31 Ağustos 2016 Çarşamba

HZ. PEYGAMBER (s.a.v.)'İN AHLÂK EĞİTİMİ-4

 HZ. PEYGAMBER (s.a.v.)'İN AHLÂK EĞİTİMİ-4
           
                            Tatlı Dil ile Uyarma
 
Tatlı dil karşısında yumuşamayan insan yoktur. Bunun için atalarımız, “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” demişlerdir. Şu mısrasıyla Yunus Emre bu anlamı ne güzel dile getirir:
            
Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı
          
Efendimiz de bunun için sürekli tatlı dille hitap ederdi. Bir şey öğreteceği zaman, önce karşısındakini yumuşatarak gönlünü kazanır, sonra söyleyeceklerini söylerdi.
 
Kadı İyaz, bu pek etkili ahlâk eğitim ve öğretimini bütün Müslüman eğitimcilere tavsiye ederek, Allah Teala’nın bile, böyle bir usul kullanmaya ihtiyacı olmadığı halde, Kur’an-ı Kerim’de azarlamadan önce nasıl hoş davrandığına, günahtan bahsetmeden evvel bağışlayıcı olduğunu hatırlattığına dikkatleri çekiyor.
      
Tuvalette nasıl oturacaklarını Müslümanlara öğretirken Efendimiz (s.a.v.) şöyle demişti:
“ Ben sizin babanız sayılırım. Helaya girdiğiniz zaman kıbleye oturmayın; kıbleyi arkamıza da almayın.” (1)
    
Görüldüğü üzere Resûl-i Ekrem (s.a.v.) tuvalet adabına ilişkin söyleyeceği sözlerin çekingen sahabeleri utandıracağını veya bir kısmının, Peygamber böyle şeylerden bahseder mi? diye söylediklerini yadırgayacağını hesaba katmakta ve herkesi şefkatle kucaklayan o sevimli sözleriyle söyleyeceklerine uygun bir zemin hazırlamaktadır. Nitekim bazı müşrikler bu hadisi duydukları zaman, Efendimizin insan hayatının her detayını öğrettiğini ileri sürerek Müslümanlarla alay etmek istemişlerdir.
 
Bir gün Kureyş kabilesinden bir genç, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna gelerek, “Ya Resûlallah, zina etmeme izin ver!” dedi. İslâm terbiyesiyle bağdaştıramadıkları bu teklif karşısında Ashab-ı Kiram, “Sus, sus….” diye bu genci azarlayarak üzerine yürüdüler.
 
Resûl-i Ekrem son derece sakindi. Delikanlıya: “Yanıma gel, otur” diye yer gösterdi. Sonra onunla sohbet etmeye başladı:
“ Söyle bakayım; bir başkasının senin annenle zina etmesini ister misin?” diye sordu. Delikanlı:
-Yoluna feda olayım, hayır asla istemem dedi. Efendimiz:
“ Zaten hiç kimse annelerine böyle bir şey yapılmasını istemez.” Buyurdu. Sorusuna devamla:
“ Bir başkasının senin kızınla zina etmesine razı olur musun? diye sordu. Delikanlı yine:
- Hayır, uğrunda öleyim, Ya Resûlallah, razı olmam, dedi. Resûl-i Ekrem:
“ Öyleyse hiç kimse kızlarıyla zina edilmesine razı olmaz.” buyurduktan sonra, kız kardeşi, halası ve teyzesiyle zina edilmesine razı olup olmayacağını sordu.
 
Delikanlı hep, “ Yolunda feda olayım, hayır istemem” diye cevap veriyordu. Artık hatasını kavradığını görünce Resûl-i Ekrem elini bu gencin omzuna koyarak: “Allah’ım! Bunun günahını affet; kalbini temizle ve uzuvlarını günah işlemekten koru!” diye dua etti. Hadisi bize rivayet eden sahabenin söylediğine göre, o genç böyle şeylerle bir daha ilgilenmedi.” (2)                                 
 
Genç sahabenin böyle şeylerle bir daha ilgilenmemesinde Efendimiz (s.a.v.)’in duasının bereketi olduğu kadar, onu mantıklı ve güzel sözlerle ikna ve ikaz etmesinin de büyük tesiri vardır.
 
Peygamber (s.a.v.)’e karşı saygısız davrandığı düşüncesiyle bu gencin isteği insanı ilk anda şaşırtıyor ve Ashab-ı Kiramı da gördüğümüz gibi öfkeye sevk ediyor. Ama Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu saygısızlık olarak değil, bir delikanlının içtenlikli duyguları diye kabul ediyor ve herkesin üzerine yürüdüğü birini koruyup yanında ona yer vermekle gönlünü kazanıyor, hem de mantıklı sözlerle ikna etmiş oluyor.
 
Mescide küçük abdest yapan bedevinin durumu da böyle değil midir? Herkes onu dövmek üzere harekete geçtiği zaman, Hz. Peygamber (s.a.v.) araya girerek ortalığı yatıştırdıktan sonra, bedeviyi yanına alıp şöyle demişti: “Bu mescitler ne küçük abdest, ne de başka pislik için uygundur. Bunlar Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için yapılmıştır.”
 
Yeni Müslüman olduğu için namazda konuşulmaması gerektiğini bilmeyen Muaviye İbni Hakem, cemaatle namaz kılındığı bir sırada aksıran adama “Allah sana merhamet eylesin” der. Bu yersiz konuşmasından ötürü herkes ona sert sert bakar. Muaviye şaşırır: “Eyvah mahvoldum; ne bakıyorsunuz yahu, ben ne yaptım?” deyince, bu defa namaz kılanlar onu susturmak için elleriyle bacaklarına vurmaya başlarlar.
 
