28 Şubat 2018 Çarşamba

YEDİKLERİMİZİN MANEVİYATIMIZA ETKİSİ

YEDİKLERİMİZİN MANEVİYATIMIZA ETKİSİ


 0

Beslenme ihtiyacı karşılanırken gıdaların helâl olması, insanın mânevî istikameti için çok mühim bir vesiledir. Çünkü helâl olmayan, haram ve şüpheli şeylerle beslenen kişide ibadet şevki ve kulluk aşkı olmaz. Gönül mânen hantallaşıp duygusuzlaşır. Temâyüller nefsânî arzulara göre şekillenir. Böylece İslâm ahlâkı ve yüce fazîletler âdeta unutulur.
İnsan, varlık âlemine adım attığı andan itibaren gıdaya muhtaçtır. Gıdasız yaşayamaz. Bu sebeple doğumundan evvel kordon vasıtasıyla annenin gıdasıyla gıdalanır. Doğduktan sonra, bir müddet anne sütüyle beslenir. Burada, annenin hâlet-i rûhiyesinin de kısmen çocuğa intikal ettiğini ifâde etmek lâzımdır. Yani bir annenin tiryaki veya müzisyen olması evlâdına tesir eder. Daha sonra bu yavru, her biri Cenâb-ı Hakk’ın birer lûtfu ve ihsanı olan çeşit çeşit gıdalarla, nimetlerle hayatiyetini devam ettirir.
Ancak unutulmamalıdır ki;
Beslenme ihtiyacı karşılanırken gıdaların helâl olması, insanın mânevî istikameti için çok mühim bir vesiledir. Çünkü helâl olmayan, haram ve şüpheli şeylerle beslenen kişide ibadet şevki ve kulluk aşkı olmaz. Gönül mânen hantallaşıp duygusuzlaşır. Temâyüller nefsânî arzulara göre şekillenir. Böylece İslâm ahlâkı ve yüce fazîletler âdeta unutulur.
Yani, kulun mânevî inkişâfında helâl gıdanın çok mühim bir rolü vardır. Zira Cenâb-ı Hak:
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin…” (el-Bakara, 168) buyurarak helâl, temiz ve nezih gıdalar ile gıdalanmamızı emir buyurmaktadır. Helâl kazancın ehemmiyetini tebârüz ettiren nice hakikatin hulâsası olarak;
Kişinin dindarlığı, gıdasının helâlliği nisbetindedir.” denilmiştir. Çünkü insanın karakteri üzerinde dört büyük müessir vardır. Bunlar:
  1. Aldığı gıdanın helâllik derecesi.
  2. Anne-babanın tesiri.
  3. Tahsil gördüğü okul ve yetiştiği toplum.
  4. Muhabbet beslediği kimselerin mânevî durumu.
Yani muhabbet duyulan kimse, yanlış yolda ise seven kimseyi de yanlışa sevk eder. Şayet istikâmet üzere ise, onu da istikâmet üzere olmaya yönlendirir. Aynen bunun gibi helal lokma, insanı istikâmet üzere olmaya yönlendirirken haram lokma da insanı Hak’tan uzaklaştırır.
Günümüzde şehirleşmenin bir neticesi olarak gıda hususunda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da, yemek kokusu ile komşuya eziyet etmemektir. Yine kiraya verilen dükkânlarda menfî satışların olmamasına ehemmiyet göstermek de kazancın helâliyeti noktasında dikkat edilmesi gereken bir zarurettir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem DergisiYıl: 2018 Ay: Şubat Sayı: 156

http://www.islamveihsan.com/yediklerimizin-maneviyatimiza-etkisi.html



GERÇEK MERHAMET NEDİR?

GERÇEK MERHAMET NEDİR?


