30 Mayıs 2013 Perşembe

İçki kötülüklerin anasıdır

Çağdaşlık ve Medeniyet: İÇKİ ŞİŞELERİNDE, Uyuşturucuda, Kılık kıyafetle olmaz...
 
Bilimde, Teknolojide, Kültürde, Eğitimde olur...
 
Alkol özgürlük çağdaşlıksa, en gerici ülkeleri açıklıyoruz!
 
NOT: ALKOL YASAĞI OLAN ÜLKELER BUNLARLA SINIRLI DEĞİL !
 
Tabiki HERKES YAŞAM TAZRINDA ÖZGÜRDÜR...
 
Ama içki yüzünden yıkılan yuvaları,Şiddet gören çocukları,Trafik kazalarını,Mahvolan hayatları unutmayalım...
 
 
NOT: TÜRKİYE'DE İÇKİ YASAKLANMIYOR AVRUPA ÜLKELERİ GİBİ, SADECE BAZI SINIRLAMALAR GETİRİLİYOR...

 

 
 
 

 


Allah’a Şükret!

Allah’a Şükret!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Andolsun biz Lokman’a: “Allah’a şükret!” diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye lâyıktır.” (Lokman, 12)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Hamd, şükrün başıdır. Allâh’a şükretmeyen kul, O’na hamd etmiş sayılmaz.” (Münâvî, III, 418.)

Hz. Âişe vâlidemizden rivâyet edildiğine göre Nebiyyullah (sav), geceleri ayakları şişip çatlayıncaya kadar namaz kılardı.
Âişe (ra):

“–Niçin böyle yapıyorsunuz (neden bu kadar meşakkate katlanıyorsunuz) ey Allah’ın Rasûlü? Oysa Allah sizin geçmiş ve gelecek hatalarınızı bağışlamıştır” dedi.

Rasûlullah (sav):

“–Çok şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi?” buyurdu. (Buhârî, Tefsîr, 48/2; Müslim, Münâfikîn, 81.)
 

--


29 Mayıs 2013 Çarşamba

Fetihlerin Anahtarı: Hudeybiye

Fetihlerin Anahtarı: Hudeybiye

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” (Fetih, 18)

Rasûlullah (sav) buyuruyor:
"Cihad amellerin zirvesidir; kubbesidir" (Tirmizî, Fezâilu'l-cihâd 22)

Hz. Câbir (ra) anlatıyor:
“Hudeybiye günü insanlar susadı ve Efendimiz’e geldiler. Rasûlullâh (sav)’in önünde deriden îmâl edilmiş bir su kabı vardı. Efendimiz abdest aldı. Halk ona doğru sokuldu. Bunun üzerine:

“-Neyiniz var?” diye sordu.

“-Abdest almak ve içmek için önünüzdekinden başka suyumuz kalmadı.” dediler.
Allâh Rasûlü derhâl ellerini kaba koydu. Derken parmaklarının arasından su kaynamaya başladı, tıpkı pınarların kaynaması gibiydi. Hepimiz ondan içtik ve abdest aldık.”

Hz. Câbir’e:
“-O gün kaç kişiydiniz?” diye soruldu:

“-Eğer yüz bin kişi de olsak su yetecekti, fakat biz, bin beş yüz kişi idik!” cevâbını verdi. (Buhârî, Menâkıb, 25)

 

Onu Fetheden Kumandan ve Askerleri

 
 
Onu Fetheden Kumandan ve Askerleri

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Allah'ın yardımı ve zaferi geldiği, ve insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit. Rabbine hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr, 1,2,3)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!” (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300)

Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs 1453 sabahı karadan ve denizden görülmemiş bir azimle büyük bir hücûm başlattı. Top gürültüleri arasında göklere yükselen kös, davul ve mehterin kudretli sesleri, tekbîr sadâlarıyla birleşerek Fâtih ve askerlerini Peygamber müjdesi rehberliğinde İstanbul’a bir sel gibi akıtıyordu.

Sultan Fâtih Hazretleri’nin ve ordusunun bu hücûm heyecanını Yahyâ Kemâl ne güzel ifâdelendirir:
Vur pençe-î Alî’deki şemşîr aşkına
Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına

“(Ey yiğit! Allâh’ın arslanı olan) Hazret-i Alî’nin pençesindeki (zülfikâr isimli) kılıç aşkına; gülbangi, (Allâh Allâh sesleri tâ) semâyı kaplayan pîr aşkına vur!..”

Ey leşker-î müfettihu’l-ebvâb vur bugün
Feth-î mübîni zâmin o tebşîr aşkına

“Ey kapılar açan kahraman asker! Bugün, (içinde) feth-i mübîni gizleyen o (ulvî ve şerefli) müjde (ye nâil olmak) aşkına vur!..”

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihângîr aşkına

“Küfrün kilisesinin (husûsiyle Ayasofya’nın) üstüne (İslâm’ın) hilâli (ni) dikmek için gelmiş bu at üstündeki cihangir (Fâtih Sultan Mehmed Han) aşkına vur!..”

Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün ser-î Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına

“Türk’ü gönderen (yüce) takdîrin kudreti aşkına (öyle) vur (ki), (hem) Rum’un taktığı sorguç (kafasıyla birlikte yere) düşsün; (hem de) Firenk’in (yâni kâfir Avrupalı’nın da) başı eğilsin!..”

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına

“(Haydi, ey yiğit!) Hücûm sabahının içindeki (yeri göğü kaplayan) Tekbîr aşkına, bütün gücünle ve son şiddetli hücûm olacak (zaferi müyesser kılacak) şekilde vur ki, (yıllardır fethedilememiş olan ve Peygamber müjdesine nâiliyyeti engelleyen) şu (zâlim) surlar, (nihâyet sana mukâvemet edemeyip, artık) açılsın (ve aşılsın! Böylece feth-i mübîn nasîb olsun! Böylece sen de Hazret-i Peygamber’in methettiği asker ol; kumandanın da O’nun methettiği kumandan olsun; haydi vur bugün!..)”

Böyle bir heyecan ve şevkle yapılan hücûmla, nihayet surların üzerinde Ulubatlı Hasan’ın diktiği bayrak, dört bir yana dalgalanmaya başladı. Artık Kostantiniyye fethedilmişti. Defalarca kuşatılan bu şehrin fethi genç hükümdar Gâzî Sultan Mehmed Han’a nasîb olmuştu. (Osman Nûri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yay.)



--

--
 

28 Mayıs 2013 Salı

Hoştur Bana Sen’den Gelen

Hoştur Bana Sen’den Gelen
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön.(Sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (Fecr, 27-30)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir. Allâh, sevdiği topluluğu belâya uğratır. Kim başına gelene rızâ gösterirse, Allâh ondan hoşnud olur. Kim de rızâ göstermezse, Allâh’ın gazabına uğrar.” (Tirmizî, Zühd, 57/2396; İbn-i Mâce, Fiten, 23)
Ömer b. Hattâb (ra) şöyle derdi:
“Ben sabahleyin kalktığımda, ne halde olursa olsun başıma gelen hayır ya da şer dolayısıyla endişe duymam. Çünkü benim için hangisinde hayır olduğunu bilmem.”
Mûsâ (as): “Ey Rabbim, kulların arasında en büyük günahı işleyen kimdir?” diye münâcâtta bulundu. Hak Teâlâ’dan şu hitap geldi: “Beni töhmet altında bırakandır.”
Mûsâ (as): “Ey Rabbim, seni itham eden kimdir?” diye sordu.
Hak Teâlâ şöyle buyurdu: “İyilik talep edip benden kendisi için en iyisini isteyip de hükmüme râzı olmayan kimse.”
 

26 Mayıs 2013 Pazar

Kader ve Esrârı

Kader ve Esrârı

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, o bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.”(Hadîd, 22)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı, annesinin karnında kırk günde derlenir toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde pıhtı hâline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek, ona ruh üfler. Bu melek dört şeyle; anne rahmindeki canlının rızkını, ecelini, amelini, iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacağını yazmakla emrolunur.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader 1.)