Muaviye, Müslümanların kendini susturmak istediğini anlayarak susar ve işin sonunu heyecanla beklemeye başlar. Olayı bize anlatan Muaviye diyor ki: “Anam-babam Resûlallah’a feda olsun. Ne ondan önce, ne de sonra Peygamberimiz (s.a.v.) kadar güzel öğretim yapan bir öğretici görmedim. Beni ne azarladı, ne dövdü, ne de sövdü.” Namaz bitince bana şunları söyledi:
“ Namaz kılarken dünya kelamı söylememek gerekir. Namaz, tesbih, tekbir ve Kur’an okumaktan ibarettir.” (3)
                                                            
Bu olayda asil ve büyüklüğüne yakışan davranışıyla Peygamber (s.a.v.)’in Muaviye İbni Hakem’i nasıl hoşnut ettiğini ve kendine bağladığını görmekteyiz. Camiye yeni alışan, ürkek davranışlarıyla, çekingen tavırlarıyla camide yapması gerekenleri bilmediğini itiraf edercesine ve hoş görülmesini dilercesine bakan çocuk, genç, orta yaşlı Müslüman kardeşlerimizin durumu da böyle değil midir? Kalplerindeki imanın sesine kulak verip arada bir de olsa Allah (c.c.)’ın evine gelen  müslümanlara, sanki cami kendi malıymış gibi kaba davranan ve onların hatalarını asla bağışlamayıp hemen yüzlerine vurarak utandıran kimseler hem bu hadisi ve hem de aşağıdaki hadis-i şerifi okumalıdır.
 
Ensar’dan birinin hurma ağaçlarını taşlayan Rafi İbni Amr isimli yaramaz çocuğu bahçe sahibi yakalayarak Peygamberimiz (s.a.v.)’in huzuruna getirdiği zaman, Hz. Peygamber (s.a.v.) o şefkati sesiyle Rafi’ye:
“ Çocuğum, bu zatın hurma ağaçlarını niçin taşladın?” diye sormuştu. Rafi çekingen bir şekilde:
-  Aç idim, ya Resûlallah. Karnımı doyurmak için taşladım.” diye kendini savunmak istemişti. Mübarek yüzündeki gülümsemesi ve şefkatli elleriyle Rafi’yi okşarken Peygamber (s.a.v.):
“ Bir daha ağaçları taşlama, yavrum! Altına düşenleri al, ye! Allah seni doyurur.” Buyurmuş, sonra da: “Allah’ım! Bu yavrunun karnını doyur!” diye dua etmişti.” (1)
 
---------------------------------------
(1) Ebu Davud, Taharet, 4; Nesai, Taharet, 35; İbn-i Mace, Taharet, 16.
(2)  Müsned, V. 256-57.
(3) Müslim, Mesacid, 33; Ebu Davud, Salat, 167; Nesai, Ticaret, 67.
 


--

ZAMAN-İMKÂN-MAAŞ (Hatıra)

ZAMAN-İMKÂN-MAAŞ (Hatıra)

O zamanlar üniversite talebesiydim. Hem okumak, hem geçinmek, hem de ev geçindirmek zorundaydım.

Çok şükür uzaktan akrabamız olan bir zatın eczanesinde 125 lira aylıkla çalışmaya başladım.
Dersten sonra eczaneye gider ve tezgâhın başına geçerdim.
Geceleri de burada kalıp, sabah okula gidiyordum.
Bir gün eczacı bana sordu:

- Her gün nereye gidiyorsun sen?...
- Namazımı kılıp geliyorum efendim.

- Demek öyle ha? Ya namazı terk edeceksin, ya işini!

Bu durumda şoke oldum. Biraz tereddüt geçirdim. Fakat, gayet vakur ve kibar tavırla cevap verdim

- İşimi terk ediyorum efendim.


Dışarı çıktığımda, alev alev yanan yüzüme serin bir rüzgâr çarpıyor ve sanki bana:
"Hiç üzülme en doğru olanı yaptın!.." diyordu.

Annemin üzülmesini istemiyordum. Müşkül bir durumda kalınca, mutlaka kendisine bilgi verdiğim ve her sözünü düstûr kabul ettiğim büyüğüm, hocam, her şeyim olan mübârek bir zâta gittim.

Hâlimi anlatınca çok üzüldüler. "Hiç üzülmeyin, rızka Allah kefildir. Yarın sana iş arayalım." buyurdular. Ertesi günü buluşup, Sirkeci'de bir eczaneye gittik. Sahibi bizi görünce ayağa kalkıp, hocamın boynuna sarıldı:

"Hoş geldiniz, sefa geldiniz. Buyurun! Bir arzunuz mu var?"
- Bu benim oğlumdur. Ona iş arıyoruz.
- Tamam, hemen işe alıyorum.
- Efendim, kaç para vereceksiniz.
- Aylık 250 lira..

Günde 2 saat çalışacaktım ve en önemlisi namazlarımı rahat kılabilecektim.
Dahası, 125 yerine 250 lira alacaktım.
"Sen misin Allaha sığınan? Al sana zaman, al sana imkân, al sana fazlasıyla maaş.
Bilmem başka bir şey demeye lüzûm var mı?"

Enver Ören - İstanbul

 Huzur Pınarı





30 Ağustos 2016 Salı

HZ. PEYGAMBER (s.a.v.)'İN AHLÂK EĞİTİMİ -3

HZ. PEYGAMBER (s.a.v.)'İN AHLÂK EĞİTİMİ -3                    
 
                          Yüze Vurmadan Düzeltme
 
Beğenmediği bir hareketi yapsalar bile, Peygamber Efendimiz, yine de ashabının onurunu kırmaz, hatalarını yüzlerine vurarak utandırmazdı. Hele birinin, kusuru sebebiyle başkalarının yanında küçük düşmesini hiç istemezdi. Bu durumda genel bir tarzda konuşarak:
'Bazıları neden böyle yapıyor?' diye uyarır veya hoşnutsuzluğunu gösteren bir tavır takınırdı. (1)
 
Bu durumu bildiren eden Enes İbni Malik (r.a.) diyor ki, bir gün yüzüne zaferan sürmüş bir adam Resûl-i Ekrem (s.a)’in huzuruna girdi. Biraz oturduktan sonra kalkıp gitti. Onu kırmamak için yanında bir şey söylemeyen Resûlullah (s.a.v.) sahabelerine: “Şuna söyleseniz de yüzündekileri yıkayıverse!” buyurdu.
 
Babanzade Ahmet Naim Bey diyor ki:
‘Bir şeyden sakındırıp korkuturken ‘bir takım kimselere de ne oluyor ki?’ tarzında belirli kişileri hedef almadan hatayı düzeltmek Peygamber Efendimizin sünnetidir. İsimlerini söylemiş olsa, azarlanan kimseler perişan olurdu. Buna ise Efendimizin yüce yaratılışı, aşırı merhameti ve üstün sevgisi elvermezdi. İslâm davetçilerinin de Peygamberimizin bu hikmet dolu yolunda gitmesi gerekir.
 