 1

İslâm, bir medeniyet dînidir. Her medeniyet, kendi insan tipini yetiştirir. İslâm medeniyetinin inşâ ettiği insan ise evvelâ hak, adâlet, şefkat, merhamet, nezâket ve zarâfette bir ihtişam sergilemelidir. Gönlünü, bütün mahlûkâtı şefkatle kucaklayan bir rahmet dergâhı hâline getirmelidir.
İslâmʼın müʼminlere en çok telkin ettiği ahlâkî vasıflar, “merhamet ve şefkat”tir. Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şefkat ve merhameti de bütün mahlûkâtı kucaklayan, cihan-şümûl bir vasfa sahipti. Nitekim bir gün:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe Cennetʼe giremezsiniz.” buyurmuşlardı.
BÜTÜN MAHLUKATA MERHAMET ETMELİYİZ
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Resûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.
Allahʼın Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)
MERHAMET NEDİR?
O hâlde merhamet nedir? Merhamet; Allâhʼın bize ihsân ettiği nîmetlerden mahrum bulunanlara ikram ederek onların ek-siğini, noksanını telâfî etmemizdir.
Zira Cenâb-ı Hak buyurur:
“…Allah sana ihsân ettiği gibi sen de ihsân et…” (el-Kasas, 77)
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/gercek-merhamet-nedir.html



27 Şubat 2018 Salı

ABDURRAHMAN İBN AVF

ABDURRAHMAN İBN AVF
(590 ? - 32/652)

Rasûlullah'ın hayatta iken Cennetle müjdelediği on sahâbîden ve ilk müslümanlardan biri. Kureyş* kabîlesinin Zühreoğullarından Hâris'in oğlu olup Câhiliyye* devrinde asıl adı Abdulkâ'be veya başka bir görüşe göre Abdu Amr idi.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Erkam'ın evindeki faaliyetlerine başladığı günlerde İslâm'a giren Abdurrahman'a bu ismi Rasûlullah vermiştir. Ebû Muhammed künyesi ile tanınan Abdurrahman'ın annesi Şifâ binti Avf b. Adi'l-Hâris b. Zühre b. Kilâb idi. Rivâyete göre Abdurrahman 'Fil Olayı'ndan yaklaşık yirmi yıl sonra dünyaya gelmişti.

Abdurrahman b. Avf (r.a.) ilk müslümanlardan olmasından dolayı Kureyş'in zâlim tutumuna dayanamayan ashâb ile birlikte Habeşistan'a yapılan iki hicrete de katılmıştı. Nihayet Rasûlullah, ashâbı Medine'ye hicret etmeye teşvik edince, o da diğer ashâb ile birlikte hicret etmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'de Ensâr ile Muhâcirler arasında kardeşlikler ilân edince Abdurrahman b. Avf ile Ensâr'dan Sa'd b. Rabî'i kardeş ilân etmişti

Ensâr'ın ileri gelenlerinden Sa'd b. Rabî' 'Din kardeşi' Abdurrahman'a şunları söylemişti:

"Benim bir hayli malım vardır. Bunun yarısını sana veriyorum. Ayrıca iki eşim vardır. Bunlardan birini boşayacağım, iddeti bitince onu nikâhlarsın." Bu büyük âlicenaplık karşısında Abdurrahman b. Avf kardeşine şunları söylüyordu:

"Cenâb-ı Allah malını ve aileni sana mübarek eylesin. Senin bu davranışına karşı Allah ecrini versin. Sen yalnız bana çarşının yolunu göster, benim için yeterlidir."

Abdurrahman b. Avf (r.a.) ticaret hayatını çok iyi bilen Kureyş içinde büyüdüğü için bu işin tam bir uzmanı olarak Medine çarşısında alışverişe başlamış ve Allah ona büyük servet vermişti. Abdurrahman bu ticârî hayatını şöyle anlatır:

"Cenâb-ı Allah bana öyle bir nimet verdi ki, bir taşı bile bir yerden kaldırıp başka yere koyduğumda sanki altın oluveriyordu."

Abdurrahman b. Avf (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bütün gazvelerine katılmış ve ilk İslâm cihad hareketinden en güzel şekilde nasibini almıştı.

Ashâbtan Muğîre b. Şu'be (r.a.)' den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) çıktığı gazvelerin birinde yolda konaklamışken Ashâb'ın bulunduğu yerden biraz uzak bir noktaya çekilip hâcetini defederek abdest alıp döndü. Rasûlullah ashâbının yanına vardığında ashâb Abdurrahman b. Avf'ın arkasında namaza durmuştu. Muğîre hemen gidip Abdurrahman'a Rasûlullah'ın geldiğini haber vermek istediyse de Rasûlullah buna engel olmuş ve Abdurrahman'ın arkasında namazını kılmıştı. Böylece Hz. Peygamber'in ilk defa arkasında namaz kıldığı kişi Abdurrahman b. Avf olmuştur. Daha sonra da bilindiği gibi Rasûlullah hastalığı sırasında Hz. Ebu Bekr'in arkasında namaz kılmıştı.