Necip Fâzıl’ın bir piyesinden alınmış olan şu cümleler, meçhûl kader gerçeğinin, tefekkür eden bir insana kendisini nasıl tasdik ettirdiğini ne güzel ifâde etmektedir:

“…Meselâ bir gün Eminönü meydanında bir otomobil, bir adamı çiğner. Hâdiseden on dakika evveline gidelim. Adam, meselâ Gülhâne Parkı’nın önündedir. Otomobil de faraza Taksim’den geliyor. Manzarayı görüyor musunuz? Geliyor! Bin otomobil içinde bir otomobil ve yüz bin adam içinde bir adam. Ne adam çiğneneceğini bilir; ne de otomobil çiğneyeceğini… İkisi de bir sürü tesâdüflerle(!) bilmeden birbirine doğru yaklaşırlar. Meselâ, adam bir dükkânın önünde durur. Bir kutu kibrit alır. Bir-iki adım atar. Bir arkadaşıyla konuşur. Bir vitrini seyreder. Bu mâsum hareketlerin bile birkaç dakika sonra kopacak fâciada hisseleri vardır. Bütün bu hâdiseler, birbirine esrarlı bir şekilde geçe geçe nihâyet o fâcia ânını doğururlar. O an, gâyet basit bir son sebebe dayanır. Bir dalgınlık, bir bilgisizlik, şu, bu… Tesâdüflerin(!) kimbilir nasıl ve nereden idâre edilen son derece girift ve içinden çıkılmaz bir riyâziyesi (hesâbı) vardır.” (Bir Adam Yaratmak, s. 43)


İşte bunun gibi hayattaki hâdiseleri lâyıkıyla tefekkür edebilen bir insan, kâinât sahnesinde sergilenen sonsuz sayıdaki senaryoların, ilâhî bir kalemin çizgileri istikâmetinde zuhûra geldiğine inanmaktan kendini alamaz. (Osman Nûri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yay.)

--

 
 
 

23 Mayıs 2013 Perşembe

Toprak Gibi Mütevâzî Ol!

Toprak Gibi Mütevâzî Ol!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Kibirlenip de insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 18)
 

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez” (Müslim, Îmân, 147-149; Tirmizî, Birr, 61/1998)
 

Ebû Zer (ra)’den rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (sav) şöyle buyurdu:

“Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için elîm (can yakıcı) bir azap vardır.”

Râvî dedi ki:
Rasûlullah (sav) bu cümleyi üç kere tekrarladı. Sonra Ebû Zer (ra):

“–O hâlde bu kimseler tam bir mahrumiyete ve hüsrana uğramışlardır. Onlar kimlerdir, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu.
Rasûl-i Ekrem (sav) de:

“–Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını iyi bir fiyata satmaya çalışandır” cevabını verdi. (Müslim, Îmân, 171. Ebû Dâvûd, Libâs, 25/4087; Tirmizî, Büyû’, 5/1211; Nesâî, Zekât, 69; Büyû’, 5; Zînet, 103; İbn-i Mâce, Ticârât, 30)
 

--

Gençliğimizi nerede tüketiyoruz?







Gençliğimizi nerede tüketiyoruz?

HARUN İLHAN
Sayı: 111 | 16 Mayıs 2013

Bağımsızlık ve topluma karışma çağı olarak adlandırılır gençlik. Nefsanî istekler doğrultusunda yaşanma isteğinin had safhada olduğu bu dönemin nerelerde tüketildiği büyük önem kazanıyor.

Bir gün Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Eyyüb el-Ensarî’nin evinde ashabı ile sohbet ederlerken dışarıdan, “Ya Resûlullah! Görülecek, halledilecek bir işim var. Halli için içeriye girmeme müsaade buyurur musunuz?” diye bir ses geldi. Bunu işiten Efendimiz ashabına dönerek, “Bu sesin sahibinin kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab-ı Kiram ise, “Allah ve Resûlü en iyi bilendir.” dediler. Resûl-i Ekrem de, “O, melûn İblîs’tir. Allah’ın laneti onun üzerine olsun.” buyurdu.

Ardından İki Cihan Serveri, “Ya mel’un! Söyle bakalım. İnsanlar arasında en çok sevmediğin kimdir?” diye sordu. İblîs, “Sensin ya Muhammed.” diye cevap verdi. Resûlullah hemen sonra, “Benden sonra en çok kimleri sevmezsin?” diye sorunca bu sefer İblîs, “Adil devlet reislerini, ilmiyle amel eden âlimi, varlığını Allah yoluna adayan müttakî genci.” diye cevap verdi.

İblîs’in sevmedikleri arasında, Resûl-i Zişan Efendimiz’den sonra müttakî bir gencin gelmesi, hepimize bir şeyler işaret ediyor aslında.

Bağımsızlık ve topluma karışma çağı olarak adlandırılır çoğu zaman gençlik. Birey bu dönemde, çocukluk zamanlarına kıyasla evden kopar ve yaşıtlarıyla kaynaşma imkânı bulacağı faaliyetlere yönelir. Fakat dışarıda onu bekleyen uyuşturucu, alkol ve kumar gibi onlarca tehlike söz konusu. Ebeveynlerin esas sıkıntısı da işte burada başlıyor. “Acaba çocuğum doğru kişilerle arkadaşlık kuruyor mu?” sorusu akıllarda yankılanıyor. Bu tedirginlik hali, çoğu zaman anne-babayı ve genci karşı karşıya getiriyor.

Yaşadığı evre itibarıyla gençler, günaha daha müsait bir yapıda bulunuyor. İblîs’in Peygamber Efendimiz’le konuşurken söylemiş olduğu şu sözler, bunu gözler önüne seriyor: “Benim yetmiş bin tane çocuğum vardır. Onların her birini bir yere tayin etmişimdir. Her çocuğumun da yetmiş bin tane şeytanı vardır. Onların bir kısmını ulemaya, bir kısmını meşayiha, bir kısmını ihtiyar kadınlara musallat ettim. Bir kısmını da gençlere ve çocuklara gönderdim. Gençlerle aramız gayet iyidir.”


İslâm fıkhının maksatlarından biri de nesli korumak ve sağlıklı bir toplum yapısı oluşturmak. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir taraftan güzel ahlâkı ile insanlara örnek olurken, diğer taraftan ortaya çıkan ve çıkabilecek problemleri önlemek için büyük gayret sarf etmiş. Bunun için gençlere sahip çıkmış, onlara nefislerini korumak için ya evlenmelerini yahut oruç tutmalarını tavsiye etmiş. Nebi bir hadislerinde şöyle buyuruyor: “Ölümden önce hayatın, yaşlılıktan önce gençliğin, çok işten önce boş zamanın değerini biliniz.” (Fethulbarî, 14/9)

Gençliğin en temel problemi: Ahlâkî erozyon

Günümüzde genç olmak oldukça zor. Kapıdan dışarı adımınızı attığınız andan itibaren zihinleri ele geçirmek için çabalayan o kadar fazla etken var ki. “Genciz, asiyiz, dik başlıyız, delikanlıyız, kanımız hızlı akıyor...” nevinden bahaneler de mevcut. Çevre ve fiziksel faktörler bir araya geldiğinde, bugünün gençliğinin en büyük problemi çıkıyor ortaya: Ahlâkî erozyon.


Her ne kadar gençlerin buna maruz kalmamaları için ebeveynlere büyük bir iş düşse de, günümüzde teknolojinin gelişmesi ve hayatın her alanına nüfuz etmesi nedeniyle aileler çoğu zaman çaresiz kalabiliyor. Durum böyle diye gençler, başıboş ve serbest bir şekilde mi yetiştirilmeli? Sorumuzu yönelttiğimiz pedagog Adem Güneş, bugün gençlerin en büyük sorunlarından birinin ‘aidiyet yoksunluğu’ olduğunu düşünüyor.

Güneş, gençlerin kendilerini ebeveynleri ile bir bütün halinde hissetmekte zorluk çektikleri için, kendilerine yeni ilgi alanları oluşturduğunu söylüyor: “Oluşan her yeni ilgi alanı aileden farklı değerleri yaşatır gence. Birçok anne-baba, ‘Oğlum durduk yere kulağına küpe takmak istiyor.’ diye sık sık kapımızı çalıyor. Aslında burada ailesi ile bağ oluşturamamış bir çocuğun dışarıda bağlandığı arkadaşlarının bir özelliğini kendisi de taşımak istediğinin haberini veriyor. Zira kim kendini nereye ait hissederse, kendisini ait hissettiği yerin tavır ve davranışlarını, ahlâkî değerlerini de benimser.”