Onlar da birinin bir kusurunu öğrenerek ihtar edip azarlayacak olurlarsa, kişiyi hedef almaktan kaçınarak ‘bazıları şöyle böyle derler’, hatta daha alçakgönüllü bir tarz ile ‘biz şöyle, böyle ederiz’ şeklinde nasihat etmek gerekir. Zira bu yumuşak ve şefkatli sözler ile hem sözleri etkili olmuş, hem de hiçbir kimse gücendirilecek, insanın zayıf noktaları gereği nefsine uyup ters yöne sevk edilmemiş olur.’
 
Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Zeynep (r.a.) anamızla evlendiği zaman arkadaşlarına düğün yemeği vermişti. Ziyafetten sonra sahabeler oturup konuşmaya başladılar. Vakit hayli ilerlediği halde davetliler kalkıp gitmiyordu. Resûl-i Ekrem, ashabının dağılmasını istediği için kalkıp gidecekmiş gibi davrandı. Fakat kimse bundan bir şey anlamadı. Evrenin en güzel ahlâklı insanının nezaketi, arkadaşlarının kalkıp gitmelerini söylemeye izin vermiyordu.
 
Bunun üzerine Efendimiz kalkıp dışarı çıktı. Onunla birlikte ashabın bir kısmı da kalkıp evlerine gittiler. Peygamber Efendimiz, Hz. Aişe (r.a.)’nin odasına kadar gidip geri döndü.
 
Baktı ki davetlilerden hala üç kişi oturuyor. Biraz sonra ne demek istediğini anlayıp kavrayıp giderler düşüncesiyle tekrar dışarı çıktı. Sonunda onlar da kalkıp gittiler. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bu anlayışsızlığa üzüldüğü halde yine de onları gücendirecek bir şey söylemedi.  (2)
 
Yahudiler, adet gördüğü zaman kadınlarını evden dışarı çıkarır, onlarla bir arada oturmazlardı. Müslümanlar bu konuyu Efendimiz (s.a.v.)’e sordular. Bunun üzerine, adet gördükleri sırada kadınlarla yalnız cinsel ilişkinin haram olduğunu, onun dışında kadınlarla birlikte oturmanın, yiyip içmenin yasak olmadığını belirten ayetler geldi. Bu durumu öğrenen Yahudiler: “Biz ne yapıyorsak, Muhammed bize inat olsun diye tersini yapıyor” demeye başladılar.                                                              
 
Sahabelerden bir iki kişi Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelerek, “Madem ki Yahudiler bizim için böyle diyorlar, biz de onların aksine adet zamanlarında kadınlarla cinsel ilişkide bulunalım.” diye teklif ettiler. Bu söz Efendimizi çok gücendirdi. Bir şey söylemiyordu ama üzüldüğü halinden belliydi. Teklif sahipleri Rasûlallah’ı darılttıklarını anladılar ve kalkıp gittiler.
 
Onların üzülmesine gönlü razı olmayan Peygamber (s.a.v.), evlerine yiyecek bir şey göndererek kötü düşünmediğini anlatmak istedi.
 
 
---------------------------------
(1) Ebu Davud, Edep, 6.
(2) Müslim, Nikah, 92-93.
 
 
 

 

30 Ağustos Zafer Bayramı

30 Ağustos Zafer Bayramı


#30AğustosZaferBayramı :
30 Ağustos Zaferi, Atatürk'ün önderliğinde yüce Türk milletinin şanlı ordumuz ile birlikte yazdığı bir destandır.

Türk'ün engin tarihi, insanlık aleminde kendisini farklı ve saygın kılan unutulmaz zaferlerle dolu olup, 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan büyük taarruz ve meydan muharebeleri sonucunda Anadolu toprakları sonsuza kadar Türk yurdu yapılmıştır.

Tarihin ender kaydettiği büyük zaferlerden birisi olan 30 Ağustos Zaferi, yüce Türk milletine bağımsız, çağdaş ve saygın bir devlet olmasının da yolunu açmış olup, Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk ilke ve devrimlerinin aydınlattığı medeniyet dünyası yolunda kararlılıkla yürümeye devam edecektir.



HZ. PEYGAMBER (s.a.v.)'İN AHLÂK EĞİTİMİ-2

HZ. PEYGAMBER (s.a.v.)'İN AHLÂK EĞİTİMİ-2
 
                           İhtiyaca Göre Cevap
    
İnsanların iç dünyaları, çeşitli emir ve yasaklar karşısındaki tavırları birbirinden çok farklıdır. Bu nedenle kendi ruhsal durumlarına veya hesaplarına uygun düşen görevleri daha bir istekle yaptıkları halde, işlerine gelmeyen buyrukları, çeşitli sebeplerle benimsemedikleri hususları ihmal eder, önemsemez görünürler.
 
Gönüllerin doktoru olan Peygamber Efendimiz, karşısındaki insanların açık yönlerini çok iyi bildiği için onların durumuna daha elverişli olanı tavsiye ederdi. Örneğin, zaman zaman bir sahabe gelir,
- “Amellerin hayırlısı nedir?” diye sorar, Resûlallah (s.a.v.) ona bir cevap verirdi.
 
Başka zaman aynı soruyu soran bir diğerine, durumları ve ihtiyaçları birbirinden farklı olduğu için daha farklı bir cevap verirdi. Zira bunlardan her biri hakkında da başka bir amelin daha hayırlı olduğunu bilirdi.
 
Şunu da unutmamak gerekir ki, Hz. Peygamber (s.a.v.), insanlara verdiği cevaplarda kişilerin durumunu dikkate aldığı kadar, içinde bulundukları zamanı ve yeri de dikkate alırdı. Barış zamanında en faziletli amelin vaktinde kılınan namaz olduğunu söylemişse, savaş ve olağanüstü durumlarda Allah (c.c.) yolunda yapılan cihadın daha faziletli olduğunu söylerdi.
 
Sahabelerden biri sordu:
- Ya Rasûlallah! Hangi Müslüman daha değerlidir? Efendimiz şu cevabı verdi:
“Dilinden ve elinden Müslümanların zarar görmediği kimse.” (2)
  
Acaba bu soruyu soran sahabe, eliyle, diliyle başkalarını inciten bir kimse miydi? Belki de öyleydi. Fakat her ne sebeple olursa olsun, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) sahabesini doğrudan hedef almayarak bu yolla uyarmak istemişti.
 