İbn Sa'd Tabakâtu'l-Kübrâ adlı eserinde bu seferin Tebük seferi olduğunu kaydetmektedir (İbn Sa'd Tabakât, 111, 129).

Rasûlullah (s.a.s.) Abdurrahman b. Avf'ı ashâbtan yediyüz kişilik bir askerî kuvvetle H. 6 (M. 628) yılı Şa'ban ayında Dûmetu'l-Cendel'e* göndermişti. Abdurrahman, Hristiyanların hüküm sürdüğü bu bölgeye gelip onları İslâm'a davet etmiş, büyük bir kısmı buna yanaşmadığı halde bölgenin ileri gelen kabile reislerinden el-Asbağ b. Amr el-Kelbî Hristiyanken İslâm'a girmişti. Abdurrahman da el-Asbağ'ın kızı Tumâzar ile evlenmiş ve ondan oğlu Ebû Seleme dünyaya gelmişti.

Yine İbn Sa'd'ın ifâdesine göre Hz. Peygamber ashâb içinde ipek giymeyi yalnız Abdurrahman'a müsaade etmişti. Zira Abdurrahman b. Avf'ın vücudunda bir kaşıntı (cüzzam olma ihtimali) vardı.

Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir gün Medine'de bir heyecan ve kalabalık meydana gelmişti. Bunun sebebini soran Hz. Âişe (r.an)'ya Abdurrahman b. Avf'ın kervanının şehre yaklaştığı söylenince Hz. Âişe şöyle demişti:

"Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştu: "Abdurrahman sırattan geçerken düşer gibi oldu ama düşmedi." Hz. Âişe'nin bu sözlerini haber alan Abdurrahman beşyüz deve olduğu söylenen bu kervanını sırtındaki yüklerle birlikte tamamen Allah rızası için bağışlamıştı. Develerin sırtındaki malların develerden çok daha değerli olduğu kaydedilmektedir. Ashâbın en cömertlerinden biri olduğu bilinen Abdurrahman b. Avf'ın birçok gazvede ve özellikle Tebük gazvesinde Allah yolunda büyük infâklarda bulunduğu bilinmektedir.

Ayrıca Hz. Peygamber'in vefatından sonra Nâdiroğulları* mahallesinde sahip olduğu arazisini kırkbin dinâra satarak Rasûlullah'ın zevcelerine dağıtmıştı. Hz. Âişe'ye payı getirildiğinde bunu kimin gönderdiğini sormuş, Abdurrahman b. Avf'ın gönderdiği söylenince şöyle demişti: "Hz. Peygamber (s.a.s.), "Benden sonra Allah'ın sabırlı kulları size karşı şefkatli davranacaktır. Allah, Abdurrahman b. Avf'a Cennet pınarlarından kana kana içmeyi nasip etsin" buyurmuştu."

Hz. Ebû Bekir vefatından önce hilâfete Ömer b. el-Hattab'ın geçmesi hususunda Abdurrahman'ın görüşünü sormuş o da şöyle demişti: "Ömer senin düşündüğünden daha iyidir. Fakat otoriterliği fazladır." Hz. Ebû Bekir de şöyle karşılık vermişti: "Ömer'in sertliği benim yumuşaklığımdan kaynaklanıyor. İşleri üzerine alırsa bu sertliği kaybolur. Bir gün ben adamın birine çok kızmıştım. Ömer ise çok yumuşak davranmıştı. Ben yumuşak davransam o çok sertleşiyor."

Hz. Ömer'in hilâfeti sırasında büyüyen devlet ve genişleyen sınırlar karşısında işlerin daha rahat çözülmesi için oluşturulan devlet şûrâsında Abdurrahman b. Avf'ın önemli bir yer aldığını görüyoruz. Yeni fethedilen Irak arazisinin gaziler arasında paylaşılması veya devlete bırakılması hususunda ortaya çıkan iki görüş vardı. Hz. Ömer ashâbın diğer ileri gelenleriyle birlikte bu toprakların paylaşılmamasından yana iken Abdurrahman b. Avf, Bilâl-i Habeşi* ile birlikte buna muhalif olup fethedilen yerlerin paylaşılmasından yana idiler.