Ailelerin gençlere karşı takındıkları tavır da burada çok önemli. Uzmanlara göre ne baskı ne başıboş bırakma ne sürekli eleştirme ne de sürekli övme olmalı. Aileden beklenen, daima dengeyi gözeten bir yaklaşım.
Yapılan araştırmalar, ferdin ahlâkî, sevgi, şefkat gibi değerlerle mutlu ve başkaları ile ilişki kurabilme kabiliyetine sahip bir benlik inşa etmesinin, öncelikle din ve dinî değerlerle mümkün olabildiğini gösteriyor. Araştırmalarda her türlü dinî ibadet ve yaşantının, insanın ferdî ve içtimaî hayatı üzerinde anlamlı etkisinin olduğu görülüyor.

Adem Güneş de “İman, insanı insan eder. Sağlam bir iman, kuvvetli bir inanç ve ihlaslı ibadetlerle kişinin kendisini iyi, stresten uzak ve sağlıklı hissetmesi arasında pozitif ilişkiler tespit edilmiştir.” vurgusunda bulunuyor.
Gençlik damarı, akıldan çok hisleri dinler. His ve istekler ise kördür; geleceği görmez. Hazır birazcık lezzeti, ilerideki birçok lezzete tercih ederler. Gençliğin büyük bir kısmının bugün belli ölçülerde bir kimlik bunalımı yaşadığı aşikâr.

Günümüz dünyası da, gençliği nefsanî istekler doğrultusunda yaşayan bir kitle olarak görüp gösterme gayretinde. Nitekim bu istekleri her ne şekilde olursa olsun tatmin etmek ise özgürlük olarak takdim ediliyor. Hal böyle olunca yeni nesil, yüksek ideallerden uzaklaştırılırken, hayatını anlamlandıracak bir şey bulamıyor. Bu idealleri gençlere çocukluk çağından itibaren nakış nakış işleyecek olan ise hiç kuşkusuz aile.
 
Hz. İbrahim’in (as) yapmış olduğu şu dua, aslında her ebeveyne örnek olacak cinsten: “Ey Rabb’imiz! Bizi Sana ibadet edenlerden kıl! Çocuklarımızdan Sana itaat eden bir ümmet çıkar.” (Bakara, 128)
 
 

Aile içi iletişim, kişilik için önemli

Anne-babanın çocuklarıyla kurmuş olduğu iletişim, onların geleceğini inşa ediyor bir bakıma. Çocukların sokağa meyletmesi, çoğu zaman aile içi iletişimsizlikten ve ebeveynlerin ilgisizliğinden kaynaklanıyor.

21 yaşındaki K.Ö.’nün yaşadıkları da aslında sokakta onun gibi yüzlerce çocuk/gencin durumuyla aynı. K.Ö.’nün yaşadıklarını kendi ağzından okuyalım:


“Annem-babam birbirleriyle doğru dürüst konuşmaz. Babam içki içer, annem bir yerde kardeşlerim başka yerde. Birbirimizle konuşmayız bile. İletişim yok aramızda. Lise 1’de okulu bıraktım. Aileden bir tepki de görmedim hani. Dedim ya, iletişim yok! Böyle olunca da insan kendini bir yere bağlı hissedemiyor. En yakınlarından göremediği ilgiyi başka yerlerde aramaya başlıyor. Şahsen benim hikâyem de böyle böyle sokaklara doğru kaydı. Uyuşturucusundan tut alkolüne kadar her şeye ulaşma imkânı var. Eee daha ne beklersiniz ki bu saatten sonra bizim gibi insanlardan!”

 

22 Mayıs 2013 Çarşamba

İkramdan Kaçan Kadının Akibeti




 








İkramdan Kaçan Kadının Akibeti Dini Hikayeler
Mutlu bir aileydiler. Bey kendine göre bir çevre edinmiş, mazbut dostlarıyla sık sık görüşüyor, onları zaman zaman da evine davet edip İslâmî konularda seviyeli sohbetlerde bulunuyorlardı.

Ne var ki, hanım bu davetlerdeki hizmetinden memnun değildi. Nihayet bir gün son sözünü söylemekten çekinmedi:

– Artık ben misafir falan istemiyorum. Senin dostlarının çayını hazırlamaya da mecbur değilim!

Sakin ve edebli bey, her zamanki gibi sesini çıkarmadan düşünmeye başladı. Kendi kendine söyleniyordu:

– Benim dostlarım kahve dostu değil ki. Her biri İslâm’a hizmetten başka derdi, meselesi olmayan kültürlü insanlar. Bunlarla bir araya gelmek, şöyle bir çay sohbetinde meselelerimizi konuşmak bir eğlence değil, bir hizmettir. Ne var ki bu hanımın hizmetle, misafire ikramın sevabıyla hiç alâkası yoktur. Rabbim bana sabırlar ihsan eyle!..

Biricik kızı Mümine ise babasının hüznünü yüzünden okuyordu. Hemen atıldı:

– Babacığım, neden üzülüyorsun? Anneme bakma sen. Misafir ağabeyleri her zaman çağırabilirsin. Senin bütün hizmetlerini tek başına ben görebilirim. Çayını da, hattâ gerekirse sofranı da ben hazırlayabilirim!

Baba, çok etkilenmişti. Zaten çok sevdiği biricik kızını, daha da çok sevmeye başladı. Artık misâfirlerini rahatça davette bulunabiliyor, anneye rağmen küçük hanımın üzerine düşen hizmette hiç de kusur etmediği görülüyordu. Zamanında gelen berrak çaylarını yudumlarken de hizmetlerini konuşabiliyorlardı. Ne var ki Anne malum tutumunu yine devam ettiriyordu:

– Senin misafirlerinden de bıktım! Sana ne falan öğrencinin perişan oluşundan, filanların hizmete muhtaç halde bulunuşundan. Çivisi çıkmış dünyayı sen mi ıslah edeceksin? Sen kendine bak, kendi işinle, gücünle meşgul ol!

Hep sabır içinde şükreden bey, bir gün Eskişehir’den İstanbul’a gitmek zorunda kalmıştı. Arabasına hanımı ile kızı da bindiler. Yolda Cumayı münasip bir yerde edâ etmeyi düşünüyordu. Ne var ki, hanım yine itiraz etti:

– Cumayı yolda kılmaya mecbur değilsin. Hızlı git, İstanbul’da kıl!

Bu yüzden hızla yol alırken ansızın önlerine çıkan bir demir kasalı kamyonun altına girmezler mi! Tabii her şey bitmiş, her üçünün de hayatları sona ermişti. Haber duyulduğunda dostları koşuşmuş, ama ilahî takdiri kimse değiştirememişti.

Her üçünü de defnettikten sonra masum bir yakınları bunları rüyada gördü. Öyle bir rüya ki, tesirinden bir türlü kurtulamayıp bir maneviyat büyüğüne şöyle anlattı:

– Bey, hanımı ve kızı ile hacca gidiyorlardı. Sınır kapısına vardıklarında pasaport kontrolü başladı. Bey ile kızının bütün muameleleri gözden geçirildi. Eksik yoktu. Geçin, dediler. Hanımınkini kontrol ettiklerinde:

– Bu hanım bu pasaportla hacca gidemez! Geri çevirin! dediler. Hanım feryadı bastı:

– Ne münasebet! Biz bir aileyiz. Muâmelemiz aynı. İşte bu, beyim, bu da kızım. Bizi ayıramazsınız!

Cevap kesindi:

– Hayır! Senin muamelen onlarınkinden ayrı yapılmış. Sen giremezsin, çekil geriye bakayım.

– Bu rüyanın tevili ne ki? diye sorulduğunda maneviyat büyüğünün cevabı şundan ibaret oldu:

– Evladım, bunun tevile ihtiyacı yok ki, rüya açık!