Bir başka seferinde ayrı soruyu soran sahabesine Efendimiz şu cevabı vermişti:
“İnsanların en hayırlısı, ömrü uzun olup amelleri de güzel olandır.”
 
Soru sahibi bu defa da, “İnsanların en kötüsü kimdir?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şu cevabı verdi: “Ömrü uzun olup ameli de kötü olan kimsedir.” (3)                     
       
Sahabelerden biri Peygamberimiz (s.a.v.)’e:
- Müslümanlıkta en hayırlı iş hangisidir? diye sordu. Efendimiz buyurdu ki:
“Yemek yedirmen; tanıdığın ve tanımadığına selâm vermendir.” (4)
 
Acaba Peygamber Efendimiz, bu soruyu soran kişide bir cimrilik, bir kibirlenme hali ve insanlarla gerektiği şekilde ilgilenmeme kusuru mu görmüştü de ona bu amellerin daha faziletli olduğunu söylemişti? Belki öyleydi, belki de onun geleceğini düşünerek ileride yararlanacağı bir tavsiyede bulunmuştu.
 
Abdullah İbni Mes’ud da aynı meraka kapılmış ve:
- Ya Resûlallah! Allah’ı en çok hoşnut eden amel hangisidir.? diye sormuştu. Aldığı cevaptan sonra, “Daha sonra hangi amel gelir?” diye üç kez sormuş, sonra da şöyle demişti: “Şayet sormaya devam etseydim, daha çok şey söyleyecekti.” Resûl-i Ekrem’in İbni Mes’ud’a tavsiye ettiği ameller sırasıyla şunlardır:
a) Vaktinde kılınan namaz,
 
b) Anaya-babaya itaat,
 
c) Allah yolunda cihat. (5)
 
Burada cihadın sonuncu olarak zikredildiğini görmekteyiz.
 
Halbuki bir başka seferinde: “Ya Resûlallah, bana cihada eşdeğer olabilecek bir amel tavsiye eder misiniz?” diye soran sahabesine, “Böyle bir amel hatırlamıyorum.” buyurmuştu. Yine hangi Müslümanın daha değerli olduğunu soran birine de, “Allah yolunda canıyla, malıyla savaşan mümin.” (6) cevabını vermişti.
 
Halkı irşad ile görevli olan vaiz ve hatiplerin, Efendimiz (s.a.v.)’i örnek alarak neyi ne zaman söylemek gerektiğini çok iyi belirlemeleri gerekir.
 
 
---------------------------------------
(1) Buhari, Mevakitu’s-salat, 6.
(2) Buhari, İman, 5.
(3) Tirmizi, Zühd 22.
(4) Buhari, İman, 6.
(5) Buhari, Mevakitu’s-salat, 5; edeb 1.
(6) Buhari Cihad, 1; Müslim, imaret, 29.
 


--

28 Ağustos 2016 Pazar

HZ. PEYGAMBER (s.a.v.)'İN AHLÂK EĞİTİMİ-1

HZ. PEYGAMBER (s.a.v.)'İN AHLÂK EĞİTİMİ-1
 
Çarpıcı Soruyla Dinleyiciyi Hazırlama
 
Ashab-ı kiram, Efendimiz (s.a.v.)’in bütün sözlerini derin bir istekle dinlerdi. Bununla beraber Hz. Peygamber (s.a.v.) dikkatlerini toplamak ve ilgilerini artırmak için onlara sorular yöneltirdi. Ama bu soruları rasgele değil muhatabı uyaran, zihinleri konuya hazırlayan bir yöntemle sorardı. Hatta sorusunu kimi zaman üç defa tekrarlamak suretiyle hem konunun önemini belirtmiş olur, hem de dinleyicilerin ilgisini tek hedef üzerinde yoğunlaştırırdı. Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.v.): “Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye sordu ve bu sorusunu üç kez yineledi.
 
Ashab-ı kiram da: ‘Evet, haber ver, ya Rasûlallah!’ dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem “Allah’a şirk koşmak ve anaya-babaya asi olmaktır.” buyurdu ve yaslandığı yerden oturumunun üzerine gülerek:
“Bir de yalan yere şahitlik etmektir.” dedi.
 
Bu hadisi şerifi rivayet eden Ebu Berke diyor ki, bu sonuncu sözü durmadan tekrarlıyordu. Onun namına üzüldüğümüz için kendimize 'Keşke sussa!' dedik.' (1) 
                                           
Görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz “günah-ı kebair” diye anılan büyük günahların ağır birer suç olduğuna dikkatleri çekmek için söze başlarken kullandığı üslup ile yetinmemiş, yalan yere şahitlik yapmanın Allah (c.c.)’a şirk koşmak da dahil bütün günahların temeli olduğunu vurgulamak istercesine yaslandığı yerden hemen dizlerinin üzerine gelmiş ve mübarek nefesini tüketerek aynı sözü tekrarlayıp durmuştur.
 
Bütün bunlardan sonra Ashab-ı kiram’ın bu önemli yasakları unutması, ihmal etmesi veya aynı üslup ile diğerlerine duyurmaması elbette mümkün değildi.
Bir gün yine sahabelerine şöyle sordu:
- Size oruçtan, namazdan ve sadakadan daha üstün bir ibadetin ne olduğunu söyleyeyim mi? Bütün sahabeler:
- Evet, ya Rasûlallah, söyle! Diye beklediler. Çünkü bildiklerine göre, Allah (c.c.)’a imandan sonra en büyük ibadet namaz kılmak, oruç tutmak, zekat ve sadaka vermekti.
 
Acaba bunlardan daha önemli yeni bir ibadet mi emredilmişti? Zaten kendini can kulağıyla dinleyen ashabını tam anlamıyla dikkatli hale getirdikten sonra şöyle buyurdu: “Araları bozulmuş iki kişiyi barıştırmıştır.” (2)
                                                                                                                                       
Böylece  Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), birey ve toplum hayatının sağlığını koruyacak iki denge unsuruna dikkatleri çekmiş oluyordu. Zira namaz, oruç ve sadaka ferdin manevi hayatını canlı ve diri tutacak birer motor idi. Küskünlük, dargınlık ve birbirine sırt çevirmek de toplum hayatını sarsıp zayıflatacağı için çevredeki Müslümanların duruma derhal müdahale ederek araları bozulmuş iki kişiyi barıştırmaları, birlik ve beraberlikleri yeniden canlandırıp diriltecekti.
 
