31 Ekim 2013 Perşembe

Klavye Kahramanı Birkaç Zavallı

Fatih Yağcı

Klavye Kahramanı Birkaç Zavallı

 

Fatih Yağcı


 
Bir insan ateist olur anlarım da neden ateist dava adamı olur anlayamıyordum.

Biz müslümanlar, ahiretimizi kazanmak ve Rabbimizi razı etmek için İslamın mesajını muhtaç gönülllere ulaştırmaya gayret ediyoruz.
İman hakikatlerinin anlaşılması ve İslamın insanların amellerine dökülmesi uğrunda binlerce insan ciddi sıkıntılara göğüs geriyor. Türlü türlü zorluk ve ızdıraplar karşısında yılmadan, Rabbinin rızasını düşünerek tahammül ediyor. Allahın rızası için olmasa, bu İslam kahramanları, iman hakikatleri için bu kadar zorluk altına girer miydi?
 
 
Ateist,ergen, gerçek hayatta ezik ama sanal dünyada klavye kahramanı birkaç ZAVALLININ yorumlarını okudum. Meydan boş, kimlik gizli olduğundan dinimiz hakkında ağzına gelen ne varsa söylemişler. Ve bir cevap verme çabası içine girmişler, uğraşmışlar kendilerince.
 
Bazıları da dinsizliği kendilerine dava edinip, harıl harıl Allah hakkında (haşa), Peygamberimiz(asm) hakkına ileri geri konuşup millete laf yetiştirmek için seferber olmuşlar.
 
Kardeşim, hiç işin, gücün yok mu? Can sıkıntısından mı bu hale geldin? Madem Allah yok, din yalan diyorsun, git eğlenmene bak. Gününü gün et, vakit kaybetme. Fazla vaktin yok zaten.
 
Niye "başkalarını da kurtaracağım" diye düşünüp didiniyorsun. Sana göre herkes ölüp yok olmayacak mı? Neyi kurtarmaya çalışıyorsun? 3-5 kişiyi namazdan soğutursan sana Cennet mi vaad ediyorlar? Mükafatın ne?
 
 
Sana göre sen, ölüp YOK OLACAKSIN. Sevdiklerin, dostun, annen, abin hepsi yok olacak. Bir daha hiç ama hiç görüşemeyeceksiniz. Şu dünyadan silineceksin.

Gazete küpürlerinde yazan ismin anılsa sana ne fayda? Haberin mi olacak? Zaten hiç değil misin? İşte bütün bunlar senin saçma bakış açını anlatıyor.
 
Peki nedir bu adamların bu gayreti? Bu ateist dava adamlarını ikiye ayırıyorum. Birinci kısmı para karşılığında dünyasını kazanmak veya şöhret için bunu yapıyor. İkinci grup ise, şeytanın yolunda gide gide artık onun bir kölesi olmuş farkında değil.
Şeytandan gelen vesveseyi kendine ait süper bir fikir zannederek, insi bir şeytan olmuş haberi yok. Sabah akşam, dindar insanlara laf yetiştireceğim diye o yolun sevdalısı olmuş. 

 
Ne diyeyim bu komedi karşısında? 

Neyse... Peygamberime(sav) hakaret eden bu herifleri görünce şunu diyor ve rahatlıyorum
"İyi ki bir hesap günü var..."
 
 
Tarih : 30.10.2013 Kaynak : Risale Ajans
 
 

30 Ekim 2013 Çarşamba

Ahiret Kazancı


 
Ahiret Kazancı

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” (Şûrâ, 20)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Kimin niyeti âhiret olursa Allah onun işini derleyip toplar kalbine kanâat verir. Dünya onun ardından kerhen de olsa gelir. Kimin niyeti sadece dünya olursa Allah onun işini bozup alnına da fakirlik damgası vurur. Dünyadan da Allah’ın takdir ve taksiminden başka bir şey elde edemez.” (İbn Mâce, Zühd 4105; Dârimî, Mukaddime 229.)

İmam Râgıb şöyle der:

İnsan dünyada ekin eken bir çiftçi durumundadır. Ameli ekini, dünyası ise ekin tarlasıdır. Ölüm vakti hasad ve harman zamanıdır. Âhiret ise harman yeridir. Elbette kişi ektiğini biçecek, hasad ve harman yaptığını ölçüp-tartıp kabına koyacaktır.

Nasıl ki harman yerinde tartılar, ölçekler, emniyet birimleri, korucu kolluk görevlileri varsa aynı şekilde âhirette de vardır. Yine harmanda buğdayı samanından ayıracak şeyler varsa aynı şekilde âhirette de güzel amellerle çirkin ve günah işleri birbirinden ayıracak şeyler vardır. Kim âhireti için çalışırsa onun ölçeği ve terazisi bereketli kılınıp ebedî âhiret azığı olur. Kim de sadece dünyası için çalışırsa bütün gayret ve çalışmaları hüsran ve batıl olur.

Demişlerdir ki: Süleyman (as)’a birini seçmesi için mal, mülk ve ilim arzettiler de Süleyman (as) ilmi seçti, malı mülkü istemedi.

Şâir ne güzel söyler:

Dünyayı istersen, sana sadece dünyadaki payını verirler,
Ukbâyî/âhireti istersen, sana her ikisini birden verirler.

(İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 18.Cilt,Erkam Yay.)
 

--
​​

Kusur yüze vurulmalı mı, yoksa sahabe gibi çare bulunmalı mı?


AİLE-SAĞLIK Yazarlar Ahmed Şahin

Kusur yüze vurulmalı mı, yoksa sahabe gibi çare bulunmalı mı?

 
 
Bir ayıp ve kusura maruz kalanın başvuracağı ilk çare, o kusur ve günahının altında ezilmek, derin pişmanlık duyarak bir daha böyle bir yanlışa düşmeme azminde ve kararında olmaktır.
 
Böyle kimsenin dostlarına, yakınlarına düşen de onun hata ve kusurunu yüzüne vurmamak, anlayış ve hoşgörü ile bakarak dostluğu devam ettirmektir.
 
 
Zaten işlediği günah ve hatasından dolayı vicdan azabı çekip derin pişmanlık duyan kimse, Allah’ın affedip bağışlamasına layık olan kimse demektir.
 
 
Böyle İlahi affa layık kimselerin hatasını yüzüne vurup ilan etmek ise insani de İslami de değildir. Çünkü Rabb’imiz, derin mahcubiyet duyan bu kimsenin tövbesini kabul edip bağışlayabilir. Kullar ise bu affı bilmediklerinden ilan edilmiş günahın kullar arasındaki menfi tesiri devam eder.
 
Rabb’imiz affettiği halde kullar affetmemiş olurlar. Vebal söz konusu olur Allah’ın affettiği yanlışları kulların affetmeyişlerinden dolayı. Bu ihtimalden dolayı hatalar ilan edilip de yüze vurulmamalıdır.
 
 
Bugün, maruz kaldığı bir hatayı yüzüne vurmama konusunda sahabe gibi büyüklerden iki önemli örnek arz etmek istiyorum sizlere. Bakalım bir ayıbı ilan edip de yüzüne vurmamak için sahabe nasıl bir çare buluyor, Halife Hazreti Ömer de, bu çareyi nasıl bir takdirle karşılayıp bizlere ayıp örtme örneği veriyor görelim.
 
 
Medine’de bir sahabe topluluğu içinde çölden gelen bir bedevi de oturmaktadır. Ne var ki, bedevinin karnında bir gaz sıkışması vardır. Bu sebeple bir ara karnında sıkışan bu gazı tutamaz, topluluğun içinde sesli şekilde dışarı çıkarmaktan da kurtulamaz. Tabii bu çirkin sesi duyanlarda bir şaşkınlık olur. Ama kimse kimseye şüpheyle bakma görüntüsü vermez.
 
 
Bu sırada bir ses yükselir:
 
 
- Karnından yel çıkaran kim ise gitsin, abdestini tazeleyip gelsin!
 
 
Kimse kalkıp da abdestini tazelemeye gitmez. Çünkü kalkan kimse, utandırıcı fiilin sahibi kendi olduğunu ilan etmiş olacak. Bu utandırıcı duruma ise kimse sahip çıkmak istemez.
 
 
Cemaatin içinde Yemenli kabile reisi meşhur Cerir de vardır. Cerir, hemen atılır:
 
 
- Ya Emir el Müminin der, hepimiz kalkıp abdestimizi tazelesek ne olur?
 
 
Hazreti Ömer’in cevabı anında gelir:
 
 
- Ne olacak, nur’un âlâ nur olur. Abdest üstüne abdest almak, nur üstüne nur almak demektir!
Bunun üzerine hep birlikte çıkıp abdest alırlar. Kimseyi töhmet altında bırakmadan da gelip sohbetlerine devam ederler.
 