Hz. Ömer şehid edildiğinde yarım kalan namazın tamamlanması için Abdurrahman görevlendirilmişti. Nihayet Hz. Ömer'in tedâvî edilmesinin zor olduğu ve ecelinin yaklaştığı anlaşılınca yeni seçilecek halîfenin belirlenmesi için kurulan 'şûrâ'da Abdurrahman b. Avf da yer almıştı. Şûrâda bulunanlardan Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Sa'd b. Ebi Vakkas haklarından ferâgât edince Şûrâda halîfe adayı olarak üç kişi kalmıştı. Hz. Ali, Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf. Abdurrahman da bu husustaki hakkından ferâgât edince adaylar ikiye düşmüştü. Abdurrahman bu hususta ashâbın ileri gelenleriyle uzun görüşmeler yapmış ve Hz. Ali ve Hz. Osman'dan karara uyacaklarına dair kesin söz aldıktan sonra bu konudaki kanaat ve karan Hz. Osman'a bey'atin yararlı olacağı hususunda toplanınca, hilâfete Hz. Osman getirilmişti.

Abdurrahman b. Avf (r.a.) artık bir hayli yaşlanınca Hz. Osman devrinde çok sâkin bir hayat yaşamış ve nihayet hicretin 32. yılında Medine'de vefat etmişti.

Cenaze namazını Hz. Osman kıldırmış, onu kabrine götürürken Hz. Ali şöyle demişti: "Ey Avf'ın oğlu! Güle güle ebedî hayata git. Sen bu fânî hayatın en güzel günlerini gördün. Bu revnaklı hayat bulanmadan Âhirete göçüyorsun" Sa'd b. Ebi Vakkâs da onun cenazesini taşırken: "Ey koca dağ" diyerek Abdurrahman'ın seciyesindeki sağlamlık ve metâneti ifâde etmişti. Abdurrahman, el-Bakî'de medfundur.

Medine'de vefat ettiği kesin olarak bilindiği halde Siirt ili Pervari ilçesi yakınında bir mezarın ona izafet edilmesi halkın yakıştırmasından başka bir şey değildir.

Abdurrahman b Avf Hz. Peygamber (s.a.s.)'den çok hadis duymuş fakat titizliğinden dolayı bunların hepsini nakletmekten çekinmiştir. Hadis mecmualarında ondan altmışbeş kadar hadis nakledilmektedir. Hz. Peygamber'in vefatından sonra söz konusu olan mirasının mirasçılara taksim edilemeyeceğine dair Hz. Ebû Bekir'in rivâyet ettiği hadisi kendisi de aynen rivâyet etmişti. Aynı şekilde Suriye ve civarında çıkan vebâ hastalığı ile ilgili alınan 'tedbir'e dair hadisi Abdurrahman (r.a.) rivâyet etmişti:

"Bir yerde vebâ olduğunu haber alırsanız oraya gitmeyin. Vebâ sizin bulunduğunuz yerde olursa ondan kaçmak için de oradan başka yere gitmeyiniz. " (Buharî, Tıp 3, Müslim, Selâm, 92, 93, 98, 100).

Ahmed AĞIRAKÇA

BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:




ALLAH’IN İSİMLERİ İLE İLGİLİ AYETLER

ALLAH’IN İSİMLERİ İLE İLGİLİ AYETLER


 0

Kur’an-ı Kerim’de geçen Allah’ın isimleri ve anlamları nelerdir?
ESMAÜL HÜSNA ŞERHİ