O günden bu yana bu olay ürperti ile anlatılıyor, ibretle dinleniyor. Bilmem size de bir şey söylüyor mu?


Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları



--

Tesirli Bir Öğüt!

Tesirli Bir Öğüt!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da sakının.” (Haşr, 7)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Size iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece sapıklığa düşmezsiniz. Allah’ın Kitabı Kur’an ve Resûlü’nün sünneti.” (Muvatta’, Kader 3)

Ebû Necih İrbâz İbni Sâriye (ra) şöyle dedi:

“Rasûlullah (sav) bize çok tesirli bir öğüt verdi. Bu öğütten dolayı kalpler ürperdi, gözler yaşardı. Bizler:

“-Ey Allah’ın Rasûlü! Bu öğüt, sanki ayrılmak üzere olan birinin öğüdüne benziyor, bari bize bir tavsiyede bulun,” dedik. Bunun üzerine:

“-Size, Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile emir olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlardan şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizi, İlim 16. İbni Mâce, Mukaddime 6)
 

21 Mayıs 2013 Salı

Allah’ın İkramı ve Takdiri

Allah’ın İkramı ve Takdiri

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Buyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.” (Tâhâ, 46)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’dan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silip süpürsün. İnsanlarla güzel geçin!” (Tirmizî, Birr 55)

Rivâyete göre iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan bir genç vardı. Hârun Reşid onu hapse attırdı, helâk olması için de pencereleri ve delikleri kapattırdı.

Birkaç gün sonra genç bir bahçede gezinti yaparken görüldü. Reşid onu yanına getirtti ve: “Seni hapisten kim çıkardı?” diye sordu. Genç: “Beni bahçeye sokan.” diye cevap verdi. “Seni bahçeye kim soktu?” sorusuna da: “Hapisten çıkaran” cevabını verdi.

Hârun Reşid şaşakaldı ve ağladı. Gence iyilikte bulunulmasını ve onun bir ata bindirilerek önünde şöyle çağırılmasını emretti: “İşte bu adam Allah’ın aziz ve kıymetli kıldığı, ancak Hârun’un kötülük yapmak istediği kimsedir. Allah ise ancak ona ikramda bulunmayı ve onun saygı görmesini takdir etmiştir. (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 12.cilt, Erkam Yay.)
 

--
 

İslâm Fıtratı

İslâm Fıtratı

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allâh’ın yaratılışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 30)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Her doğan mutlaka İslam fıtratı üzere doğar. Sonra anne-babası onu yahûdi, hristiyan ve mecûsî yapar…” (Buhârî, Cenaiz 80, 93; Müslim, Kader, 22-25)

Rasûlullah (sav)’in izzet sâhibi Allah’tan naklettiği şu kudsî hadîs de şöyle ifâde etmektedir:

“Kullarımın hepsini hanifler olarak yarattım. Şeytanlar ise onları aldatıp dinlerinden uzaklaştırdı ve başkasını Bana ortak koşmalarını onlara emretti.” (Müslim, Cennet 63)

Her doğan yaratılışın başında ve cibilliyetin aslında selîm fıtrat ve dini kabule hazır bir tabiat üzere doğar. Eğer bu hal üzere bırakılacak olsa dîne sarılmaya devam eder ve ondan ayrılmaz. Çünkü bu dinin güzelliği nefislerde mevcuddur. Ondan ancak beşerî zâfiyetlerden biri ve taklid sebebiyle yüz çevrilir.
Lût’un eşi kötülerle düşüp kalktığı için,
Onun nübüvvet hânedanı kayboldu gitti.
Ashâb-ı kehf’in köpeği iyilerin peşinden gittiği için
Köpekliği terk edip sanki insan oldu.
(İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan, 15.Cilt, Erkam Yay.)
 

--
 

20 Mayıs 2013 Pazartesi

En Şerli Kazanç!

En Şerli Kazanç!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. Kâfirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının! Allah'a ve Resûl'üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.” (Âl-i İmrân, 130-132)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak! Kişi doğrudan yemese bile ona tozundan bulaşacak.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3331. Ayrıca bkz. Nesâî, Büyû’, 2/4452; İbn-i Mâce Ticârât, 58)

Peygamber Efendimiz’in faize yardımcı olan herkese lânet etmesi, İslâm toplumunda faizciliğe hiç yer olmadığını, kimsenin ona bulaşmaması gerektiğini en açık bir şekilde anlatmak ve bütün kötülük ve fesat kapılarını kapatmak içindir. Rasûlullah (sav) faiz konusunda o kadar titiz davranmıştır ki, en ufak bir boşluk bırakmamış ve bu konudaki ölçüleri son derece hassas bir şekilde ortaya koymuştur. Meselâ şu hadis-i şeriflere bakalım:

“Kim bir kimseye aracı olur, o da buna karşı bir hediye verirse, hediyeyi kabul ettiği taktirde, faiz kapılarından büyük bir kapıya girmiş olur (yaptığı hayrın ecrini zâyi eder).” (Ebû Dâvûd, Büyû’, 82/3541)

“Biriniz, kardeşine ödünç para verir de ödünç alan kimse, ona bir şey hediye ederse, kabûl etmesin veya bineğine bindirmek isterse ona binmesin. Ancak daha evvel aralarında hediyeleşmek ve yardımlaşmak cârî ise bu müstesna.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)

Demek ki faiz konusunda son derece hassas davranarak şüpheli şeylerden bile uzak durmak îcâb eder. Nitekim Hz. Ömer (ra) şöyle der:

“Kur’ân’dan en son nâzil olan (âyetlerden biri), ribâ/faiz hakkındaki âyettir. Binaenaleyh siz, faizi de faiz şüphesi olanı şeyi de (ribâyı da rîbeyi) terk ediniz.” (İbn-i Mâce, Ticârât, 58)
 

--
 

Küfürbazlık Bize Kimden Miras?



Küfürbazlık Bize Kimden Miras?


Zübeyde Şakar
Ey dilim!...
Sen benim hem servetimsin hem felaketim.Beni bahtiyar eden de sensin, berbat eden de!...
(Hz Mevlana)

Toplumumuzda ahlaki çöküntünün giderek derinleştiğinin farkında mısınız ? bu çöküntünün sebeblerini saymaya kalksak bitiremeyiz belki ama bir tanesi var ki görmezden gelemedik aldırışsızlık edemedik; bu ağızlara sakız olmuş, bir veba gibi virüs gibi yayılan küfürlü ve argo konuşmalar. Eğitim fakültesinde eğitim (!) gören gençlerin yanından geçerken duyduğum birkaç cümle kulağıma çarptı, kalbimi yaraladı. 

Duyduğum kelimeleri sarfeden bu ülkenin evlatlarını eğitip öğretmeye namzet geleceğin öğretmen adaylarıydı. Bu ülkenin öğretmeni nasıl ki öğrencisi nasıl olsun diye geçirmeden edemedim içimden. Bu cümeleri kuran ve ardından rahatlıkla gülen bu insanlar hiç de umud vaad etmiyordu maalesef.

İnsan dilinin altında gizlidir.” sözü ne kadar güzel bir Kelam-ı Kibardır. İnsan konuşunca nasıl biri olduğunu ele verir. Böylesi konuşmalara alışan ve nasıl çirkin bir şey söylediğinin farkında bile olmayan, ALLAH’ın zikri ile meşgul olması gereken diller ateş saçıyor, cehenneme yakıt olmak istercesine pervasızca laflar ediyor.

Ağızdan çıkan her bir sesi , kelimeyi kaydeden Kiramen Katibin de unutulmuş, her sözden hesaba çekilecek oluşumuz da. İnsanlar bütün hırsını ve hıncını iğrenç kelimeler söyleyerek çıkarıyor bir diğerinden. Ve maalesef toplumumuzda bunun belirli bir yaş sınırı da yok eğitim düzeyi de ; yaşlısı, genci, çocuğu; eğitimlisi eğitimsizi; şehirlisi, köylüsü; bekarı, evlisi ; erkeği ve kadınıyla insanlarımız -tabiri caizse- ağzının fermuarını yeterince çekemiyor.