 
Bulunan bu tedbiri pek beğenen Halife Hazreti Ömer ise hep müşkül halletmesiyle bilinen Cerir’e şöyle der:
 
 
- Ya Cerir! Sen eskiden de böyle arif insan idin, şimdi de yine öyle arif insan işi yaptın. Ne güzel mesele hallediyor, ne güzel çareler buluyorsun. Kimseyi incitmeden, utandırmadan hallettin zor bir meseleyi.
 
 
Hazreti Ömer’in takdir ettiği durum, bir hatayı yüze vurmadan çare bulma durumudur.
 
 
Demek bu olay bizlere de örnektir. Dostlarımızın, muhataplarımızın, belki de günün birinde bizzat kendimizin maruz kalabileceğimiz hataları, günahları yüzümüze vurmamak gerekmektedir. Ta ki, yüzümüzdeki o utanma perdesi yırtılmasın, dostlarımızın arasında bulunma imkânı elimizden alınmasın, köşe bucak kaçma durumunda kalınmasın.
 
 
İşte büyük veli Hatem-i Asam’ın 237’de Belh’te verdiği bir ayıp örtme örneği de sahabenin verdiği bu özel ve güzel örnekten sonra yaşanmıştır.
 
 
Huzurunda karnındaki yeli tutamayıp da kaçıran adamın utandığını anlayan şarkın büyük velisi:
 
 
- Evlad der, yaşlandığımdan kulağım ağır duyuyor, sesini yükselterek konuş benimle.
 
 
Utancından kıpkırmızı kesilen ziyaretçi ise bu defa, kusurunun işitilmediğini düşünerek rahat bir nefes alır.
 
 
Ne var ki, bu işitmeme örneğinden sonra Hatem’e, kusurları işitmeyen sağır Hatem manasına gelen “Hatem-i Asam” ismi verilir, tarih boyunca hep “Hatem-i Asam” diye yâd edilir Belh’in büyük velisi.
 
 
Bilmem bu örnekler bizlere kusuru yüze vurmama konusunda bir şeyler ifade etmiş oluyor mu?
 
 
 
 
 

29 Ekim 2013 Salı

Diyanet Açıkladı: Nazar Boncuğu Caiz Değil!

Risale Ajans               
 
Diyanet Açıkladı: Nazar Boncuğu Caiz Değil!
 
 
Diyanet, yaygın olarak kullanılan nazar boncuğu konusuna açıklık getirdi.
 
 
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, İslam inancında, nihai etkiyi Allah'tan başkasına atfeden tutum, davranış ve inanışların yasaklandığını, bu kapsamda nazar boncuğu ve benzeri şeyleri medet ummak amacıyla boyuna veya herhangi bir yere takılmasının caiz olmadığını belirtti.

Kurul, nazar boncuğu takmak yerine Felak ve Nas Suresi okunmasını tavsiye etti.
 
Bir vatandaşın "Göz değmesine karşı nazar boncuğu takmak caiz midir?" sorusunu değerlendiren Yüksek Kurul, tüm tedavi ve korunma yöntem ve sebeplerine başvurduktan sonra sonucun yüce Allah'tan beklemenin İslam inancının gereği olduğunu açıkladı.
 
 
Nazarlık Koruyamaz Allah Korur!
İslam inancında, nihai etkiyi Allah'tan başkasına atfeden tutum, davranış ve inanışlar yasaklandığına dikkat çeken Din İşleri Yüksek Kurulu şu ifadelere yer verdi: "Nazar boncuğu ve benzeri şeylerin, bunlardan medet ummak amacıyla boyuna veya herhangi bir yere takılması caiz değildir.

 
Bu tür davranışlarda bulunanlar hakkında Rasulüllah (s.a.s.), 'Kim nazarlık takarsa Allah onun işini tamama erdirmesin' (Ahmet b. Hanbel, Müsned, IV, 154) buyurmuştur.

 
Diğer bir hadiste ise nazarlık takan ve nazarlığa koruyucu etki atfeden kimsenin Allah'a ortak koşmuş olacağını ifade edilmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 156).
 
 
Nas ve Felak Surelerini Okuyun!
Nazardan korunmak amacıyla böyle hurafeleri terk edip Hz. Peygamber'in (s.a.s.) öğrettiği duaları yapmak gerekir.

Bu çerçevede Felak ve Nas sureleri yanında Hz. Peygamber'in (s.a.s.) torunlarına yaptığı şu dua da okunmalıdır: "Her türlü şeytan ve zehirli hayvanlardan ve bütün kem gözlerden Allah'ın eksiksiz kelimelerine sığınırım."
 
 
Tarih : 29.10.2013 Kaynak : Risale Ajans

28 Ekim 2013 Pazartesi

ŞALGAM SUYUNUN FAYDALARI


ŞALGAM SUYUNUN FAYDALARI


Şalgam suyunun en önemli hammaddesi mor havuç başlı başına A vitamini deposudur. Bu özelliği ile göz sağlığına katkısı bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
 
Şalgam suyu vücut için doğal ve katkısız bir besin kaynağıdır.

Antioksidan kaynağıdır....
 
Hücre yenileyici özelliği vardır.
 
Bağırsakları çok iyi çalıştırır ve böylece kabızlığı önler.Fazla kiloların atılmasına yardımcı olur.

İştahı açar.
 
Laktik asit içerir,sindirimi kolaylaştırır.
 
B grubu vitaminleri içerir, sinirleri yatıştırır.
 
Mide ve karaciğere faydalıdır.
 
Kalsiyum,potasyum ve demir içerir, kemik ve dişleri kuvvetlendirir.
 
Kalsiyum-potasyum yönünden çok zengindir ve afrodizyak özelliği vardır.
 
Vücuttaki toksinleri atar, stresten kurtarır.

Şeker hastalığına iyi geldiği biliniyor.
 
Özellikle kış mevsiminde grip ve soğuk algınlığına çok iyi geldiği bilinir.

 



27 Ekim 2013 Pazar

HİKAYE DİLEKÇE


HİKAYE   DİLEKÇE


    Birkaç yıl önce, bağlı bulunduğumuz Genel Müdürlük; Dört arkadaşımla birikte, beni bir ilimizde, memur statüsünde işçi almak üzere görevlendirmişti. Sözünü ettiğim ilde on personel alacaktık ve bunlar il müdürlüğü bünyesinde görevlendirilecekti.  Biz beş arkadaş birleşerek, sözünü ettiğim ile gittik.

    Önceden ayrılan bir misafirhaneye indik. İle gelişimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Beşimizin de kanaati oydu ki, hak edeni kazandıralım, siyasi ve diğer baskılara boyun eğmeyelim.

    Biliyorduk ki, katılım yoğun olacak ve herkes bir referansla bizi rahatsız edecekti, çünkü Türkiye'nin gerçeği buydu. Bunun için çok dikkatli davranıyorduk.

    İle ikindi vakti gittik. İkindi namazını kılmak için tarihi bir cami olup olmadığını sorduk. Biliyorduk ki bu ilimiz cami bakımından biraz fakirdi. Tarihi bir cami olduğunu söylediler. Beş arkadaş, arabamıza atlayarak oraya gittik.

   

Kimse bizi tanımıyor, zaten cami de şehrin biraz dışında. İkindi namazı kılınmış, caminin avlusu boş. Beşimiz de şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki, ayaklarımın önüne bir takunya kondu. Bu takunyaları önüme kim bıraktı diye başımı kaldırınca, yüzüme  tebessümle bakan, yirmibeş yaşlarında bir gençle karşılaştım:



 -- “ Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz; namaz kılana hizmet, Allah'ın rızasını kazandırır. Allah kabul etsin!”  dedi.

   Gencin tebessümü, davranışı bizi çok etkiledi.

   Sordum :  -- 'Sen kimsin? Adın nedir?'

 -- 'Adım Bilâl. Bu mahallede oturuyorum.'

   Bir an abdest almayı bırakarak, gençle ilgilenmeye başladım.

 -- 'Ne işle meşgulsün Bilâl?'

 -- 'Şimdilik işim yok. Ama inşallah yakında işe gireceğim.'

 -- 'Nasıl olacak o?' dedim.

    Yüzüne huzurun ve mutluluğun tebessümünü kuşanarak:

 -- 'Üç gün sonra ......... Müdürlüğünde sınavla adam alınacak. Rabbim, oraya
girmeyi nasip edecek inşallah' dedi.

   Arkadaşlarım da abdest alırlarken, Bilâl'le aramızda geçen bu diyaloğa kulak vermişlerdi.