Ayet ve hadislerde Allah’ın isimleri “En güzel isimler” anlamında “(el-esmâü’l-hüsnâ” şeklinde ifade edilmektedir.
AYETLERDE GEÇEN ALLAH’IN İSİMLERİ VE ANLAMLARI
Kur’ân ayetlerinde Yüce Allah’ın isimleri isim veya isim tamlamaları şeklinde geçmektedir.
el-A’lâ: (en yüce, en şerefli),
el-A’lem: (her şeyi en iyi bilen),
el-Alî: (şanı, şerefi, izzeti ve kudreti yüce olan),
el-Âlim: (bilen, anlayan, tanıyan),
el-Alîm: (her şeyi çok iyi bilen),
el-Âhir: (varlığının sonu olmayan, ölümsüz, ebedî ve bâkî),
el-Akrab: (bilmesi, görmesi, duyması, haberdâr olması ve yardım etmesi açısından insanlara en yakın olan),
el-Azîm: (zatı, isim, sıfat ve fiilleri itibariyle pek ulu, büyük, yüce),
el-Azîz: (üstün, güçlü, kuvvetli, galip, şerefli, değerli, melik),
el-Bâri: (yaratan, örneği olmadan varlıkları îcat eden),
el-Basîr: (aydınlık ve karanlıkta küçük ve büyük her şeyi gören),
el-Bâtın: (mâhiyeti akıl ile idrâk olunamayan, hayal ile tahayyül edilemeyen, her şeyin iç yüzünü, sırlarını bilen),
el-Berr: (iyilik eden, çok lütufkâr, çok merhametli, çok şefkatli),
Câ’ılûn: (yaratan, vâr eden, bir varlıktan başka bir varlık yapan),
el-Cebbâr: (emir ve yasaklarını, hüküm ve kararlarını kullarına yaptırmaya gücü yeten, azgın ve zalimleri kahredici, dertlere derman olan, yaraları sarıp onaran, yaratıklarının hâllerini düzelten),
el-Ebkâ: (verdiği nimetler sürekli ve hep kalıcı olan),
el-Ehad: (eşi, benzeri ve ikincisi bulunmayan bir tek, yegâne),
el-Ekrem: (en çok ikram eden),
el-Evvel: (öncesi olmayan, yaratılmamış, ezelî ve kadîm tek varlık),
Fâil(ûn): (yapan, yaratan, vâr eden),
el-Fettâh: (iyilik kapılarını açan, en âdil hüküm veren)
el-Ğaffâr: (çok affeden, çok bağışlayan, günah ne kadar çok olursa olsun yine bağışlayan),
el-Ğafûr: (çok affeden, çok bağışlayan),
el-Ğanî: (zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan),
el-Habîr: (her şeyden haberdar olan, gizli aşikâr her şeyi bilen, haber veren),
el-Hâdi: (hile yapanları cezalandıran)
el-Hâdî: (hidayet eden, doğru yolu gösteren),
el-Hafî: (çok ikram eden, son derece iyilik ve lütuf sahibi, her şeyi bilen, duaları kabul eden)
Hâfiz(ûn): (koruyup gözeten),
el-Hafîz: (varlıkları yok olmaktan koruyan),
el-Hakîm: (hikmet sahibi, her işi, emri ve yasağı yerli yerinde olan),
el-Hâkim: (hükmeden, karar veren, haklıyı haksızı ayıran),
el-Hakem: (hüküm veren, son kararı veren),
el-Hakk: (varlığı, ilâh ve rab oluşu hak olan, eşyayı var eden, hakkı ızhar eden, mülk sahibi, yok olmayan, varlığında şüphe bulunmayan, âdil),
el-Halîm: (çok sakin, hemen öfkelenmeyen, acele etmeyen, teenni ile hareket eden),
el-Hallâk: (mükemmel yaratan, devamlı yaratan),
el-Hasîb: (insanlara yeten, insanların yaptıklarını koruyup hesaba çeken),
Hâsib(în): (insanları sorgulayan, hesaba çeken),
el-Hayr: (hayırlı olan, faydalı olan, iyilik eden),
el-İlâh: (ma’bûd, Tanrı),
el-Kadîr: (çok güçlü, çok kuvvetli, istediğini istediği gibi eksiksiz, kusursuz ve tam yapabilen),
el-Kâdir: (güçlü, kuvvetli, her şeye gücü yeten),
el-Kâfî: (kullarına yardım eden, vekil olan, yol gösteren, yaptıklarını bilen, gören, haberdar olan ve hesaba çeken),
el-Kahhâr: (yenilmeyen, daima galip gelen),
el-Kâhir: (galip gelen, zelil eden, güçlü, her şeyi kuşatan, yaratıklarını dilediği gibi yöneten),
el-Kâim: (varlıkları görüp gözeten, koruyan, yöneten),
