden uzaklaşan merhamet  duygusundan, bölüşme erdemliğinden, infak ahlâkından da uzaklaşır. Çünkü Allah (c.c.) sevgisiyle doymayan yürekler, her şeye karşı aç olurlar.

 

Kur’an şöyle buyuruyor:

“Rızkı dilediğine bolca veren ve dilediğine kısan Allah’tır. Hal böyleyken dünya hayatıyla sevinirler, oysa ahiret hayatı yanında dünya hayatı yalnızca geçici bir doyumdan, bir avunmadan ibarettir.”

 

Peygamberin getirdiği mesajın doğruluğunu inkâr edenler, “Ona Rabbinden mucizevî bir alamet indirilmeli değil miydi?” diyorlar.

 

Sen de şöyle söyle: “Bilin ki, (sapmayı) dileyeni saptıran da, O’na yöneleni kendisine yaklaştıran da, şüphesiz Allah’tır.

 

Onlar ki, inanmışlar ve Allah’ı anmakla kalpleri huzur ve doyum bulmuştur; çünkü bilin ki, kalpler gerçekten de ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur.”  [5]

 

Tüketimi hayatın tek amacı haline getiren, kazanmak ve harcamaktan başka düşüncesi olmayan, dünyalık elde etmekten başka davası olmayan modern insan aç gözlüdür, cimridir, bencildir ve yalnızca kendini düşünür. Doyumsuzdur, yalnızca kendini düşünecek kadar madde delisidir. Daha fazlasına, daha yenisine, daha lüksüne sahip olma tutkusu bir hayat anlayışı haline gelmiştir. Günümüz insanı sonu gelmez bir yarışın içerisindedir. Değer yargıları maddeye sahip olmaya dayandırılmış olduğundan herkeste eşya tutkusu kaçınılmaz bir hal almıştır. Eşya tutkunu olanlar da bencil, cimri, hırslı olurlar.

 

Böyle insanlar, istedikleri maddeye sahip olmak için her yolu denerler, başkalarının hakkına tecavüz ederler, zulme ve gayri meşru yollara başvururlar. Çünkü onlar İslâm’ın ön gördüğü kanaat ahlâkını ve bununla insan ve toplum hayatında sağlanan dengeyi bilmemektedirler.

 

Kanaat, aynı zaman da ibadette de orta yolu izleme anlamında kullanılmıştır. Yani ne aşırı yoğunlukta ibadet etmek ve ne de ibadeti ihmal etme; az ve devamlı ibadet etme demektir.

     

Kanaatin bir anlamı da, insanlara muhtaç olmamak ve yalnızca Allah (c.c.)’tan istemektir. Mülkün yalnızca Allah (c.c.)’a ait olduğunu ve O’nun tükenmez hazinelere sahip olduğunu bilenler, fani varlıklardan bir şey istemezler. Kanaat insanı maddenin kulluğundan, hırs ve tamahın köleliğinden kurtarır. Onursuz yaşamanın zincirini kırar, kişiye onur ve izzet kazandırır, insanı ruhsal olarak doyurur ve mutlu eder.       

    

Kanaatin yanında sabır ve rıza da bulunur. “Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu hoş bir hayatla yaşatırız. (âhirette de) onların ücretini, yaptıklarının en güzeliyle veririz (bütün ömürleri boyunca hep öyle güzel işler yapmışlar gibi ödüllendiririz)” [6] âyetindeki “hayâten tayyibeten” yani ‘güzel hayât’ı, birçok müfessir, kanaat olarak tefsir etmiştir.

 

Peygamber (s.a.v.) de: “İslâm’a iletilip, kendini yaşatacak kadar bir rızık ile yetinen kimseye ne mutlu! “, “Kanaât bitmez mal, tükenmez hazinedir.” [7] buyurmuştur.    

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), kendi âilesinin rızkının da kifâf (yaşamak için zorunlu miktar) olmasını dileyerek: “Allah’ım, Muhammed âilesinin gıdâsını kifâf yap.” [8] demiştir. Çünkü insanın rızkın fazlasının hesabını Ahirette vermesi zor olabilir.

 

Bir hadis-i şerifte: “Zengin fakir herkes, kıyamet gününde, dünyâda kendisine kifâf (yetecek kadar) rızık verilmesini temenni edecektir.” [9] buyurulmuştur. Başka bir hadis de şöyledir: “Allah kıyâmet gününde: ‘Yaratıklarımdan temiz kullarım nerede? der. Melekler: ‘Rabbimiz onlar kimlerdir? derler. Allah: ‘Verdiğime Kanaat eden, kaderime razı olan fakir Müslümanlardır. Onları Cennet’e sokun!’ der. İnsanlar hesap ile uğraşırken onlar cennete girer, yer içerler!” [10]

 

Kanaatin karşıtı ‘tamah’ ve ‘hırs’tır. Bunlar da insanın mutsuzluğuna neden olurlar. Rivâyete göre Ebu Hâzim, bir kasaba uğramış. Dükkânında yağlı et bulunan kasap, Ebu Hâzim’e:

- Ebu Hâzim, bu et güzel, yağlıdır, al, dedi. Ebu Hazim:

- Param yok, dedi. Kasap:

- Zararı yok, sana süre tanırım, götür, deyince, Ebu Hâzim:

- Nefsim bana senden daha çok süre tanır, cevabını verdi.