Bir başka seferinde sahabesine sordu:
“Yezid İbni Esed! Söyle, cennete gitmek ister misin?”
 
Sorudaki çarpıcılığa dikkat edilmelidir.
 
İnsanların en büyük emeli olan cenneti, Rasûl-i Ekrem, bir adım atınca gidecek, elini uzatınca tutacakmış gibi adeta sahabesine gösteriyordu. Yezid, sevinç ve heyecandan ne söyleyeceğini şaşırmış bir şekilde gözleri parlayarak tasdik etti:
- Evet, ya Rasûlallah! Efendimiz ona şu üstün ahlâk prensibini öğretti:
 
“Kendin için istediğini kardeşin için de iste!” (3)
                                                                                                               
Elbette Yezid ve cennet özlemini duyan diğer Müslümanlar, İslâm ahlâkının belki de en önemli esası olan bu gerçeği hem hızla insanlar arasında yayacak ve hem de kendileri yaşacaklardı.
 
Veda Haccı sırasındaydı. Peygamber (s.a.v.) devesinin üzerinde ashabına konuşma yapıyordu. Bir ara sordu:
“Ey müminler! Bugün hangi gündür?” Ashab-ı Kiram, Efendimizin böylesine önemli bir günü bilmemesine asla ihtimal vermediği için sustular ve bugüne kadar yeni bir isim vereceğini zannederek beklediler. Efendimiz:
“Kurban günü değil mi, canım?” diye sorusunu tekrarladı. Ashab-ı Kiram:
- “Evet ” diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) tekrar:
- “Bu ay hangi aydır?” diye sordu. Sahabeler yine aynı düşünceyle sustular. Resûlallah (s.a.v.):
“Niye Zilhicce’dir.” değil mi?” diye ashabına baktı.
 
Onlar:
- “Evet, Zilhicce’dir.” dediler. Resûl-i Ekrem, ashabını daha da şaşırtan bir soru sordu:
“Bu içinde bulunduğumuz şehir hangi şehirdir?”
 
Ashab-ı Kiram, belki de Mekke’nin adını değiştirecek diye pür dikkat dinlemeye başladılar. Efendimiz:
“Burası Mekke değil mi?” diye ashabını süzdü. Onlar derin bir hayret içinde:
- “Evet” diyebildiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kanlarımız, mallarımız, ırz ve namuslarımız bu şehir içinde, bu ayda bugünün haram olduğu gibi, birbirinize haramdır. Muhakkak ki siz, Rabbinize kavuşacak ve o zaman yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekileceksiniz. Ey insanlar! Aklınızı başınıza toplayınız da, benden sonra birbirimizin boynunu vuracak şekilde sapıklığa düşmeyiniz!” (4)
 
Peygamber Efendimizin bu tür öğretim tarzının pek çok örneği vardır. Yine bir defasında ashabına şöyle bir soru yöneltti:
- “Ne dersiniz bakalım! Birinizin kapısı önünde bir nehir bulunsa da, o kimse bu nehirde her gün beş defa yıkansa, o adamda kir diye bir şey kalır mı ?”
 
Ashab-ı Kiram, böylesine net ve berrak ama ne için örnek olarak verildiği belli olmayan bir soru karşısında, “Hayır, bu su, o kimsede kir bırakmaz.” demekle beraber, Efendimiz (s.a.v.)’in söyleyeceklerini merakla beklemeye başladılar. Hz. Peygamber, üzerine dikilen meraklı bakışlara şu sözlerle cevap verdi:
 
“ İşte beş vakit namaz da böyledir. Allah Teala namaz sayesinde kulun yaptığı günahları silip temizler.”
 
---------------------------------------
(1) Buharî, Şehadet, 10.
(2) Ebu Davud, Edep, 50.
(3) Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 70.
(4) Buharî, İlim, 9, 37; Fiten, 8; tevhid, 24; hac, 132; Müslim, hasame, 29-30.
 
 
 


--
.

Gülümce Yıldız - Nezaket, estetik detayda gizlidir

Gülümce Yıldız - Nezaket, estetik detayda gizlidir

 
Nezaket, estetik detayda gizlidir
Nezaket, estetik güzel ahlaklı insanlara mahsus bir davranıştır..


Hiçbir insan kendini nezaketsiz, kaba ya da saygısız olarak görmez.

Hatta kendini tanımlamasını isteseniz, nazik, oldukça saygıya önem veren bir kişi olarak tanımlayabilir. Ancak kişi davranışlarındaki eksikliği kendinden daha nazik, saygılı, güzel ahlaka sahip olan bir kişi ile karşılaştığında anlayabilir.

Bir insana bir sevgi sözü söylendiğinde, iltifat edildiğinde; karşısındaki kişiye aynı şekilde tüm detayları göz önünde bulundurarak, olabildiğince en güzel karşılığı vermesi gerekir.


iltifat edildiğinde kişi sadece, “Teşekkür ederim '' ya da ''haklısınız ''diyerek geçiştirebilir. Baktığınız zaman yanlış yok gibidir ancak asla yeterli değildir.


Çünkü bir kişiyi yaptığı güzel bir davranış karşısında onere ettiğiniz zaman, onun da aynı üslupta cevap vermesi nezaket gereğidir.


Örneğin; ikramda bulunan kişiye teşekkür etmek nezaketli bir davranıştır. Ne kadar güzel olmuş, emeğinize sağlık teşekkür ederim diyerek karşınızdaki kişiye memnuniyet bildirmek kadar daha doğal ne olabilir ki?


Fakat afiyet olsun denildiği zaman , sadece teşekkür ederim demek yanlış olmasa da eksik, nezaketsiz bir tavırdır ve karşınızdaki kişinin kalbinde ister istemez bir burukluğa neden olur.


Örnekleri çoğaltabiliriz;


Nasılsın diyen bir kişiye, sadece teşekkür ederim demek doğru fakat eksik bir tavırdır... Teşekkür edip, karşı tarafın da hatırını sormak nezaketli bir davranıştır.