 -- 'Peki Bilâl, bu zamanda işe girmek zor, senin torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?'

    Bilâl'in o mütevekkil halini hiç unutamıyorum!   Hepimizin üzerinde bomba tesiri oluşturacak sözü söyleyiverdi:

 -- 'Benim referansım Allah (cc)'tır; ne güzel vekildir O. Dün gece O'na dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?'

      Yâ Rabbi! Ne işe tutulmuştuk! Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim.

 -- 'Bilâl, baban yok mu?'

 -- 'Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni.'

     Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu, o kadar meydanda idi ki, kalbi adeta yüzüne vurmuştu.

 -- 'Askerliğini yaptın mı?'
 -- 'Yaptım ya, hem de çavuş olarak.'

 -- 'Evli misin Bilâl?' Bir anda gözleri yere düştü.

       Yine o mütevekkil hâli bütün yüzünü kaplamıştı.

 -- 'He ya, evli değil de sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez hemen düğünümü
yapacağım!'

 -- 'Ama Bilâl, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki, sanki kazanmış gibisin!'

      Gözlerini ufka dikti, daldı, sustu ve biraz sonra:

 -- 'Ben Rabbimi seviyorum, inanıyorum ki O da beni seviyor. Seven sevene
yardım etmez mi?'

   Ona söyleyecek lâf bulamıyordum.

      Allah, bizi kocaman kocaman(!) müdürleri, Bilâl kuluna hizmet etmek için
oraya göndermişti, adeta.

    Kim müdür, kim garibandı?

    Bilâl dilekçesini büyük makama verince, melekler harekete geçtiler, daireler, müdürler harekete geçtiler ve hep birlikte ona koşmaya başladılar; çünkü emir büyük makamdandı.

    Allah'a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi?

   Sormaya devam ettim:

 -- 'Bari Bilâl, evlenecek kız bulabildin mi? Bu zamanda hem yetim, hem de işsize kim kız verir ki?'

    Başını salladı ve 'doğru' diyerek ekledi:

 -- 'Zor nişanlandım ya. Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan, 'Sözde Müslüman' değil, hakiki mü'min.

 -- 'Bu zamanda namazında-niyazında damat nerde bulunur, hem rızkı veren
Allah'tır' dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verecek inşallah.'

   Bilâl lise mezunuydu. Üçyüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçti. Ve bizler, önümüze sunulan -Bakanlık dahil- tüm referansları bir kenara koyarak, Bilâl'in referansını en öne koyduk.

    Mülakât gününe kadar bizi göremedi. Mülâkata girdiğinde karşısında bizi görünce birden şaşırdı, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü.

     Sessizliği bozdum: 'Bilâl, bizi tanıdın mı?'
 -- 'Evet!' 


 -- 'Peki ne diyeceksin şimdi?'    

 

    Ağlamaya başladı. Çocuk gibi ağlıyordu. İster istemez bizler de ona uyduk. Sabah makamında hıçkırıklar boğazımızda düğümlenmişti. Bilâl, ellerini kaldırdı ve dua etmeye başladı:

 -- 'Ey Rabbim, ben niyazımı Sana sunmuştum. Hâlimi Sana açmıştım. Şimdi
burdaki müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım, ben Sen'den başkasından
istememeyi istedim, Sen'den, yine de öyleyim.'

    Sessizlik odayı doldurmuştu.

 -- 'Ne olur bana izin verin çıkayım'  dedi.

 --  'Peki Bilâl' dedik, 'Güle güle, Allah işini, aşını, eşini mübârek kılsın!'




     Allah'tan isteyenler muratlarına erdiler de gayrısından isteyenler helâk oldular.

    Allah dilerse bütün dünyayı Bilâllere hizmetçi yapar.



    Bilâl yüreğine ve saflığına ulaşmak gerek.'


 

(Evlilik Okulu 4.Ödev): İç Konuşmalarımız

(Evlilik Okulu 4.Ödev): İç Konuşmalarımız




Düşünme Sanatı (Not defterimden farklı kitaplardan konu ile ilgili aldığım notlardan)

Güzel düşünmek bir sanattır ve bir sanatın; tıpkı resim ve müzikte olduğu gibi, devamlı alıştırma yaparak ve icra ederek canlı tutulması gerekir.


İnsanın, düşünebilmeyi başarmadan çok önceleri duygularının bir kurbanı olduğunu fark etmek çok önemlidir kuşkusuz.


Siz hiç “şevke getirici, coşturucu” bir toplantıya katıldınız mı? Neden devam etmedi?  Değişmek, başarmak konusunda bir ilham geldi mi ve sonra neden kesildi? İlham nereye gitti? Neden bir kitap hayatınızı değiştirmedi?


Sorun kitaplarda değil. Sorun seminerlerde de değil. Gerçekten iyi olan birçok kendini geliştirme düşünce ve teknikleri var. Bunlar sonuç vermeli ve verebilir. Ama sonuç vermiyorlar ya da istikrarlı bir çözüm getirmiyorlar. Beynimizin çalışma yöntemi bu değil.


İnsan beyni, hepimizin sahip olduğu inanılmaz ölçüde güçlü, kişisel bilgisayar denetim merkezidir. Onun sizin için yapmasından hoşlandığınız, mantıklı her şeyi yapmaya gücü vardır. Fakat ona nasıl davranacağınızı bilmelisiniz. Eğer doğra davranış ve doğru yönergeleri dikkatle verirseniz, doğru şeyi yapacak sizin için en doğru şekilde çalışacaktır.


Ona inanıp inanmamamız da hiçbir fark yaratmaz. Beyin sadece en çok söylediğimiz şeye inanır. Ona kendiniz hakkında ne söylerseniz, onu yaptıracaktır. Başka seçeneği yoktur.


Yaşam Gerçekten Çok Basit, Ne Ekersek, Onu Biçiyoruz.


Bir günde zihnimizden ortalama olarak elli, altmış bin arası düşünce geçiyor. Karamsar olanlarda yüzde doksana varabiliyor.


Günde elli bin düşünceyi kayda geçirebilseydik, çoğunun tekrarlar ve olumsuz yargılardan ibaret olduğunu görebilirdik.


Düşünceler duygularımızı yaratıyor, duygularımız davranışlarımızı belirliyor. Ve biz davranışlarımızın sonucunda aldığımız tepkilerin sorumluluğunu üstlenmek yerine kişileri, koşulları ya da olayları suçluyoruz.


Evrende bedelsiz hiçbir şey yoktur. Olumsuz düşüncelerin birikiminin yarattığı çöplüğün bedelini fiziksel, zihinsel ve duygusal olarak rahatsızlıklar yaşayarak ödüyoruz.


Duygular enerjidir. Düşük frekanslı olumsuz düşüncelerin zihnimize hakim olduğu bir yaşam en kötü olasılıkla ölümcül hastalık, en iyi olasılıkla mutsuz ve doyumsuz bir yaşam olur.


Kendisine ve başkalarına karşı olumsuz düşünceler besleyen kişi, tıpkı kötü beslenen bir kişi gibi sağlıksız olur. Olumsuz düşünceler, olumsuz duyguları yaratıyor. Bu düşük frekanslı duygular ise bedenin bağışıklık sistemini zayıflatıyor. Sonuçta bedenimizde her an mevcut olan virüs ve bakteriler, bağışıklık sisteminin direnciyle karşılaşmadığı için hasta oluyoruz.



İÇ KONUŞMALARIMIZ


HEPİMİZ KENDİMİZLE sürekli konuşuyoruz. Kendimizle konuşmamız söze dökülmüş kelimeler ya da söze dökülmemiş düşünceler şeklinde olabilir. Biz hiçbir zaman kapanmayan, düşünen makineleriyiz.


Sessiz içe dönük konuşma ya bilinçli ya da bilinçsiz içsel bir diyalogdur. Çabadan çok farkındalık gerektirir ve kısa zamanda doğal, otomatik bir içe dönük konuşma alışkanlığı oluşur.


Madem ki sorun olarak adlandırdığınız şeylerin çoğu gerçekte yalnız sorun olarak algılanır, her birine ne şekilde baktığınız onların gerçekten sorun olup olmamasını belirler.


İçe dönük konuşmanızın ifadelerini değiştirmeye başladığınızda eski programınız sizi bundan vazgeçirmeye çalışacaktır. Bu nedenle, işe koyulduğunuzda, ilk önce size bunun sonuç vermeyeceğini, anlatmaya çalışan daha önceki olumsuz programı dinlememe kararı verin.