Her fırsatta küfürler, hakaretler ederek hırstan yanan içine su serpen,şakasına dahi müstehcenliği bulaştıran, argo kelimelerle cümlelerini kirleten şahsiyetlerin maalesef beyni ile bel altı yer değiştirmiş , yapacağı tek şey kötü kelimeler sarfetmek ve bayağı bir seviyeye düşmek olmuştur. Ve maalesef ALLAH’ın nefretini kendine celbetmek bu yollarla oluyor.

Rasul-i Kibriya Efendimizin şu buyruğu bunun tescili; Çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyenden Allahü teala nefret eder.) [Tirmizi]


İzlediğimiz basit bir videonun veya sosyal paylaşım sitelerinde dahi en basit bir paylaşımın altında küfürler görmek, birbirini aşağılamak , birbirine hakaret etmek , hatta birbirini kafirlikle itham edecek kadar gözü dönmek çok olağan artık. Küfürlü konuşmayı kendini kanıtlama sayan sakat bir zihniyetin çocuklarıyız ne de olsa. Daha küçücük yaşlarda “ söv bakayım amcalara” deyip sonra da kahkahayla gülen koca koca adamların ahlaki gelişimini bir yana bırakırsak zihinsel gelişmişliğinden dahi şüphe etmemiz gerekmez mi?


Konuşmalarımızda ölçülü olmamız gerektiğini vurgulayan bir çok Ayet-i Kerime, Hadis ve Sahabe yaşayışından örnekler vardır. Nisa suresinin 148. Ayetinde “ALLAH kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez” buyurur.


Gene Tahrim suresinin 6. Ayetinde "Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah'ın emirlerine karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır."buyurur Rabbimiz.


Efendimiz’in (sav ) konuyla alakalı hadislerinden bazıları şöyledir ;

"Kim bana çene kemiklerinin arasındaki lisanını, bacaklarının arasındaki ırzını korumayı tekeffül (garanti) ederse, ben de onun için cenneti tekeffül ederim" (Buhari c. 7. s. 184).


"Müslüman o kimsedir ki,diğer müslümanlar onun dilinden ve elinden emin dir (selamettedir)"(Buhari,Müslim,Ebu davud,Tirmizi,Nesai)


“Birbiriyle sövüşen iki kimsenin söyledikleri şeylerin günahı, kendisine sövülen haddi aşmadığı sürece ilk sövmeye başlayan kimse üzerinedir.” (Müslim, Birr, 68)



“Müslümana sövmek fısktır. Onunla çarpışmak ise küfürdür.” (Müslim, 1/325)


“Bir kişinin Müslüman’ın şerefine dil uzatması büyük günahlardandır. Bir sövmeye iki sövme ile karşılık vermek büyük günahlardandır.” (Camiü’s-Sağir, 3/3491)


“Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme.” (Camiü’s-Sağir, 1/66)


“Allah’ın mü’min kulu kızdığında zulmetmez. Sevdiği kişi için günaha girmez. Kendisine emanet edilen şeyi zayi etmez. Haset etmez. Başkasının şerefini lekelemez. Etrafına sövüp saymaz. Şahidi bulunmasa da, üzerindeki hakkı itiraf eder. Başkasına kötü lakap takmaz.” (Camiü’s-Sağir, 2/1375)


Unutulmamalıdır ki her günahta küfre giden bir yol muhakkak vardır. Ve gene her günahta tevbeye giden yol da vardır. Seçim bize ait. Ağzımızdan çıkan her sözü bir kuyumcu hassasiyetiyle tartarak söylemeliyiz.

Arı gibi bal yapacağımıza yılan gibi zehir akıtmak neden? Müslüman müslümanın kardeşidir. Onun anne , bacısına küfretmesi sövüp sayması ne kadar iğrenç ve fuhşiyata kapı aralayan bir iştir. İslam edep , haya , ahlak dinidir.

Ben müslümanım diyen böyle olamaz!.…

Kaynak : Risale Ajans

Bütün Zamanlara Örnek Bir Genç

Bütün Zamanlara Örnek Bir Genç

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Andolsun ki, Rasûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzâb, 21)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allah çocukça (lâubâlî) davranışları olmayan, hayra yönelip hevâ ve hevesi terk eden vakar sahibi olgun genci sever.” (Ahmed, IV, 151)

Rasûlullah (sav) Efendimiz’e bir gün:
“-Yâ Rasûlâllah! Allah’tan başkasına hiç ibadet ettiniz mi?” diye soruldu.
“-Hayır!” cevabını verdi.
“-Hiç içki içtiniz mi?” diye soruldu.
“-Hayır! Ben Kitap ve îmânın ne olduğunu bilmezken bile, onların yaptıkları şeylerin küfür olduğunu bilirdim.” buyurdu. (Diyarbekrî, I, 254,255)

 

--


Demirdeki sır





Demirdeki sır
Demir, Kur’an’da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kur’an’ın “Hadid”, yani “Demir” adlı suresinde şöyle buyurulur:

“Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik“ (Hadid Suresi: 25)

Ayette, demir için kullanılan “enzelna” yani “indirme” kelimesi, mecazi olarak insanların hizmetine verilme anlamında düşünülebilir. Fakat kelimenin, yağmur ve güneş ışınları için kullanılan “gökten fiziksel olarak indirme” şeklindeki gerçek anlamı dikkate alındığında, ayetin çok önemli bir bilimsel mucize içerdiği görülmektedir. Çünkü modern astronomik bulgular, Dünya’daki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur.

Sadece Dünya’daki değil, tüm Güneş Sistemi’ndeki demir, dış uzaydan elde edilmiştir. Çünkü Güneş’in sıcaklığı demir elementinin meydana gelmesi için yeterli değildir.

Güneş’in 6000 santigratlık bir yüzey ısısı ve 20 milyon santigratlık bir çekirdek ısısı vardır. Demir ancak Güneş’ten çok daha büyük yıldızlarda, birkaç yüz milyon dereceye varan sıcaklıklarda oluşabilmektedir. Nova veya Süpernova olarak adlandırılan bu yıldızlardaki demir miktarı belli bir oranı geçince, artık yıldız bunu taşıyamaz ve patlar. Demirin uzaya dağılması işte bu patlamalar sonucunda mümkün olur.

Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi demir madeni dünyada oluşmamış, Süpernovalardan taşınarak, aynı ayette bildirildiği şekilde “indirilmiştir.” Bu bilginin Kur’an’ın indirilmiş olduğu 7. yüzyılda bilimsel olarak tespit edilemeyeceği ise açıktır.

Günümüz astronomi bilgileri bize diğer elementlerin de Dünyanın dışında oluştuğunu göstermektedir. Ayetteki “demiri de indirdik” ifadesinde geçen “de” vurgusu bu gerçeğe dikkat çekiyor olabilir.

Ayrıca ayette demirin insanlar için çok yararlı olduğundan bahsedilmektedir. Halbuki bu ayet indiğinde insanlar demirden ancak kılıç yapıyorlardı. Ama bakın demir ile ilgili son bilimsel verilere:

Demir atomu olmaksızın evrende karbona bağlı yaşam olması mümkün olmazdı; süpernovalar olmaz, Dünyanın ilk dönemlerinde ısınması gerçekleşmez, atmosfer ya da hidrosfer olmazdı. Koruyucu manyetik alan olmaz, Van Allen radyasyon kuşakları oluşmaz, ozon tabakası olmaz, (insan kanında) hemoglobini meydana getirecek hiçbir metal bulunmaz, oksijenin reaktifliğini yatıştıracak metal oluşmaz ve oksidasyona dayanan bir metabolizma meydana gelmezdi.

Demir atomunun önemi, bu açıklamalarla rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kur’an’da özellikle demire dikkat çekilmesi de bu madenin önemini vurgulamaktadır.

Tüm bunların yanı sıra Kur’an’da demirin önemine dikkat çeken bir sır daha vardır. İçinde demirden bahsedilen Hadid Suresi’nin 25. ayeti oldukça ilginç iki matematiksel şifre içermektedir:

“El-Hadid”, Kur’an’ın 57. suresidir. “El-hadid” kelimesinin Arapçadaki sayısal değeri, yani ebcedi hesaplandığında karşımıza çıkan rakam da aynıdır: “57” Sadece “hadid” kelimesinin sayısal değeri 26’dır. 26 sayısı ise demirin atom numarasıdır.