Bir başka örnek; burada yazı yazan bir kişinin sayfasına yorum yaptığımız zaman sadece kendi fikrimizi belirtmemiz eksik bir davranıştır. Ortada bir emek vardır, fikrine katılır ya da katılmayabiliriz ancak bir teşekkür etmek ya da önce yazılan yazıyla ilgili düşüncemizi belirtip, sonra kendi düşüncemizi açıklamak nezaket gereğidir. Sadece kendi düşüncemizi belirttiğimiz zaman, karşı tarafı hiçe saymış oluruz.


Ayrıca illaki bizim nezaketli olmamız için, karşı tarafın da nezaketli olmasını beklemeye gerek yok. Ancak tabii ki, saygısız bir insana nazik olalım demiyorum... Her insan saygı gösterdiği oranda saygıyı hak eder fakat aynı saygısız üslupta cevap vermek de aynı seviyeye inmiş olmak demektir ki; bu çok yanlış bir davranıştır.


Yukarıda da söylediğim gibi kişi kendindeki eksikliği fark etmeyebilir lakin, siz nezaketli olursanız karşınızdaki de mutlaka davranışındaki eksiliği fark edip düzelecektir.


Konunun daha iyi anlaşılması için yakın zamanda yaşadığım bir olaydan örnek vermek istiyorum.


Alışveriş merkezinde sırada bekliyorum. Bir beyefendi elindeki tek parçayla gelip önüme geçti sanki ben fark etmemişim gibi... Hemen, beyefendi tabii ki geçebilirsiniz sizin tek bir parçasınız var dedim. Aa... siz mi sıradaydınız deyip, özür üstüne özür dileyerek arkaya geçmek istedi. Rica ederim buyurun lütfen dedim ama sırada beklediği zaman içerisindeki huzurluğu görülmeye değerdi. Şimdi bu beyefendinin bir daha böyle bir saygısızlık yapabileceğine ihtimal dahi vermiyor


Sözün özü;


Her insanın aynı nezakete, estetiğe sahip olması elbette ki beklenemez. Ancak kişi olabildiğince karşı tarafın nezaketli davranışına aynı üslupta cevap vermesi gerekir. Ayrıca bir davranış doğru dahi olsa, eksiklik varsa nezaketli davranış olmaz. Nezaket, estetik detayda gizlidir.


Sevgi ve ışıkla.
 
 
 
 

27 Ağustos 2016 Cumartesi

KUR'AN-I KERİM'İN AHLÂK EĞİTİMİ -3

KUR'AN-I KERİM'İN AHLÂK EĞİTİMİ  -3
                                          
                         Tedrici (Aşamalı) Eğitim
 
Kur’an-ı Kerim’in önemli emir ve yasaklarında tedric (aşama) metodunun kullanıldığını görmekteyiz. Burada yapılması istenen emirlere örmek olarak namazı, uzaklaşılması istenen yasaklara örnek olarak da içki yasağını ele alacağız.
 
Beş vakit namazı aksatmadan ve sürekli olarak kılmak, insanın kendisini sıkı bir disiplin altına almasıyla mümkün olur. Böyle olmadığı takdirde, müminin ‘miracı! olan bu önemli ibadeti ifa etmek mümkün değildir. Henüz iman esaslarının benimsetilmeğe çalışıldığı İslâm’ın ilk yıllarında, bütün detaylarıyla namaz ibadeti emredilmiş olsaydı, birçok insana bu emir zor gelebilirdi. Bu nedenle Allah Tealâ, Müslümanları namaza alıştırmak için ilk zamanlar biri sabah, öteki de akşam olmak üzere günde iki vakitte ikişer rek’at namaz kılınmasını emretmişti. Bir süre sonra Müslümanlar, namazın, ruhun huzura kavuşması için en büyük bir aracı olduğunu görüp ona karşı büyük bir yönelme ve istek duymaya başladılar. İşte o zaman beş vakit namaz farz kılındı.
 
İçki yasağında da durum aynıdır. Kur’an-ı Kerim’in indiği çağlarda Araplar, çok kötü bir hayat sürüyorlardı. İslâmiyet’in çirkin bulup yasak ettiği bir çok hususları onlar ‘mübah’ sayıyorlardı. (1)
 
Kuşkusuz ki, insan çok güçlü yönleri olmakla birlikte zayıf bir yaratıktır. Alışkanlıklarını birden terk edemez. Kullarının bu zayıf yönünü dikkate alan Allah Tealâ, içkiyi, ona bağımlı insanların elinden birdenbire alarak onları çıkmaz bir durumda bırakmamıştır. Şimdi içki yasağının Kur’an-ı Kerim’de hangi aşamalardan sonra kesinlik kazandığını ve bunun eğitiminin nasıl verildiğini görelim:
a) Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz Mekke’de iken, içkinin ‘haram’ (yasak) edilmediği yıllarda inen şu ayette içkiden de kısaca söz edilmektedir.
“Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden de içki ve güzel bir rızk edinirsiniz. İşte bunda da, aklını kullanacak bir kavim için hiç şüphesiz bir ibret vardır.” (2)
                                                             
b) İçki konusundaki ikinci ayet, Medine’de ve Hz. Ömer (r.a.) ile Muaz İbni Cebel (r.a.)’in soruları üzerine gelmiştir:
“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için faydalar vardır. Günahlar ise faydalardan daha büyüktür.” (3)
 
Bu ayet-i kerimedeki: “Büyük günah” uyarısını gören kimi Müslümanlar içkiyi hemen terk etmişler, bazıları da: “İnsanlara faydası da var” sözüne bakarak içki kullanmaya devam etmişlerdir.
 
c) Daha sonraları Abdurrahman İbni Avf (r.a)’ın verdiği bir ziyafette bazı sahabeler yiyip içtikten sonra akşam namazının kılmak üzere kalkmışlar. İçlerinden biri imam olmuş; o da sarhoşluk sebebiyle el-Kâfirûn sûresini okurken büyük hatalar yapmıştı. Bunun üzerine şu ayet gelmiştir:
“Ey iman edenler, siz sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın…” (4)
   