Kendinize yorgun olduğunuzu söylemek yerine bol bol enerjiniz ve şevkiniz olduğunu söyleyin.
Sandalyeden kalkmak bile istemediğiniz bir anı düşünün. O an telefon çalıyor ve bu tam doğru zamanda gelen doğru bir telefon, iyi bir haber veren birisi ya da dünyada sizin için en önemli olan birisi. Enerjinize birdenbire ne olur? Şevkinize ne olur? Bir adrenalin dalgası sisteminize çarpar ve birdenbire sizi hayata döndürür.


Olumsuz iç ve dış konuşmaları asla yapmayın. Olumsuz cümlelerle kendinizi hipnozlamayın.


Bilinçaltınız şu anda, gece gündüz, tam olarak bilinçsizce kendinize tanımladığınız kişi olmanızı sağlamak için çalışıyor. Kendinizi bir diyete sadık kalamayacağınıza inanmak üzere şartladıysanız, bilinçaltınız hiçbir diyetten sonuç almamanızı garanti eder. Bilinçaltınız, sizin için, sadece sizin ve diğerlerinin komutlarını yerine getirir.



Sonuçlarla Yaşamak


Yeterince sık ve kuvvetle söylerseniz, insan beyni, ona yapmasını söylediğiniz, mümkün olan her şeyi yapacaktır.


Beynimize ne koyarsak, onu geri alırız. Bilinçaltı bir süngerdir; yeterince sık ve kesin söylerseniz ona söylediğiniz her şeye inanacaktır bir yalana bile.


Beyin, ahlaki yargılarda bulunmaz, sadece ona söyleneni kabul eder. Büronuzdaki masa-üstü bilgisayar ona ne programladığınızla ilgilenmez. Gerçeği söyleyip söylemediğinizi asla sorgulamaz. Sadece kabul eder ve programladığınız gibi hareket eder.


Geçmişte kendiniz hakkında söylediğiniz ya da inandığınız şeylerin doğru olup olmaması hiç fark etmez. Bunlar beynin umurunda değildir.


Gece uyurken olumlu şeyler düşünün.


Uykuya dalmadan önce en son ne düşünüyorsanız beyniniz uyanana kadar onu tekrar edip durur. Beyin asla uyumaz. Olumlu düşüncelerle uykuya dalarsanız sabah mutlu kalkarsınız. Endişe ile uykuya dalarsanız sabah yorgun ve kızgın kalkarsınız.


Kırgınlık, Yargılama, Suçluluk ve Korku Her Şeyden Çok Sorun Yaratır.


Kırgınlık (gücenme, darılma, öfke) uzun zaman içte tutulduğunda bedeni yemeye başlıyor ve kanser dediğimiz hastalığa neden oluyor.


Sürekli kendimizi ya da başkalarını eleştirmek, yargılamak, “romatizma hastalığına” sebep oluyor. Affedememek “kanser” sebebi.


Suçluluk duygusu daima ceza arar ve bu ceza da ağrılar yaratır. Korku ve gerginlik, kellik, ülser, hatta ayak ağrılarına neden oluyor.


Kırılma, gücenme, darılma duygularımızın üstesinden gelebilmek, kanseri bile yok edici bir düşünce gücüdür.


Geçmişimizden kurtulmalı ve herkesi bağışlamalıyız.


Bedenimizde “hastalık” denen şeyi üreten çoğu zaman biziz. Bir araştırmada; aynı hastalıktan aynı seviyede giden hastaları alıp iki gruba ayırıyorlar. Bir gruba affetmenin önemi üzerine eğitimler veriyorlar. Diğer gruba bir eğitim verilmiyor. Affetme eğitimi alan gruptaki hastalar kısa zamanda iyileşiyor.


Başkalarını Suçlamak


Bir soruna takılı kalmak istiyorsanız, suçlamak en emin yoldur. Birisini suçladığımızda, gücümüzden vazgeçeriz. Öncelikle affetmeyi öğrenmemiz lazım.


ŞİMDİ GELDİK ÖDEVİMİZE


Ödev 1: Hayatınızda affedemediğiniz bir kişi bile varsa bu ödevi mutlaka yapın.

Affetme Alıştırması

Sessiz bir odaya girin. Hafif bir sesle 5-10 dakika şu çalışmayı yapın. Gözlerinizi kapatın, hafif sesle aşağıdaki cümleyi söyleyin. Boşluk yerinde affetmek istediğiniz kişinin adını söyleyin.

“Affetmek istediğim kişi ………………dır ve onu Allah rızası için affediyorum.”

Tekrar tekrar söyleyin.


Ödev 2:Kendi İçe Dönük Konuşmanızı Dinleyin

Gelecek üç gün boyunca, kendinize söylediğiniz içe dönük konuşmanızın her kelimesini dinleyin. İyi veya kötü.

Düşüncelerinizi dinlemeye başladığınızda kontrol etmeye de başlayabilirsiniz. Biraz üzerinde durup emek sarf etmeniz lâzım.


Değişmek için ”Evlilik Okulu 3.Ders Ödev”deki alıştırmaları yapmak gerekir Bunun için de gayret edilmeli hemen vazgeçilmemeli. Mesela istediği saatte yatmasına izin verdiğiniz küçük bir çocuğunuz var. Ve artık çocuğun her gece 20.00 de yatması için karar veriyorsunuz. İlk akşamın nasıl olacağını düşünebiliyor musunuz?


Çocuk yeni kurala karşı tepki duyacak, ağlayıp, bağırıp tepinecektir. Yatağa gitmemek için elinden geleni yapacaktır. Ona boyun eğerseniz, çocuk kazanacak ve sizi sürekli kendi kontrolü altına almaya çalışacaktır. Alışkanlıklarımızda tıpkı içimizde bir çocuk gibidir. En az üç hafta yeni bir alışkanlık ya da davranış için gayret sarf edersek, o da bir süre sonra yeni durumu kabullenecektir.


Üç gün boyunca arada bir kendinizi dinleyin ve en son neyi, kaç kez düşündüğünüze dikkat edin.


www.cocukaile.net




 

(Evlilik Okulu 4.Ders): Kızgınlıklarımız Sevgimizi Yemesin

(Evlilik Okulu 4.Ders): Kızgınlıklarımız Sevgimizi Yemesin





Evlilik okulumuzda geldik dördüncü derse. “Katılmak için geç kaldık mı?” diye soranlar var. Geç kalmış sayılmazsınız. Yeni katılanlar ilk dersten itibaren okuyun, ödevleri yapın ve bu dersten devam edin.


Bu derste iletişim konusuna başlıyoruz. İletişim çok önemli. “Seviyoruz birbirimizi, ölüyorum aşkımdan; ama anlaşamıyoruz, kavga ediyoruz.” diyenler çoktur. Neden? Sevmek neden iyi anlaşmak için yetmez? Çünkü gönül ve akıl ele ele olmadan hiç bir sevgi yaşamaz, ölür. Gönlümüzü aklımızla koruyabiliriz.


Bu yüzden iyi bir iletişim önce beyinde başlar. Konu ya da kişi ile ilgili ne düşünüyoruz? Bütün söz, tavır ve davranışlarımızı düşüncelerimiz belirler.


Bekarlarla başlayalım. Bekar bir genç kız. Erkeklerle ilgili düşüncesi; onların kaba, düşüncesiz ve fırsat bulurlarsa kadınları ezeceği üzerine ise erkeklere ne kadar iyi davranabilir? Nasıl iyi bir eş olabilir?


Bekar bir erkek. Kadınlarla ilgili düşüncesi; sadece cinsellik üzerine ise, onların dırdırcı, paracı, gözyaşını kullanan cadılar olduğunu düşünüyorsa nasıl iyi bir koca olabilir?


Düşünceler davranışlarımızı belirler. Mesela; kadınların çoğunda kabul etmeselerde erkek düşmanlığı var. Hemen her seminerimde değişmeyen, artık klasik olan, şu soru mutlaka gelir: “Kocama yumuşak davranırsam, beni ezmez mi?” İnsanı dostu ezmez, düşmanı ezer. Bir kadın kocasının onu ezeceğini düşüyorsa, onu düşman olarak görüyordur ve ilk yanlışı kendi başlatıyordur.


Nişanlı kızlardan da en çok şu sözü duyuyorum. “Nişanlım istediğimi yapana kadar mutlu olmuyorum.” Neden? Çünkü evlilikle ilgili yanlış şeyler düşünüyor. Çoğunlukla genç kızı etraftan yanlış yönlendirenler oluyor.”Bak şimdiden nasıl alıştırırsan öyle gider, dediklerini yaptırmaya bak.” Genç kız da ne kadar severse sevsin, evlilikte kendi sözünü geçirebilmek için bile bile sevdiğini üzüyor.