Şimdi insaf ile düşünelim: 1400 sene evvel, bilim ve tekniğin kelimesinin bile olmadığı bir asırda ve çölde yaşamış bir beşerin, demirin gökten indirildiğini ve onda çok faydaların olduğunu bilmesi mümkün müdür?

Hangi akıl sahibi bunu kabul eder? Buna rağmen hala Kur’an’a beşer kelamı demek, alemi aydınlatan güneşe gözünü kapatmak gibi bir hezeyandır. Gözünü kapayan sadece kendine gece yapar.



19 Mayıs 2013 Pazar

Kimlerin Duası Alınmalı .....


Kimlerin Duası Alınmalı Ve Bedduasından Korunmalı?

Ahmed Şahin
Ahmed Şahin
Bazı dualar gönülden gelen bir sızlanış, bir coşku ile yapılır. Böylesine duygulu ve coşkulu duaları Rabbimiz kabul eder, reddetmez..
 
Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz, böyle gönülden yapılan duygulu duaları haber verirken şöyle buyuruyor:


Üç dua redde uğramaz: Ana-babanın duası. Misafirin duası. Zulme uğrayan mazlumun duası..

Özellikle ana-babanın evladı hakkındaki haklı duasının redde uğramayacağı konusunda alimlerin ittifakı vardır. Aslında insanın işlediği hata ve kusurların cezası çoğu zaman ahirete tehir edildiği halde kalbi kırılan ana-babanın duasının cezası ahirete pek tehir edilmez, hemen dünyada da verilir, saygısız ve anlayışsız evlat cezayı peşinen dünyada çeker, denmektedir...


Hatta bu cezalar bazen ölürken dil tutulmasına kadar da (Allah korusun) varabilir. Nitekim Resulullah Efendimiz'in zaman-ı saadetlerinde annesini küstüren bir evladın ölürken kelime-i şehadeti getirememesi vakası da buna misal olarak verilir.

Meşhur irşad eseri Tenbihül-Gafilin'de kaydedilen bu dil tutulma olayı şöyle nakledilir: Hasta yatağında son nefeslerini vermek üzere olan Alkama, bir türlü dilini döndürüp de şehadet kelimesini söyleyemez... Korku ve heyecan içinde Resulullah (sas) Hazretleri'ne koşan hanımı:

-Ya Resulallah, Alkama'nın dili tutuldu, şehadet kelimesini söyleyemiyor, diye feryat eder. Durumu önemli bulan Efendimiz (sas) Hazretleri, Alkama'nın annesini çağırtır.

-Oğluna karşı darılmışlığın var mı, seni kırmış mıydı hiç? diye sorar.
Yaşlı kadıncağız önce söylemek istemezse de, sonunda itiraf eder:

-Bir defasında karısının yüzünden beni kırmış, haksız yere beni küstürmüştü. Hala gönlümde o kırıcı sözlerinin açtığı yara etkisini sürdürmektedir. Tedavi edemedim bir türlü..

Bunun üzerine annenin şefkat duygularını harekete getirmek isteyen Efendimiz:

-Allahü Teala ahirette yavrunu Cehennem ateşinde yakacak. Ama sen hakkını helal edersen, Allah da affeder, yanmaktan da kurtulur, buyurur.

Oğlunun yanmasına gönlü razı olmayan anne, hemen orada hakkını helal edince,

Efendimiz emreder:

-Gidin Alkama'ya bakın, dili çözülmüş mü, kelime-i şehadeti getirebiliyor mu?

Koşuşanlar evin yakınına vardıklarında, içeriden Alkama'nın yüksek sesle kelime-i şehadet getirdiğini duyarlar. Böylece son nefesini şehadet kelimesiyle veren Alkama'nın cenaze namazında bulunan Efendimiz, oradaki evlatları şöyle ikaz eder:


-Ana-babaya itaatsizlik, onların gönlünü kırıp bedduasına maruz kalmak ahiretten önce dünyada karşılığı gelen bir büyük günahtır. İşte Alkama'nın hali bunun en yeni misalidir.


Sizi büyütüp besleyen ana-babanızın gönlünü kırmayın, kalbini yaralamayın. Sonra aynı akıbete uğrar, kelime-i şehadetten bile mahrum kalabilirsiniz...

Vak'ayı nakleden Tenbihül-Gafilin'de ana-babasına iyilik etmeyenin kendi evladından da iyilik görmeyeceğine de şöyle bir misalle işaret ediliyor.

Yaşlı anasının titreyen ellerinden çorbasının döküldüğünü gülerek seyreden bir oğul, şefkatle, hürmetle ona yardım etme yerine tutar, sofrasını ayırır, çorbasını da ağaçtan oyduğu bir tekneye koyarak önüne sürer.

Durumu dikkatle takip eden kendi çocuğu ise bunu hafızasına nakşeder. Aradan zaman geçer, kendisi de ihtiyarlayınca kendi oğlunun da ağaçtan bir tekne oyduğunu görerek sorar:

-Oğlum bu tekneyi ne için oyuyorsun?

-Senin yemeğini koyup da sofranı ayırmak için..

Düşünmeye başlayan yaşlı babanın dilinden çaresiz şu cümleler dökülür:

-Etme bulma dünyasıdır bu. Ana-babama ettiğimin karşılığını aynen şimdi evladımdan görmekteyim.

Ne ekersen onu biçersin derler. Şimdi oğlumdan onu biçmiş oluyorum anlaşılan..

Kaynak : Zaman
 

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Müslüman’ın kalitesi maddî meselelerde anlaşılır


Hekimoğlu İsmail

Müslüman’ın kalitesi maddî meselelerde anlaşılır...

 

Bir şahıs ibadetlerine dikkat etse amma imkânı olduğu halde borcunu ödemese, İslamiyet’e ihanet etmiş olur.



Çünkü alacaklı der ki, “Kıldığı namazdan bana ne! Sakalla, tespihle milleti aldatıyorlar…” İslamiyet’e yapılan bu hakaretin sorumlusu, maddi meselelerde gayri ciddi davranan ve bencil olan şahıstır.

  Yıllar evvel, başka bir şehirde yaşayan, ilmine çok güvendiğim, dindar olduğuna gerçekten çok inandığım bir arkadaş yanıma geldi, dedi ki: “Ağabey işlerim kötü gidiyor. Zor durumdayım. Nasıl düzlüğe çıkacağım bilemiyorum. Allah’tan korkmasam intihar edeceğim.” 


O arkadaş, benim nazarımda kıymetli bir şahıstı. Dedim ki: “Üzülme. Memleketine gidince küçük bir dükkân kirala. Buradan sana kitap göndereyim. Kitapçılık yap.” Tabii sevindi, dua etti. Bir süre sonra dükkânı tuttu, ben de kitapları gönderdim. Üç ay geçti, arkadaş kitapların parasını göndermiyor. Beş ay geçti, kitapların parası gelmiyor… Kalkıp yanına gittim, dedim ki: “Arkadaş, ben sana zor gününde yardım ettim, sen bana borcunu ödemiyorsun, beni zor duruma düşürüyorsun!” Dedi ki: “Hakkını helal et. Araba aldığım için sana ödeme yapamadım.” “Yahu arkadaş” dedim, “Sen arabada gezeceksin diye, bana niye bu kötülüğü yapıyorsun? Sen her vakit camide namaz kılarsın. Şimdi ben o camiye gelip, ‘Bu adam benim dostumdur. Ona güvenip borç verdim amma o beni dolandırdı.’ desem hoşuna gider mi?” Arkadaş, başını önüne eğdi... 