Bu ayette içkinin ilk defa namaz vakitlerine mahsus olmak üzere haram edildiğini görmekteyiz. İçki alışkanlığını sürdüren kimi Müslümanlar, bu ayete bakarak bu kez yatsı namazından sonra içki içmişlerdir. Görüldüğü gibi içki yasağı aşamalı olarak insanları alıştırmaktadır.
d) Sarhoşluk veren içkilerin koşulsuz ve kesin olarak yasaklanması şu olay üzerine olmuştur: Utban İbni Malik (r.a), verdiği bir düğün ziyafeti sırasında, davetliler yiyip içtiler, sarhoş oldular ve birbirlerine karşı ‘soyluluk’ iddiasına kalkıştılar. Sa’d İbni Ebi Vakkas (r.a) da davetliler arasında bulunuyordu. O da soyunu yücelten ve Ensar’ı küçülten bir şiir okudu. Bunun üzerine Ensar’dan bir kişi ile kavgaya tutuştular ve Sa’d başından yaralandı. Sa’d bu durumu Hz. Peygamber (s.a.v.)’e şikayet etti. Olaya çok üzülen Hz. Ömer (r.a.): ‘Ya Rab, şu içki hakkında bize bir açıklama yap’ diye dua etti. Daha sonra şu ayet indi:
“Ey imam edenler, içki, kumar, tapmaya mahsus dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın işinden birer pisliktir. Onun için bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı anmaktan alıkoymak ister. Artık siz (hepiniz) bunlara son veriyor musunuz?” (5)
 
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu ayet-i kerimeyi ashabına tebliğ edince Hz. Ömer (r.a.), ‘Vaz geçtik, ya Rab!’ demiştir.
 
Bu ilâhi emir üzerine Ashab-ı Kiram içkiyi tamamen bırakmışlar ve stoklardaki içkilerin atılması nedeniyle Medine sokaklarından günlerce içki akmıştır. Eğer böyle tedricî (aşamalı) bir yöntem uygulanmayıp içki bir emirle yasak edilseydi, içkiye alışmış olan ve ondan çeşitli şekillerde yararlanan Müslümanların içkiyi birdenbire terk etmeleri kolay olmayacak ve belki de bu kadar sonuç alınamayacaktı.
 
Büyük günahlardan biri olan ‘zina’ suçunu işleyen Müslümanlara verilecek ceza konusunda da yine tedric (aşamalı) yöntemi takip edilerek sırasıyla Nisa sûresi, 16, 15; Nûr sûresi, 2-10 ayetleri gelmiştir.  
 
İslâm dini, Peygamber (s.a.v.)’in hayatı boyunca insanlığa sunduğu ilâhi kitabı ve bizzat uygulayıcısı olduğu sünnetiyle noksansız olarak en üst düzeyde tamamlanmıştır. Bu din, böylece kıyamete kadar bütün çağlarda ve coğrafyalarda geçerliliğini ve yeniliğini koruyacaktır. Artık bundan böyle İslâm’ın emir, yasak ve ahlâkında başkaca bir değişim veya aşama söz konusu olmayacaktır.
 
 
---------------------------------------
(1) İslâm Ahlâkı, M. Yaşar Kandemir.  
(2) Nahl sûresi, 16/67.
(3) Bakara sûresi, 2/19.
(4) Nisâ sûresi, 4/43.
(5) Maide sûresi, 5/90-91.
 
 
 
 
 
 


--
.

Bir Saygıdır İnsanı Memnun Eden!

Bir Saygıdır İnsanı Memnun Eden!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Sizi topraktan, sonra meniden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan) yaratan sonra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyarlamanız -ki içinizden daha önce vefat edenler de vardır- ve belli bir vakte ulaşmanız için sizi yaşatan O'dur. Umulur ki düşünürsünüz.” (Mü’min, 67)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allah Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder. (Tirmizî, Birr, 75)
Enes bin Mâlik’in nakline göre, bir gün Hz. Peygamber’i görmek isteyen yaşlı bir adam gelmişti. Ahâli ona yol açmakta ağır davranmıştı. Bunun üzerine Nebiyy-i Muhterem (sav):
 
“Küçüğümüze merhamet etmeyen büyüğümüze hürmet göstermeyen bizden değildir” buyurmuştur.(Tirmizi, Birr, 15)
 
Ayrıca Mekke’nin fethinde Hz. Ebû Bekir yaşlı babası Ebû Kuhâfe’yi Müslüman olmak için Hz. Peygamber’in huzuruna götürünce, Rasûlullah (sav):
 
 “-Şu ihtiyarı buraya kadar yormayıp evinde bıraksaydın ben onu ziyaret ederdim” buyurur.
Hz. Ebû Bekir ise:
“-Onun size gelmesi daha uygundur,” diye cevap verir. (İbn Hişâm, IV, 25)

Efendimiz (sav)’in ihtiyar Ebû Kuhâfe’ye olan bu nazik davranışı Hz. Ebû Bekir’e karşı iltifatının yanında yaşlı insanlara duyduğu saygının bir ifadesi olarak görülmelidir. (Dr. Murat Kaya, Üsve-i Hasene-2, Erkam Yay.)

--

26 Ağustos 2016 Cuma

KUR'AN-I KERİM'İN AHLÂK EĞİTİMİ-2

KUR'AN-I KERİM'İN AHLÂK EĞİTİMİ-2
                                   
                      Kıssa (Olay) Anlatımı ile Eğitim
   
İnsanları doğru yola yönlendirmek için iyi ile kötüyü karşılaştırmalı bir şekilde tanıtmak, her birinin mükafat ve cezasını belirtmek yeterli görülebilir. Fakat kullarına karşı son derece şefkatli olan ve dünyada bir kez tanınan sınavı kaybetmelerini istemeyen Allah Tealâ, onları kötü sondan bir başka şekilde daha uyarmakta, bu sınavı kazanan ve kaybeden geçmiş milletlerin ders alınması gereken kıssalarından söz etmektedir. Böylece Kur’an-ı Kerim’in muhatabı olan kullarının, daha öncekilerin yaptığı yanlışlara düşmemelerini istemektedir. İşte Allah (c.c.)’ın, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Eyke, Ashab-ı Hicr, Ashab-ı Kahre, Ashab-ı Medyen, Ashab-ı Res, Ashab-ı Uhdud ve Ashab-ı Fil gibi kıssaları anlatmasının hikmeti budur.
       