Ya da gençler; kız ya da erkek fark etmez, kendi anne ve babalarının evliliklerine bakıyorlar ve önlerinde olumsuz modeller varsa onlar gibi olmamak için, yanlış adımlar atabiliyorlar. Erkek babası gibi olmamak, kız annesi gibi olmamak için kendine kurallar belirliyor. O kuralların karşısındaki kişide nasıl etki uyandıracağını düşünmüyor. Oysa eşi, onun anne ya da babasının karakterinde değil.
Kayınvalide ile de ilgili daha tanımadan olumsuz düşünceler özellikle genç kızların kafasında ağlarını örmüş oluyor. Dikkat Tehlike! Yakın olma, yakın oturma, resmi dur.



Düşüncelerimizle ön yargılar oluşturuyoruz, o da davranışlarımızı etkiliyor.


Gelelim evliliğe…


Birbirimizde hoşumuza gitmeyen şeyler gördüğümüzde önce değiştirmeye çalışıyoruz, değiştirmeyi başaramayınca kızgınlık duymaya başlıyoruz. “Neden benim istediğim gibi olmuyor.” diye. Duyduğumuz kızgınlık bakışımıza, ses tonumuza, sözlerimize yansıyor.



Düşüncelerimizle enerji üretiyoruz, elektrik dediğimiz şey. Olumsuz bir şey düşündüğümüzde negatif (kötü elektrik) üretiyoruz, olumlu bir şey düşündüğümüzde pozitif (iyi elektrik) üretiyoruz. Ürettiğimiz her ne ise karşımızdakini etkiliyor. Biz istediğimiz kadar olumsuz düşüncelerimizi, sahte davranışlarla örtmeye çalışalım, karşıdaki onu mutlaka anlıyor. Ne olduğunu anlatamasa da anlıyor.Çünkü elektriğimiz onu çarpıyor.


Mesela…


Erkek eve geç kalıyor, kadın kızıyor “İşten çıktı, yine nereye gitti? Annesine mi uğradı, arkadaşlarına mı takıldı?” Kocasını arıyor: “nerdesin?” diye soruyor. Ya da kızgınlığı belli olmasın diye süslüyor. “Hayatım nerdesin?”


Aradaki mesafe önemli değil. Erkek sesten anlıyor, tatsızlığı. O da kızıyor içinden. “Ne var geç kaldıysam, beni kontrol etmeyi bırak artık.” diye düşünüyor. Fakat cevabı başka oluyor. Nerede olduğu ile ilgili bilgi veriyor; fakat onun da kızgınlığı sesine yansıyor.


Erkek eve geldiğinde bir kavga tartışma olmasa bile birbirlerine soğuk davranıyorlar.


Kadın ararken “Sorumsuz yine geç kaldı” diye düşünmek yerine “Bir işi çıkmıştır, gitmek zorunda kalmıştır ya da arkadaşlarını görmek istemiştir.” gibi bir olumlu düşünceyle arasa, erkek cevap verirken “Beni merak etmiş, özlemiştir karıcığım” diye olumlu düşünüp öyle cevap verse hiç bir tatsızlık olmayacak.


Mesela çalışan kadın…Karı koca aynı anda kapıdan giriyorlar, erkek salona geçip televizyonun karşısına geçiyor. Kadın bir yandan çocukla ilgilenmeye çalışırken, bir yandan yemeği hazırlamaya çalışıyor. Bir yandan da zihninden şunlar geçiyor. “Yat tabii, ben senin uşağınım, hem dışarıda çalışırım, hem evde çalışırım, kazandıklarımı harcamaya gelince bayılıyorsun; ama yardım etmeye gelince canın çıkıyor.”


Kızıyor, kızıyor, kızdıkça negatif elektrik üretiyor, tatsızlık çıkmasın diye belli etmemeye çalışsa bile bakışları, hareketleri, yürüyüşü masayı kuruşu, tabakları koyuşu her şey değişiyor. Her şey daha sert. Elektriği ortalığı kasıp kavuruyor.



Bu elektrik önce kendini sonra kocasını yakıyor. Ürettiğimiz olumsuz elektrikler vücudumuzda hastalığa dönüşüyor. Baş ağrıları, fıtık gibi pek çok hastalığın sebebi stres. Stresi biz üretiyoruz. Ne yaşadığımız değil, olaya nasıl baktığımız önemli.


Kadın daha olumlu bakabilse duruma. “Ailesinde alışmamış ev işi yapmaya; ama ben de çok yoruluyorum onun yardımına ihtiyacım var, eşimi nasıl yardım etmeye alıştırabilirim?” diye düşünse. Kızmak yerine yanına gidip “Canım sana ihtiyacım var, salatayı sen yapabilir misin ya da çorbayı azıcık karıştırabilir misin, ben yetiştiremiyorum.” dese. Eşine ihtiyacı olduğunda kızmadan tatlılıkla, yardım istese.


Genellikle kadın, bir gün söylemişse ertesi gün söylemiyor, “Kaç sefer söyledim, bilmiyor mu? Beni düşünse, sevse, gelip yardım eder zaten, söylemeye ne hacet.” diye düşünüp kızgınlık besliyor. O kızgınlıkla ya suratını asıyor ya da her şeye söyleniyor. Oysa erkekler karısının ihtiyacı olduğunda söylemesini bekliyor.


Erkek de bu arada karısının tavırlarına kızdığı için şöyle düşünüyor. “Para kazanıyor ya, afra tafra yapıyor, yapmazsan yapma, ne bulursam yerim, olmazsa gider lokantada ya da annemde yerim.” diye düşünüp ocakta çorba pişene kadar karı koca kafada birbirlerini pişiriyorlar.


Erkek de şöyle düşünse “Karım hem dışarıda hem evde çalışıyor, kadın bünyesi zaten zayıftır, o belki benden daha fazla yorulmuştur, yemekten sonra uzanır dinlenirim.” deyip kalkıp yardım etse tatsızlıklar olmayacak.


Bir tarafın negatif enerjisini diğer taraf pozitifle karşılarsa ortam düzelir. İki tarafta negatife devam ederse tatsızlıklar huzursuzluklar bitmez.


Velev ki kadınsınız, yardım istediniz kocanız da ”Çok yorgunum yardım edemem.” dedi. O zaman kızgınlık besleyerek bir kaç çeşit yemek yapmak yerine, tavır yapmadan inatlaşmadan bir çorba yapıp güler yüzle getirin sofraya “Fazla bir şey yapamadım canım, çok yorulmuşum.” deyin. Az yiyin; ama az sevmeyin.


İşin bir de dindarlık ile ilgili boyutu var. Gelen yorumlarda vardı. Bir hanım “Kocası namazlarını aksattığı için kocasına kızdığını, evde tatsızlık olduğu ve ne yapması gerektiğini” sormuştu. Soruya buradan cevap vereyim. Aynı sorunu dindar hanımlar çok yaşıyorlar.


Öncelikle şu önemli ki günah işleyene kızmak değil, onun için üzülmek, dua etmek lâzım. Niye? Günahı bize karşı işlemiyor ki, biz niye kızıyoruz? Eğer onun ebedi saadetini düşüyorsak, kızmak yerine onun için üzülmemiz lâzım. Bu arada kendi hatalarımızı da unutmadan tabii. İbadet etmemiz bizim kurtulacağımızı göstermez.


Dedikodu, gıybet,kin tutmak…gibi basit gördüğümüz; ama çok önemli olan konulardan biz cuvvallayabiliriz de ibadetlerini beğenmediğimiz insanlar, bizden önce cennete gidebilirler.İbadet önemsiz demiyorum asla, yanlış anlaşılmasın, çok önemli; ama ibadet ettiğimiz için kendimizi kurtulmuş görüp kimseyi hor görmeyelim, işte o zaman en büyük hatayı yapmış oluruz.

Peygamberimiz “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyuruyor. Ahlak kötü olduğunda ibadetlerin bir değeri kalmıyor.


Ayrıca kadın dinen kocasının namazından, ibadetlerinden sorumlu değil. Rabbimizin vermediği yükü üzerimize almayalım. Erkek karısının kılmadığı namazdan sorumlu. Erkek, güzellikle, tatlılıkla uğraşıp elinden geleni yapmak zorunda.Fakat kadının böyle bir yükümlülüğü yok. Kocası ona namazı hatırlatmasını istiyorsa, kadın yapmalı yoksa onun için sadece dua etmeli. Her namaz vakti “Günahkar adam, oturup tv izleyeceğine kalkıp namazını kılsana.” tarzında kızgın bakışları atmamalı tabii bu arada. Adamın kılası varsa da inadına kılmaz sonra.