Hz. Ömer (ra), bir kişinin bir adamı övdüğünü duyunca, “Onunla yolculuk ettin mi?” diye sormuş. Adam, “Hayır” demiş. “Onunla alışveriş yaptın mı?” diye sormuş. Adam buna da, “Hayır” deyince Hz. Ömer (ra) buyurmuş ki: “Allah’a yemin ederim ki senin onu tanıdığını zannetmiyorum.” Ben de bu kıssadaki gibi, tanıdığımı zannettiğim kaç arkadaşımı maddi meseleler yüzünden kaybettim; sayısını bilmiyorum… 


Ormandaki ağaçlar ağustos sıcağında birbirlerine gölge yaparak çevrelerindeki ağaçları korurlar. Fırtınada omuz omuza verirler, rüzgâr bir tek ağacı söküp atamaz. Sel gelirse, ağaçlar sel suyunu parçalar. Güven duygusu devam ederse Müslümanlar böylesi bir ormana benzer. Yaratan tek olduğu için yaratıklar arasında benzerlik vardır. Allah’ın koyduğu kanunlar umumidir. Bu kanunları anlamak için kâinat kitabını okumak lazım… 


Bana göre borcunu ödemeyen adam öyle bir hale düşer ki, kırda tek başına kalmış yalnız bir ağaca döner. Güneş onu yakar, rüzgâr dallarını kırar, seller devirir. Bunca yıllık tecrübelerime dayanarak bir gözlemimi paylaşayım; insan maddi meselelerde gerçek kimliğini ortaya koyar! Para ve makam, insanın iki sırlı düğmesidir. Bu düğmelere bastı mı, manevi bir röntgen onun gerçek âlemini gösterir. Parada, makamda ve malda Müslüman’ca hareket etmeyenler, İslamiyet’i tarumar etmek isteyenlerdir. 


Mahir İz Hocam derdi ki: “Hakk’a insanı en çok yaklaştıran malî ibadetlerdir.” Zekât vermek malî ibadet olduğu gibi, maddi meselelerde hassasiyetle davranmak da malî ibadettir...

 

Müslüman Süleyman!

HAYIRLI CUMALAR SEVGİLİ DOSTLARIM
BU GÜZEL DUAYA AMİN DİYELİM AMA ÖYLEDE OLALIM İNŞALLAH...

Müslüman Süleyman!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 90)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Hayâ imandandır ve hayâlı olan kimse cennettedir! Hayâsızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da cehennemdedir!..” (Buhâri, İmân, 16)


Kânûnî devrinde, Fransa’da dans denilen hayâsızlık ve rezâlet yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunu duyan Kânûnî, derhal Fransa kralına şu tâlimâtı gönderdi:

“…İşittim ki, memleketinizde kadın ve erkeklerin dans adı altında birbirlerine sarılmak sûretiyle halk önünde ahlâk ve hayâya mugâyir davrandıkları süflî bir eğlence îcâd edilmiş! Bu rezâletin, sınır komşusu olmamız sebebiyle memleketime sirâyet etme ihtimâli vardır. Bu itibarla, nâme-i hümâyunum elinize ulaşır ulaşmaz derhal bu rezâlete son verile! Aksi halde bizzat gelip o rezâleti kaldırmaya elbette muktedirim.”

Meşhur târihçi Hammer, bu mektup üzerine, Fransa’da bu ahlaksızlığın tam yüz yıl yasaklandığını kaydetmektedir. (Osman Nûri Topbaş, Hakka Adanmış Gençlik, Erkam Yay.)

 

16 Mayıs 2013 Perşembe

Neden Böyle Olduk?

,
 
 
Neden Böyle Olduk?
 
Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı.

Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
 
Hatta babanım bile anahtarı yoktu. Annem evimizin bir parçası gibiydi,hep evdeydi.

Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki

En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.

Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.

Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.

Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya
yürüyerek gelirdik.

Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.

Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.

Annelerimiz bu durumu bildiklerinden, kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.

Mahallemizdeki teyzeler annemiz gibiydi. Susayınca girer evlerine su içerdik.

Ya da pencereden bir sürahi bir bardak uzatır, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.

Kısacacı evine girip gelen (ki sadece çişi gelen giderdi evine) elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.

Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.

Bu bazen bir kurabiye bazen bir meyve olurdu.

Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.

Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.

Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştılırdık. Polisler gelmezdi
kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.

Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,
onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi,
en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.

Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.

Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.

Azar işitip, acillere taşınmazdık.

Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik.

Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.

Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.

Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki.

Komşumu tanımıyorum ama evinin camında temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.

Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.

Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; bilmem kaç kuruş
hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.

Evlerimiz var içinde yaşayan yok.

Parklarımız var içinde oynayan çocuk yok.

Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar…

Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..

Tahta iskemlelerimiz de oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu.

Ben kapılarında ” vale ” lerin, ” bady ” lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.

Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.

Benim değildir bu kültür.
 
Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
 
Nedir bunlar?
 
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.
 
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
 
İyi de neden böyle olduk ?
 
Biz mi istemiştik?
 
Yoksa hak mı ettik?

İslâm Toplumu

İslâm Toplumu

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl, 7-8)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi (tabiî) bir iyiliği bile sakın küçük görme!” (Müslim, Birr 144. Ebû Dâvûd, Libâs 24; Tirmizî, Et’ime 30)

Ebû Zer Cündeb İbni Cünâde (ra) şöyle dedi:
“-Ey Allah’ın Resûlü! Hangi amel daha üstündür?” dedim.
“-Allah’a iman ve Allah yolunda cihaddır” buyurdu. Ben:
“-Hangi (esir veya) köle (yi âzat etmek) daha faziletlidir?” dedim.
“-Sahiplerine göre en kıymetli ve bedeli en yüksek olanı buyurdu.
“-(Cihad ve köle âzâdını) yapamazsam?” dedim.
“-(Bir) iş yapana yardım edersin veya işini beceremeyenin işini görürsün” buyurdu.
“-Ey Allah’ın Resûlü! Bunlardan hiçbirini yapamazsam?” dedim.
“-İnsanlara zarar vermezsin. Zira bu da kendi kendine iyilik etmen demektir” buyurdu. (Buhârî, Itk 2; Müslim, Îmân 136)
 

--


15 Mayıs 2013 Çarşamba

Leyle-i Regâib


16 MAYIS PERŞEMBE GECESİ REGAİP KANDİLİDİR. AŞAĞIDA ANLATILDIĞI GİBİ İBADETLERİN VE KANDİLDE TUTULAN ORUÇLARIN SEVABI ÇOKTUR.

Perşembe günü oruç tutup gecesini de ihya etmek çok sevab olur.
 
Bir hadis-i şerif meali: (Allahü teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder.) [Gunye]

 
BU MAİLİ ORUÇ TUTMAK İSTEYENLERE HATIRLATMAK İÇİN BUGÜN GÖNDERDİM.

YALNIZ HATIRLATMAK İSTEDİĞİM BİR NOKTA VAR. ORUCU İMSAK SAATİNE GÖRE TUTUN. YANİ SABAH EZANI OKUNDUĞUNDA YEMEYİ KESENLER ORUCA YANLIŞ BAŞLIYORLAR. EVET RAMAZANDA SABAH EZANIYLA ORUÇ BAŞLIYOR AMA SADECE RAMAZANDA.
 
ÖNCEDEN BEN DE YANLIŞ TUTMUŞUM. İLAHİYATÇI KOMŞUM EFKAN VURAL HOCAMA SORDUM, DOĞRUSUNU ANLATTI.
 
ORUÇ TUTMAYA İMSAK SAATİ İLE BAŞLANIR. NORMALDE SABAH EZANI İMSAKTAN YARIM SAAT SONRA OKUNUYOR. ÇÜNKÜ SABAH NAMAZININ VAKTİ İMSAKLA BAŞLAR, GÜNEŞ DOĞANA KADAR SÜRER.
 
FAKAT 11 ay İMSAKTAN YARIM SAAT SONRA OKUNAN SABAH EZANI, RAMAZANDA TAM İMSAK SAATİNDE OKUNUR. ORUÇ TUTAN MİLYONLAR İMSAK SAATİNİ ŞAŞIRMASIN DİYE YAPILAN ÇOK GÜZEL BİR UYGULAMA...
 
BUGÜN İMSAK SAATİ ANKARA İÇİN 03:58 VE SABAH EZANI 04:28 CİVARINDA OKUNUYOR. GÜNEŞİN DOĞMA SAATİ 05:28.
 
YANİ SABAH NAMAZINI EVDE KILACAKSAK EZANI BEKLEMEYE GEREK YOK. 3:58 ile 5:28 arası kılınabilir. MESELA BEN DÜN 04:10 DA KILDIM YATTIM.
 