   

Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: ‘Tamah, fakirliktir. İnsanların elinde bulunan şeylerden umut kesmek ise zenginliktir.’ Gerçekten de öyledir, çünkü başkasının malına göz dikmeyenin içi rahat eder, bir şeye ihtiyacı kalmaz. İşte bu, zenginliğin tâ kendisidir. Çünkü gerçek zenginlik, mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu ile olur ki, bu da kanaâttir.

 

Abdullâh İbn Mesûd (r.a.) şöyle demiştir: ‘Her gün Arş’ın altında bir melek şöyle seslenir: Ey Âdem oğlu, sana yetecek az mal, seni azdıracak çok maldan iyidir!’

 

Gerçekten servet çokluğu, insanı azdırır. Özellikle bedenen güçlü, boş vakti de var ve de İslâm ahlâkından yoksun ise o insandan her türlü azgınlık beklenebilir. Bunun için demişler ki:

‘Gençlik, boşluk ve zenginlik kişiyi ifsât eder.!’

 

Azgınlık, taşkınlık, kendini büyük görme, böbürlenme, insanın yaratılışında değişik ölçülerde vardır. Bunlar uygun bir ortam bulunca hemen filizlenir, fesat meyvesi verir. Bu uygun ortam da zenginliktir. Bundan dolayı Yüce Allah:

“Hayır, insan kendini zengin görünce azar.” buyurmuştur. O halde kişinin zorunlu ihtiyacını karşılayacak, azdırmayacak fakat düzeltecek olan az mal, onu azdırıp bozacak olan çok maldan iyidir.

 

Ebû’d-Derdâ’ (r.a.) demiştir ki: ‘Herkesin aklında eksiklik vardır. Çünkü gece gündüz birbiri ardınca sürekli onun ömrünü yutarken buna üzülmez de dünya malı biraz fazla gelse sevinir. Vah Âdem oğlu vah! Ömür azalırken dünya malının artması ne yarar sağlar?

    

Rivâyete göre İbrahim Ethem Horasan’da nimet sahibi zengin biri idi. Bir gün sarayında çevreyi seyrederken elinde yufka ekmeği yiyen bir adam gördü. Adam ekmeği yedi, uyudu. İbrahim Ethem, hizmetlilerinden birine:

- Şu adam uyanınca onu bana getir, dedi. Hizmetli uyanan adamı alıp getirdi. İbrahim Ethem ona:

- Ey adam, açtın ekmek yedin öyle mi? dedi. Adam:

- Evet, dedi. İbrahim:

- Doydun mu ? dedi. Adam:

- Evet, dedi. İbrahim, kendi kendine: ‘Nefse bu kadarı yeterken ben dünyayı ne yapacağım’ dedi.

  

Rivâyete göre bir adam su üzerine dökülen baklaları yiyen bir adam gördü. Ona dedi ki:

- Sultana hizmet etseydin, bunu yemeğe muhtaç olmazdın. Hekim de ona:

- Sen de buna kanaât etseydin, sultana hizmet etmeğe muhtaç olmazdın, dedi.

 

‘Fakirler ölüdürler, ancak Allah (c.c.)’ın kanaât izzetiyle dirilttikleri müstesnadır.’ denilmiştir.

 

Bişr el-Hafî: ‘Kanaât öyle bir padişahtır ki, yalnız müminin kalbinde oturur.’ demiştir.

 

Ebû Süleyman ed-Dârâni : ‘Kanaatin rızâ ile ilgisi, vera’ın zühd ile ilgisi gibidir. Nasıl vera’ zühdün başı ise kanaât de rızanın başıdır.’ demiştir.

Ebubekir el-Merâği: ‘Akıllı insan, dünya işini kanaat ve tesvif (cağım, ceğim)larla; âhiret işini hırs ve acele ile; din işini ilim ve ictihad ile yönetendir.’ demiştir.

 

Muhammed İbn Alî et-Tirmizî: ‘Kanaât, var olan ile yetinme, olmayana göz dikmemektir.’ demiştir.

 

Zunnûn:  ‘Kanaât eden, zamanının adamlarına muhtaç olmaz, rahat eder. Akranına da yardım eder.’ demiştir.

 

Denilmiştir ki, ‘Başkalarının elinde bulunana göz diken, sürekli üzüntü çeker.’

 

Ebû Abdillâh Muhammed İbn Hafif şöyle demiş: ‘Kanaât, elden çıkanın ardından bakmamak, elde var olan ile yetinmektir.’ [11]

 



[1] Müslim, Zekât, 120.
[2] Al-i İmran sûresi, 3/14.
[3] Ankebut sûresi, 29/64.
[4] Müslim, Zühd, 8.
[5] Ra’d sûresi, 13/26-28.
[6] Nahl sûresi, 16/97.
[7] İbn Mace, Tirmizi, Müsned.
[8] Buhâri, Müslim, Tirmizi.
[9] İbn Mâce.
[10] İhya, Gazali.
[11] Tasvir-i Ahlâk, M. A. Ayni.
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=645