İletişimde düşünce konusu çok önemli bir konu, yazıyorum ama bir derste bitmeyecek. Bir sonraki derste de devam edelim düşünce konusuna inşallah. Bir kaç gün içinde ödevi de bu konuda vereceğim. Şimdi sıra sizde. Konu ile ilgili düşüncelerinizi, yaşadıklarınızı yazın, yorumlar konuyu daha geniş çerçevede görmemiz için önemli.



www.cocukaile.net   Sema Maraşlı

 

Vücuttaki zehiri yok edebilen tek besin !

Vücuttaki zehiri yok edebilen tek besin !
 
Mevsimsel hastalıklar yavaş yavaş kapıları çalıyor. Sizlere bu hastalıklara karşı koruyucu bir besinden bahsedeceğiz...
 
 
Kansere karşı koruyucudur.
 
 
Damar sertliğini ve tıkanmalarını engeller. İdrar söktürücüdür.
 
Cildi güzelleştirir. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Göz sağlığı için hayati önem taşır.
 
Vücuda alınan ağır metaller, zehirli bileşikler, radyasyon ve bazı ilaçların yarattığı toksinlere karşı koruma sağlar.
 
Yaşlanmaya bağlı hafıza kayıplarının (Alzheimer) önlenmesinde olumlu etkisi olduğu kanıtlanmıştır.
Tahinde çok miktarda bulunan E vitamini ile tüm bu yararları da vücudumuza kazandırabiliriz....
 
 
E vitamini çok güçlü bir antioksidandır. Vücuda enerji verir. Seks hormonlarının oluşmasına yardımcıdır.
 
İki çorba kaşığı tahinde yaklaşık yarım kilo biftekteki kadar protein vardır.
 
 
Kendine has özel bir kokusu olan tahin, suyla temas etmedikçe uzun zaman bozulmadan saklanabilir.
 
 
Safra taşlarının düşürülmesinde, nefes darlığı ve bronşite faydalı olduğu bilinmektedir.
 
 
Anne sütünü arıtıcı özelliği bulunmaktadır. Çocukların beyin ve zeka gelişiminde etkilidir.
 
 
Kemik gelişiminde, yapısında bulunan bazı maddeler nedeniyle oldukça faydalıdır.
 
 
Tek başına tadı hoş gelmese de, pekmezle karıştırmak suretiyle hem daha faydalı olur, hem lezzetli.
karşı vücuda direnç kazandıran bir besinden bahsedeceğiz: Tahin
 
 
Tahin (tahan) susamın ezilerek ve çeşitli işlemlere tabi tutularak akıcı yağ gibi bir hale gelmiş şeklidir.
 
 
E, C ve B vitaminleri açısından zengindir. Hücre yapısının bozulmasını engeller. Yaraların iyileşmesini hızlandırır.
 
 




26 Ekim 2013 Cumartesi

Pasifiğe doğru yelken açıyoruz!

Fatih Yağcı

Pasifiğe doğru yelken açıyoruz!

Fatih Yağcı


 
 
Çare yardımlaşma ve kalkınma derneği ile birlikte kurban faaliyetleri için Filipinler yollarına düştük.

 
Uzun bir yolun ardından başkent Manilaya ayak bastık. Filipinler 105 milyonluk nüfusuyla %10'u müslüman olan bir adalar ülkesi. Onun dışındaki insanlar da hristiyan veya putperestlik gibi çeşitli dinlere mensup.
 
 
 
Önceleri ağırlıklı müslüman olan bu ada ülkesinin insanları, İspanyollar ve Amerikalılar tarafından sömürülerek silah zoruyla hristiyanlaştırılmış. Ve hala çok ciddi misyonerlik faaliyetlerine devam ediliyor. Hemen hemen her yerde, hristiyan okullarını görmek mümkün.

 
 
İnsanların ya çok zengin ya çok fakir olduğu, orta seviyede insanların az olduğu bir ekonomik yapıya sahip Filipinler. Hal böyle olunca sefalet eksik olmuyor elbette. Manila sokaklarında yürüken sağlı sollu yanımdan geçen bu çekik gözlü gençleri, çocukları görünce ister istemez durup düşünüyorum.

 
Okyanusun ötesinde binlerce kilometre uzaklarda imana susamış, şifa bekleyen hasta ama hastalığının teşhisini bile bilmeyen insanlar var. Durum şuna benziyor: Kan kanserinin tedavisini bulmuşum ve milyonlarca kanserli insanların içinde yürüyorum. Onlara anlatmak istiyorum kendi kanserimi bu ilaçla tedavi ettiğimi onları da edebileceğimi...

 
Dilleri farklı, dinleri farklı, kültürleri bambaşka insanları ikna etmek, hepsine ulaşmak istiyorum. Pasifik okyanusuna bakarken, ne kadar küçük olduğumu anlıyor, okyanusun bitmez tükenmez ufuk çizgisine bakınca da vazifemin ne kadar büyük olduğunu görüyorum. Ve dua ediyorum Allaha. İmana susamış bu insanlara ulaşmak gayesiyle uykularımı kaçırması için... Üstadım gibi diyorum:
Nefis cümleden edna(alçak), vazife cümleden ala(yüksek).
 
 
 
Filipinlerde bulunduğum süre boyunca oranın insanlarıyla konuşup durumlarını anlayıp analiz ettim. Burada nasıl bir hizmet yapılabilir diye...
 
 
Her ne kadar gayr-ı müslim olsalar da, fıtratları İslama çok müsait insanlar. Şu anda dünyada en hızlı müslüman olma oranı bu ülkeye ait. Zaten tahkiki manada bir hristiyanlıkları yok. Görünüşte sıkı bir bağlılıkları var ancak içi boş. Böyle olunca, çok kısa bir süre zarfında bile bu insanları İslama ısındırabiliyorsunuz. Orada bulunduğumuz süre zarfında birçok şahadet getiren kardeşlerimiz oldu.

 
Hatta o kadar çok alıştık ki müslüman olanlara, Mustafa abim "dershaneye gidelim bu akşam ders var" dediğinde latife olarak şu cevabı veriyorduk.
 
 
- Abi şahadet varsa gidelim, yoksa bizi hiç uğraştırma..!
 
 
Çok ilginçtir, ülkede, çingenelerden, kabile reislerine kadar hemen hemen herkeste facebook profili var. Böyle olunca da kafamda şimşekler çaktı. Şu anda karşımda Filipinler haritası, ve kafamda yepyeni bir proje...
 
Pasifiğe doğru yelken açıyoruz...
 
 
Tarih : 26.10.2013 Kaynak : Risale Ajans
 
 
 
 
 

Kabristanlarda yatan yakınlarımız...


Hekimoğlu İsmail
 

 

Kabristanlarda yatan yakınlarımız...

 
 
Peygamberimiz’in (sas) hayatını öğrenmek ve sünnetlerine uymak dini yaşayışın esaslarındandır. Kabir ziyareti de Peygamberimiz’in sünnetlerindendir, yaşatılması gerekir.
 
İslamiyet, kabristanlara yakınlık peyda etmiştir. Mübarek günlerde akın akın mezarlıklara gidilir. Biz kabirdekileri görmeyiz amma Allah’ın izniyle kabirdekiler bizi görebilir. Hayalen kabirden Karacaahmet Mezarlığı’na ziyarete gelenleri seyredelim. Binlerce mezar var. Ziyaretine gelinen, gelinmeyen var. Bir mezarın etrafında yakınlar toplanmış. Çelenk bırakmışlar. Para verip Kur’an okutuyorlar. Başka bir mezarın başında bir genç, fakirlere sadaka vermiş, sevabını vefat eden ana-babasına hediye etmiş. Sünnet olduğu için kabrin üzerine çiçek dikmiş. Kendisi Fatiha okuyor, İhlas okuyor. İşte yapılması gereken budur, önceki değil. Çünkü ana-baba evladını büyütmüş, ona sureleri ezberletmiş. Ebeveynlerin evlatlarının okuduğu sureden pay almaya ihtiyaçları var.
 
 
Kabir ehli ziyaretçilerinden haberdar olur ve memnun olurlar. Şimdi bizi sevdiğimiz dostlar, akrabalar ziyaret etse nasıl mutlu olacaksak kabirdeki de aynen öyle mutlu olur. Tabii ahirete gidip gelmedik. Fakat ayetlerden, hadislerden öğrendiklerimizle ahireti çok iyi biliyoruz. Kendimizi kabirdekilerin yerine koyalım. Biz de mezara girdikten sonra kendimize dua edilmesini bekleyeceğiz.
 