YANİ ORUCA İMSAKLA BAŞLANDIĞI İÇİN ANKARA İÇİN İMSAK SAATİ 03:58 DİR. İSTANBUL 12-13DK GEÇTİR. 04:11 OLUR. AMA GARANTİ OLSUN 10 DK ÖNCE YEMEYİ KESİN...
 
ALLAH KABUL ETSİN.
 
Leyle-i Regâib
 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.” (Fatiha, 5)


Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Beş gece vardır ki, onlarda yapılan dualar geri çevrilmez: Bunlar: Recebin ilk Cuma gecesi, Şabanın on beşinci gecesi, Cuma geceleri, Ramazan Bayramı gecesi, Kurban bayramı gecesi.”(Camiu’s-Sagîr, c. III, s. 454.)


Regaib kandili, dini literatürümüzde “üç aylar” olarak bilinen rahmeti, bereketi ve mağfireti bol olan manevîyât mevsimine girdiğimizin habercisidir. Regaib, elde edilmesi arzu edilen değerler, ihsanı bol, arzu edilen büyük sevap anlamlarına gelir.

Receb ayının ilk Cuma gecesine “Leyle-i Regâib” denir. bu gece, Allah’ın rahmet ve bağışlamasının bol olduğu, duaların kabul edildiği bir mübarek gecedir. Peygamber Efendimiz, bazı gecelerde duaların reddedilmeyeceğine dair şöyle buyurmuştur: ““Beş gece vardır ki, onlarda yapılan dualar geri çevrilmez: Bunlar: Recebin ilk Cuma gecesi, Şabanın on beşinci gecesi, Cuma geceleri, Ramazan Bayramı gecesi, Kurban bayramı gecesi.” (Camiu’s-Sagîr, c. III, s. 454.)

Peygamber Efendimiz (sav)’in anne rahmine regaib gecesinde düştüğüne (şeref vermiş olduğuna) dair yapılan bir rivayet, pek uygun görülmemektedir. Çünkü bu gece ile Peygamber (sav)’in doğumu arasında geçen zaman, bunun aksini göstermektedir. Ancak Hz. Âmine’nin, Fahri Âlem Efendimiz’e hamile olduğunu bu geceden itibaren anlamış olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte Regaib gecesi, mübarek bir gecedir. Zaten Regaib, nefis, arzu edilen, bahası ağır, ihsan ve lütfu bol anlamına gelen “Râgibi’nin” çoğuludur. Bu geceyi ibadetle ihya etmenin sevabı pek çoktur. (Altınoluk Dergisi, Dr. Kerim Buladı, Temmuz-2008)





Yeşillik dikmek - Ahmed Şahin


Ahmed Şahin
a.sahin@zaman.com.tr
AİLE-SAĞLIK Yazarlar Ahmed Şahin

Müslüman, baharda yeşillik dikip mahsul yetiştirmeye nasıl bakar?


Peygamberimiz (sas), yeşilliğe öylesine yüce bir değer vermiştir ki, mezarların üzerini dahi yeşillendirme gereği duymuştur.

Nitekim bir gün yanından geçtiği bir mezarın içindeki ölünün kabir azabı çektiğini keşfedince hemen getirttiği hurma fidanını mezarın üzerine dikerek çevresindekilere şöyle uyarıda bulunmuştur:

-Bu yeşillik bu mezarın üzerinde Allah’ı zikir ve tesbih ettiği sürece altındaki mevta yeşilliğin bu zikir ve tesbihinden faydalanır, azabı azalır, rahatı çoğalır!

İşte bu açıklama, yeşilliğin dünyadan başka ahirettekilere bile faydası olduğuna işaret eder. Bundan dolayı fıkıh alimleri, mezarların üzerine yeşilliği önleyen beton dökmenin mekruh olduğunu bildirmiş, mezar üzerindeki toprak zemini yeşilliklerin ibadethanesi haline getirmek gerektiğine dikkat çekmişlerdir. İsra Sûresi’ndeki ayetin manası da bunu ifade etmektedir:

- Bütün varlıklar ve yeşillikler Allah’ı zikir ve tesbih ederler! Ancak siz onların zikir ve tesbihlerini duymazsınız. Yeşilliğin yaptığı bu zikir ve tesbihi mezarın içindeki mevta çok mutlu şekilde hisseder… Öyle ise yeşilliği yok eder, yahut da kurumasına sebep olursanız, Allah’ı zikredeni yok etmiş, yahut da kurumasına sebep olmuş olursunuz. Hangi Müslüman, Allah’ın zikrine mani olabilir?

Yahut da böylesine bir tesbih ve hamdin sevabından mahrum kalmayı göze alabilir? O halde sizin de adınıza zikir ve tesbih edecek yeşillikleriniz olmalı, küçük emeklerle büyük sevaplar kazandıran yeşilliklere sizin de hizmetiniz bulunmalıdır. İşte size yeşilliğin zikir ve tesbihini duyanlardan tarihi bir misal.

Bir kır sohbetinde Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ne talebelerinden her biri birer demet çiçek takdim ederken bir talebesi eli boş gelir, hocasına tek adet olsun çiçek takdim edemez…

-Koskoca kırda çiçek mi bulamadın? diye sitem eden arkadaşlarına da:
-Hangi çiçeğe yaklaştımsa Rabb’imizi zikir ve tesbih eder halde gördüm, koparıp da zikrine mani olmaya gönlüm razı olmadı, onun için eli boş dündüm, cevabını verir.

Hocası bu cevabı çiçek demetlerinden de değerli bulur, yeşilliklerin zikir ve tesbihini düşünen talebesini takdir ve tebrik etmekten kendini alamaz. Bu örnek de kitaplara geçecek değerde bulunarak bizlere kadar intikal ettirilir.

İşte İslam’ın, dolayısıyla da Müslüman’ın özellikle bahar yeşilliğine yüklediği kutsal mana ve değerler. Allah’ı zikir ve tesbih ediyor duygusuyla seyrettiği bahar yeşilliğine bakışlar, kainat kitabına nazar edişler..

Hele Efendimiz (sas) Hazretleri’nin yeşillik dikme hususunda bir hadisi vardır ki, bunu duyup da fidan dikme şevki duymamak mümkün değildir. Şöyle buyuruyor:

-Elinizdeki fidanı dikmek üzere iken kıyametin kopmaya başladığını anlasanız, sakın artık kıyamet kopuyor, fidan dikmenin manası kalmadı, deyip de fidanı fırlatıp atmayın, dikin fidanınızı! Kıyamet kopacaksa sizin dikilmiş fidanınızın üzerine kopsun. Mahşerde, benim de dünyada dikilmiş bir fidanım vardı, diyebilesiniz!.

Bu kadar mı? Hayır. Dahası da var. Tarla, bağ, bahçede çalışan ziraatçı köylülerimize bir müjde bu da.. Ekin ekiyor, sebze, meyve dikiyor, mahsul yetiştiriyorsanız sevinin, mutluluk duyun. Çünkü yetiştirdiğiniz meyvelerle, sebzelerle sadece para kazanmakla kalmıyor, aynı zamanda sevap da elde ediyorsunuz.

Zira, sebep olduğunuz meyveli meyvesiz tüm yeşilliklerden zikir ve tesbih sevabı almakla kalmıyor, ayrıca bunlardan hadisin ifadesiyle:

-Müşteri alsa, hırsız çalsa, inek yese, sinek faydalansa! sadaka sevabı da almış oluyorsunuz. Evet, bunda hiç şüpheniz olmasın. Efendimiz (sas)’in müjdesidir bu.

-Yetiştirdiğiniz sebze ve meyveden müşteri alsa, hırsız çalsa, inek yese, sinek faydalansa... sadaka sevabı vardır yetiştirene! Nihayetinde canlıya fayda ve hizmet vardır bunlarda. Bir canlı ihtiyacını karşılamaktadır.

Bundan dolayı yeşillik yetiştiren köylülerimiz hem para kazanmak niyetiyle çalışırlar tarla, bağ, bahçelerinde; hem de sadaka sevabı olmak niyetiyle severek çekerler bunca zahmet ve meşakkati…