Kıssa anlatımı ile eğitimin birçok amacı vardır. Her şeyden önce kıssada anlatım kolaylığı vardır. Bunun yanı sıra, edebi tasvir fırsatlarının çok oluşu nedeniyle, kıssa ile anlatımda, anlatıma daha bir çekicilik ve güçlülük kazandırma imkanı vardır. Kuşkusuz, Allah Tealâ’nın Kur’an-ı Kerim’de çeşitli kıssalar anlatmasının daha başka ve önemli hikmetleri de bulunmaktadır. Şöyle ki:
a)     Okuma-yazması olmayan Hz. Peygamber (s.a.v)’in geçmiş milletlerin hayat hikayelerinden bahsetmesi, onun ilâhi vahye muhatap olduğunu ispat eder.
 
b)    Her Peygamberin, temel esaslar olarak ümmetine aynı sözleri söylemesi, bütün dinlerin amacının aynı olduğunu ve aynı kaynaktan beslendiğini gösterir.
 
c)     Kıssaların en önemli amacı, kuşkusuz ilâhi çağrıya kulak vermeyen, Peygamberlere inanmayan insanların feci sonunu gözler önüne sermektedir.
 
d)    Peygamberlerin yanında yer alan, onlara inanan ve destekleyen kimselerin, korkunç felaketlere rağmen her zaman kurtulduğuna, ilâhi rahmetin hep onların yanında olduğuna dikkatleri çekmektedir.
 
e)     Geçmiş milletler artık bir tarih olmakla beraber, onları azdırıp baştan çıkaran ve insanların ortak düşmanı olan şeytanın bütün oyunlarını perde perde sahneleyerek bu ezeli rakibin iyi bilinip ondan sakınılmasını sağlamaktır.
 
f)      Bütün bunlarla beraber insanın Allah’a inanıp O’na boyun eğmesi, yaratılışının en önemli amacıdır. Bu sebeple, Hz. Adem (a.s.)’in ve ondan sonra da Hz. İsa (a.s.)’nın babasız olarak dünyaya gelişindeki hikmetin, Ashab-ı Kehf ve benzeri olaylardaki sırların bir kıssa havası içinde gözler önüne serilmesiyle Allah’ın kudreti ve büyüklüğü, her anlayış düzeyindeki insanın zihin ve anlayış seviyesine yaklaştırılmıştır.
 
Şimdi Kur’an-ı Kerim’deki kıssalardan kısa örnekler sunalım:
Peygamberleri yalanladıkları ve onlara haksızlık ettikleri için helak edilen geçmiş  toplumlardan birkaçı Hac süresinde bir arada zikredilerek şöyle buyurulur:
“ Ey Muhammed! Onlar seni yalancı sayıyorlarsa bil ki, onlardan önce Nuh kavmi de, Ad kavmi de, Semud kavmi de, İbrahim kavmi de, Lut kavmi de, Peygamberlerini yalancı saymış, Musa da yalancı sayılıp reddedilmişti. Ama ben kafirlere önce mühlet tanıdım; sonra da onları yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış görsünler! Nice şehirlerin halkını haksızlık yaparken yok ettik. Artık çatıları çökmüş, kuyuları körelmiş, sarayları yıkılmıştır. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, (harabeler karşısında) ibret alacak kalpleri, işitecek kulakları olsun. Şüphesiz kör olan sadece gözler değil, asıl sinelerdeki yürekler kör!.” (1)
 
Ankebût sûresinde Lût ve Şuayb (a.s)’ın kıssaları verildikten, Ad ve Semud kavimlerinin yok edilmelerine deyinildikten, Firavun ve Haman’ın da yok edildiği belirtildikten sonra çeşitli kavimlerin çarptırıldığı azap şekilleri şöyle anlatılır:
“ Her birini suçüstü yakaladık: Kimine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik; kimini bir çığlık yok etti; kimini yerin dibine geçirdik; kimini de suda boğduk. Onlara Allah zulmetmiyordu; onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (2)
     
Zariyât sûresinde çeşitli kavimlerin suçları ve başlarına gelenler, ibret alınması tavsiye edilerek şöyle anlatılır:
 
“İbrahim, insan kıyafetine girip Tanrı misafiriymiş gibi evine gelen meleklere hitaben: ‘Ey elçiler! Sizin işiniz nedir?’ dedi. Onlar da: ‘Biz günahkar bir kavme gönderildik. Onların üzerine taş yağdıracağız. Bu taşların her biri, aşırı gidenlere ait olmak üzere Rabbin katında nişanlanmıştır. Bunun için de orada bulunan müminleri ayırıp çıkardık; fakat orada Müslümanlardan yalnız bir ev halkı bulduk. Orada, acıklı azaptan korkanlara bir ibret bıraktık.’ dediler.”
 
'Musa’nın kıssasında da ibret vardır: Hani biz onu apaçık bir delille Firavun’a göndermiştik. Firavun ordusuyla birlikte imandan yüz  çevirmiş ve Musa için: Bu adam ya büyücü, ya delidir! Demişti. Biz de onu ve askerlerini alarak denize döktük. O bu sırada kendi kendini kınayıp durmakta iyidir.'
 
'Ad kavminin başından geçenlerde de ibret vardır: Hani onların üzerine kasıp kavuran fırtınayı göndermiştik de, fırtına uğradığı her şeyi kül gibi havaya savurmuştu.'
 
“Semud kavminin akıbetinde de ibret vardır: Hani onlara, bir zaman için geçinip eğlenin, denmiş; onlar ise Rablerinin emrine isyan etmişti. Bu yüzden kendileri de göre göre onları yıldırım çarpmış; ne ayakta durmağa güçleri kalmış, ne de yardım görebilmişlerdi. Daha önce Nuh kavmini de helak etmiştik; çünkü onlar da yoldan çıkmış bir milletti.”
 
Kur’an-ı Kerim’de geçmiş milletlerin ibretli kıssalarından başka, Peygamberlerin ve diğer büyüklerin üstün ahlâklarını, faziletli davranışlarını çekici bir üslup ile anlatan bir çok kıssalar vardır. Örneğin, Yusuf (a.s)’un kıssası bu açıdan değerlendirildiği zaman pek çok ahlâk esasının iyi ve kötü örnekleriyle birlikte karşılaştırmalı bir şekilde verildiği görülür.
 
---------------------------------------
(1) Hac sûresi, 22/42-46.
(2)  Ankebût sûresi, 29/49. 
 
 
 
 
 
 


--
.