 
Yanımızdan geçen bir Müslüman’a nasıl selam veriyorsak, bir kabristanı ziyaret ettiğimizde de, yakınından geçerken de kabir ehline selam göndermeliyiz, onlar için Allah’tan mağfiret dilemeliyiz.
 
 
Hadis-i şerifte deniyor ki, “Amelleriniz ölmüş akraba ve aşiretinize gösterilir. Ameliniz iyi olursa sevinirler, iyi olmazsa ‘Allah’ım, onları hidayete erdirmeden ruhlarını alma’ diyerek dua ederler.” Anlıyoruz ki onlar bizim için dua ediyor, öyleyse bizim onlara dua etmememiz olmaz.
 
 
Kabri ziyaret eden, kendisini her an yakalayıverecek olan ölümü hatırlar, ibret alıp İslamiyet’i yaşamaya başlar. Hem de okuduğu duaların ve sünneti seniyyeye uymanın sevabını kazanır. “Ben öldüm, şimdi toprağın altındayım.” diye düşünür. Amma kendini toprağın altında bir taş gibi hayal etmek değil. Sorgu meleklerinin gelişini, sorduklarına vereceği cevapları düşünür.
 
 
Sevdiklerimizi, yakınlarımızı toprağın altında hayal etmek de ayaklarımıza dolanan, yakamıza yapışan dünyanın faniliğini anlamaya yarar. Baki olan ahiret hayatına hazırlanmamızı sağlar.
 
 
Bir mezarlıkta binlerce insan yatıyor. Yaşlı ile genç, âlim ile cahil, mazlum ile zalim mezarlıkta yan yana yatıyorlar. Amma hepsinin kabri dünyadaki yaşayışına göre değişiyor. Kabristan der ki, ey insan, senin en son halin budur. Mademki sonun budur, neyin mücadelesini veriyorsun? Düşün ki, ömür kısadır, yapılacak işler çoktur. Öyleyse bu işlerin bazıları mutlaka yarım kalacaktır.
 
 
Mezarlıktan çıkan insan hırsını toprağa gömmüş, geride bırakmış olmalı. Mezarlığı ziyaret edip de etkilenmeyecek insan olmaz. Varsa, o gaflet içinde demektir. Toprak altında yatan yakınlarımızdan ibret alıp hayatımızı bu düşünceyle düzenlemeliyiz. Ölüm düşüncesiyle hayatımızın muhasebesini yapmalıyız. Hayatımız böylece düzenlenir. Ölümü sık sık hatırlayın. Belki kabirde zindana girmekten kurtulup bahçeye çıkarsınız.
 
 

25 Ekim 2013 Cuma

Mutluluk için bu iki kelimeyi hayatınızdan silin!

Mutluluk için bu iki kelimeyi hayatınızdan silin!

mutluluk


Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü de olan Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, gündelik hayatta sık kullanılan “keşke” ile “acaba” gibi kelimelerin yanı sıra, “Ben mükemmel olmalıyım” şeklindeki düşüncenin, ruh sağlığını olumsuz etkileyen kavramlar olduğunu bildirdi.


Tarhan, bazı kavramların farkına varmadan kişinin ruh sağlığını olumsuz etkilediğini belirterek, bu kelimelerin kişinin motivasyonunu kırdığını, hayatla ilgili özgüvenini zedelediğini, kaygılarını arttırdığını, saygısını da azalttığını bildirdi.


“Bunlardan biri de gündelik hayatta en çok kullanılan ‘keşke’ kelimesidir” diyen Tarhan, şöyle devam etti:


“Kişi, geçmişte yaşadıklarıyla ilgili değiştiremeyeceği veya kontrol edemeyeceği konularda ‘keşke’ şeklinde düşünürse bugünkü psikolojik enerjisi tükenebilir. Entelektüel enerjisi azalır. Bugünkü olaylara ve durumlara karşı dayanma gücü olumsuz etkilenir. Aynı şekilde gelecekle ilgili gücünün yetmediği ve kontrol edemediği meselelerde ‘acaba böyle mi olsa, acaba şunu mu yapsam?’ şekilinde aşırı kemirgen ve takıntılı düşünceler, kişinin entelektüel enerjisini zayıflatır.


Bir bakıma arabanın aküsündeki enerjiyi boşaltmış olur. Bunun üzerine o günkü isteksiz, durgunsuzluk, kararsızlık, neşesizlik ve karamsarlık gibi durumlar ortaya çıkar. O yüzden terapilerimizde insanın zihnindeki bu düşünceleri, zihinsel enerjileri ve kapasitelerini, bunu derinlikli kullanıp kullanamadığını araştırırız.”



“Ben Mükemmel Olmalıyım” Hedefi


Modern dünyanın getirdiği zorluklarla ortaya çıkan “Ben mükemmel olmalıyım” yönündeki düşünce tarzının da zararlı olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Tarhan, “Bu düşünce de aynı şekilde kişinin kendine güvenini zayıflatıyor. Yaptığı her işte sıfır hatalı olmayı istemek gibi bir psikolojiye bireyi yönlendiriyor. Bunların sebepleri de bazı psikolojik testlerle araştırılıyor. Testlerin sonuçlarına göre kişinin olumsuz düşüncelerini atmasına çalışılıyor” değerlendirmesinde bulundu.


Prof. Dr. Nevzat Tarhan
       Prof. Dr. Nevzat Tarhan



“Keşke” ve “Acabaları” Çok Kullananlar Bilgisayar Ekranına “Bugün” Yazsın


Tarhan, eski çağlarda yaşayan bazı filozofların mermer levhaların üzerine “bugün” kelimesini yazdıklarını ifade ederek, şöyle devam etti:


“Çünkü o filozoflar, ‘acaba ve keşke’ kelimeleri akıllarına geldiği zaman mermerin üstüne o kelimeyi yazarak, onu her gördüğünde hemen bugüne dönüyor. Örneğin ‘keşke’ ve ‘acabaları’ çok kullanan bir kişi, hayatında bazı takıntıları varsa bilgisayarının ekranına bugün şeklinde notlar yazsın. Böylece şimdiki zamana dönebilir. Kişi bugüne dönerek, zaman yönetiminde yapılabileceklerine önem verirse zaten psikolojisini düzeltmiş olur. Yani geçmişi unutamazsa bile ‘geçmişi bugüne taşımamış’ olur.


Onun için bugün odaklı düşünmek önemlidir. Bunu yaparken bireylerin gelecekle ilgili planlarının olması başka bir şeydir. Bu ‘acaba’ ile ‘keşke’ demekle aynı şey değildir. Gelecekle ilgili planınız olsun ama bugün öncelikli yaşarsanız daha mutlu olabilirsiniz”


Prof. Dr. Tarhan, bir insanın gelecekle ilgili hayal kurma sürecinin bir saati geçmemesi gerektiğini kaydederek, “Bir kişi geçmiş ve gelecekle ilgili bir saatten fazla hayal kurarsa kendine zarar veriyor demektir” dedi.


HÜRRİYET



 

Cennete giriş kâğıdı


  • NİHAT HATİPOĞLU
  • Cennete giriş kâğıdı
  •  

    NİHAT HATİPOĞLU
    Cennete giriş kâğıdı
     
     
    Mahşer günü hakkında bazı hadislerde iç rahatlatan ayrıntılar vardır. Buna ihtiyacımız var.
     
    Çünkü her birimiz ahirete tek tek varacağız. Hakkımızda nasıl bir kararın verileceğini bilmiyoruz.
     
    Belki cennet ve belki de cehennem. Kim bilir ki...
     
    Bir kısmımızın namazı, orucu, zekâtı, umresi, haccı, Kuran hatmi, güzel duaları vardır.
     
    Ama kalp kırmışızdır, beddua almışızdır, hak yemişiz, yüz kızartmışız, dedikodu etmiş suizanda bulunmuşuzdur. Bir tarafımız cennetse diğer tarafımız ateş gibidir.
     
    Mahşerde her birimiz Yüce Rabbin huzurunda olacağız.
     
    Hesaba çekileceğiz. Hesap vereceğiz. Hayali bile hem heyecan verici ve hem de ürkütücüdür.
     
    Rabbe muhatap olmak elbette heyecan vericidir ama hatalarımızı düşündüğümüzde ürkütücüdür. Korkutucudur.
     
    İşte Allah'ın Peygamberi (s.a.v.) bu manzaralardan birini şöyle anlatıyor: "Yüce Allah ümmetimden bir adamı kıyamet günü insanların huzuruna alacak. O kişinin dünyadaki bütün amellerinin yazılı olduğu tam 99 (doksan dokuz) büyük defter önüne konacak. Her bir defterin büyüklüğü ve uzunluğu gözün alabileceği en uzak mesafe kadar olacaktır. Defterde her şey yazılı olacaktır.
     
    Yüce Allah kula soracak.
     
    Sen bu yazılanlardan herhangi bir şeyi inkâr ediyor musun?
     
    Meleklerin senin yapmadıklarını buraya yazarak sana zulmettiler mi?
     
    Kul diyecek ki. Hayır Allah'ım. Bana bir zulüm yapılmadı.
     
    Yüce Allah soracak: Senin bu kadar günahı işlerken bir mazeretin var mı?
     
    Kul diyecek ki: Hayır ey Allah'ım. Herhangi bir mazeretim yok.
     
    Allah şöyle buyuracak:
     
    Senin zannettiğin gibi değil.
     
    Senin bizim yanımızda önemli olan bir iyiliğin var. Bizim yanımızda hiç kimseye zulüm edilmez.
     
    Bugün sana da zulüm edilmeyecek.
     
    Bu kişi için bir kâğıt parçası -bir belge- çıkartılacak. O kâğıt parçasının üzerinde ise "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu": Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur.
     
    Ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah'ın kulu ve elçisidir" yazılıdır.
     
    Allah kula buyuracak.
     
    Teraziye çık. Teraziye yanaş.
     
    Kul diyecek ki: Allah'ım şu 99 büyük defterin karşısında bu küçük kâğıdın ağırlığı ne olacak ki.
     
    Yüce Rabbimiz buyuracak:
     
    Bugün sana zulmedilmeyecek.
     
    Olayı anlatan Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle devam ediyor: "99 (doksan dokuz) defter terazinin bir kefesine, kâğıt diğer kefesine konacak.
     
    Defterlerin konduğu kefe hafif gelecek Kelime-i Şehadet'in yazılı olduğu terazi kefesi ise ağır olacak. Çünkü Yüce Allah'ın isminin karşısında hiçbir şey ağır olamaz." (Tirmizi, 2127; İbn Mace, 3488)
    Hadis,
     
    "Kaf suresinin"
    21 ve 22. ayetlerinin tefsirinde geçer. Ayet herkesin bir şahit ve sevk ediciyle mahşere geleceğini anlatıyor. Enbiya suresinin 47. ayeti de bu manzarayı anlatır.
     
    Bu manzarayı yaşayacağız.
    O günün şahitleri, tanık ve sanıklarıyız. Hepimiz o gün 'sanık' sıfatıyla orada olacağız.
     
    Çaresi yok. Orada olacağız.
     
    Kaçamayacağız. Orada teraziye çıkacağız. Gelin o gün teraziyi lehimize çevirelim. Tam bir imanla.
     
    Bu hadisten şu anlam çıkmamalı.
     
    Ben her türlü günahı işleyeyim, nasılsa Allah beni affedecek.
     
     
    **
     
    Mahşerde Peygamberimizin şefaati nasıl olacak?

     
    O bir gün sahabeyle otururken şöyle buyurdu: "Ben kıyamet günü bütün peygamberlerin efendisiyim, bunun sebebini biliyor musunuz?
     
    Bu şöyle olur, Allah Teala kıyamet günü gelmiş geçmiş bütün mahlukatı düz bir meydanda toplar. Çağrıcı (melekler) herkese seslerini duyuracak şekilde nida ederler ve bakan her göz onları görür.
     
    Güneş iyice yaklaştırılır.
     
    İnsanlar başlarına gelen şiddet ve musibetlerden ötürü, tahammül edemeyecekleri bir keder ve üzüntü içine düşerler.
     
    Sonra birbirlerine, 'Şuna halimizi görmez misin?
     
    Rabbimizden bizim için şefaatçi olacak birini arayalım' derler. Ardından yine birbirlerine, 'Adem'e (a.s.) gidelim' derler ve Adem'in (a.s.) yanına varırlar. Ona 'Ey beşeriyetin babası Adem (a.s.)!
     
    Allah (c.c.) seni kudret eliyle yarattı, rahmetinden sana ruh üfledi ve meleklere sana secde etmelerini emretti.
     
    Rabbinin karında bizler için şefaatte bulun! Şu halimizi ve çektiklerimizi görmez misin?
     
    Diye ricada bulunurlar.
     
    Adem (a.s.), 'Rabbim bugün öyle kızgındır ki, bugüne kadar ne böyle kızdı ve ne de bundan sonra böyle kızacak. Rabbim beni o yasak ağaçtaki meyveden yememem hususunda uyarmış ve bana yasaklamıştı, ancak ben bu emri dinlemedim ve ondan yedim. Şimdi ben sadece kendimi düşünüyorum.
     
    Bir başka peygambere, Nuh'a gidin der.
     
    Herkes Nuh'un (a.s.) yanına varır. Ona, 'Ey Nuh (a.s.)! sen yeryüzünde, topluluk halindeki insanlara gönderilen elçilerin ilkisin. Sen Allah'ın şükreden kul olarak vasıflandırdığı birisin, Rabbinin katında bizler için şefaatçi ol, şu halimize baksana' derler.
     
    Nuh (a.s.) 'Rabbim bugüne kadar gazaplanmadığı ve bundan sonra da hiç böyle gazaplanmayacağı bir şekilde öfkelidir. Benim rabbim katında reddedilmeyecek bir duam vardı, onu da kavmim için kullandım.
     
    Şu anda kendi nefsimle meşgulüm. Bir başkasına, İbrahim Halifullah'a gidin' der. Herkes Hz. İbrahim'in yanına gider. O'na, 'Sen, Allah'ın elçisi, O'nun yeryüzündeki dostusun (Halilisin).
     
    Rabbinden bizler için şefaat dileğinde bulun. Yoksa şu halimizi görmüyor musun, derler.
     
    İbrahim (a.s.) 'Rabbim bugüne kadar gazaplanmadığı ve bundan sonra da hiç böyle gazaplanmayacağı şekilde öfkelidir. Ben üç yerde (bazı nedenlerle) yalan konuştum. (o sebeple sizlere şefaatçi olamam) der.
     
    Ardından onları anlatır ve 'Bir başkasına Musa'ya (a.s.) gidin, o size yardımcı olsun' der.
     
    Bunun üzerine herkes Musa'nın (a.s.) yanına varır.
     
    Ona, 'Ey Musa! Sen Allah'ın peygamberisin, O seni kendine elçi yaparak ve seninle konuşarak insanlara üstün kıldı. Rabbinin katında bizim için şefaatçi ol. Şu halimizi görmez misin? Derler. Musa (a.s.), 'Rabbim bugüne kadar gazaplanmadığı bundan sonra da hiç böyle gazaplanmayacağı şekilde öfkelidir. Ben Rabbimden emir almadığım halde birinin ölümüne sebep olmuştum. Bugün kendimden başkasını düşünemem.
     
    Bir başkasına, İsa'ya gidin' der.
     
    Onlar da İsa'ya (a.s.) giderler ve 'Ey İsa, sen Allah'ın peygamberi, Meryem'in rahmine attığı, rahmetinden ve kudretinden sana ruh bahşettiği birisin.
     
    Sen daha beşikteyken insanlara konuştun. Rabbinden bizim için şefaat dile yoksa şu halimizi görmez misin, derler. İsa (a.s.) 'Rabbim bugüne kadar gazaplanmadığı ve bundan sonra da hiç böyle gazaplanmayacağı şekilde öfkelidir. Ben sadece kendimle meşgul olabilirim siz Muhammed'e gidin' der.
     
    İsa (a.s.) şefaat edememesini herhangi bir hataya bağlamadı.
     
    Bu sefer herkes benim yanıma gelir ve 'Ey Muhammed!
     
    Sen Allah'ın peygamberi ve peygamberlerin en sonuncususun.
     
    Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışladı. Bizim için Rabbinden şefaat dileğinde bulun! Yoksa şu halimizi görmez misin, derler.
     
    Ben hemen arşın altına varır ve Rabbime secdeye kapanırım.
     
    Allah (c.c.) bana, daha önce hiç kimseye göstermediği ve hiçbir kimseye açmadığı övgü ve hamd kapılarını açar, ben de Rabbimi en güzel sıfatlarıyla zikrederim, överim. Sonra bana, 'Ey Muhammed! Başını kaldır, ne istersen sana verilecek şefaat etin kabul edilecek' denir. Ben de, 'Yarabbi ümmetim, ya rabbi ümmetim!' derim. Sonra bana, 'Ey Muhammed! Kendisine sorgu sual olmayanları cennetin sağ kapılarından sok; bunların diğerleri gibi başka kapılardan girme hakları da vardır' denilir.