el-Karîb: (af, mağfireti, rahmeti, bilmesi, görmesi ve duyması itibariyle kullarına yakın olan),
el-Kâşif: (azap, sıkıntı, bela ve dertleri gideren),
Kâtib(ûn): (insanların yaptıklarını yazan),
el-Kavî: (kuvvetli, kudretli, her şeye gücü yeten),
el-Kayyûm: (zatı ile kaim olana, ezelî ve ebedî, her şeyin varlığı kendisine bağlı, uykusu ve uyuklaması olmayan, varlıkları yöneten, koruyan, ihtiyaçlarını üstlenen),
el-Kebîr: (zatı, isim ve sıfatları, şanı ve şerefi, kadri ve kıymeti, değer ve izzeti pek yüce, ulu ve büyük),
el-Kerîm: (değerli, şerefli, çok nimet veren, nimet ve ihsanı bol olan ),
el-Kuddûs: (her türlü çirkinlik, noksanlık ve ayıplardan uzak, tertemiz, bütün kemal sıfatları kendisinde toplayan, güzellik, iyilik ve ihsanlarıyla övülen),
el-Latîf: (yaratıklara karşı yumuşak, çok merhametli, çok lütufkâr, ihsan sahibi, insanlara hak ettiklerinden fazlasını veren her şeyin detayını, sırlarını en iyi bilen, işleri çok hassas düzenleyen, gözle görülmeyen),
Mâhid(ûn): (yeryüzünü yaratıkları için elverişli, yarayışlı ve faydalı olarak yaratan),
el-Mâlik: (bütün varlıkların sahibi),
el-Mecîd: (çok şerefli, çok itibarlı),
el-Melik: (bütün varlıkları yöneten, dilediğini yapan, dilediği gibi hükmeden),
el-Melîk: (çok mülkü olan, her şeyin sahibi ve maliki, onları terbiye edip yetiştiren, mülk ve güç veren),
el-Metîn: (çok kuvvetli, çok dayanıklı, acizliği, za’fiyeti ve gevşekliği olmayan),
el-Mevlâ: (dost, yardımcı, görüp gözeten),
Mu’azzib(în): (suç işleyenleri, zalimleri, günahkârları cezalandıran),
el-Mu’ızz: (izzet ve şeref, güç ve kuvvet, itibar ve şerefli kılan, aziz yapan),
el-Muhric: (bir şeyi açığa çıkaran, bir varlıktan başka bir varlık var eden, gizli şeyleri ortaya çıkaran),
el-Muhît: (ilim ve kudretiyle her şeyi kuşatan, her şeye muttali olan),
el-Mukît: (her şeye gücü yeten, rızık veren, yapılanları bilen, koruyan, mükâfat veren),
el-Muktedir: (güçlü, kuvvetli, istediğini istediği gibi yapan),
el-Musavvir: (yaratıklara şekil ve özellik veren),
Mûsi(’ûn): (gökleri genişleten),
el-Mübîn: (varlığı aşikâr olan, hakkı ızhar eden, gerçeği beyan eden),
Mübrim(ûn): (hile ile kötülük yapmaya karar verenleri bilen, onların bu kötülüklerini boşa çıkran, onları kesin olarak cezalandıran),
Mübtelî(n): (deneyen, imtihan eden, gizli olanları açığa çıkaran),
el-Mücîb: (duaları, istekleri, dilekleri kabul eden, ihtiyaçları karşılayan, sıkıntıları gideren),
el-Müheymin: (insanların bütün yaptıklarını bilen, koruyan, görüp gözeten),
el-Mühlik: (isyan eden, azan, günaha dalan ve zulmeden fert ve toplumları helâk eden),
el-Mü’min: (yaratıklarına güven veren),
el-Müneccî: (sıkıntı, bela ve azaptan kurtaran),
el-Münezzil: (nimet veren, su, sekînet, melek, kitap ve Peygamber indiren),
el-Münîr: (ışık veren, aydınlatan),
Münşi’(ûn): (îcat eden, inşa eden, yapan, örneksiz olarak yaratan),
Müntekım(ûn): (suçluları cezalandıran),
Münzil(în): (melek, kitap, su ve sekînet indiren, nimet veren),
Münzir(în): (kullarına fayda ve zarar veren şeyleri bildiren; inkâr ve isyan edenlerin âkibetinin kötü olduğunu haber vererek onları bu davranışlardan sakındıran ve azabı ile korkutan),
Mürsil(în): (vahiy, peygamber, bol yağmur, aşılayıcı rüzgâr, koruyucu melek, âsiler için yıldırımlar ve âfetler gönderen),
el-Müste’ân: (kendisinden yardım istenen, kendisine sığınılan),
Müstemi(ûn): (sesleri işiten, duyan),
el-Müte’âl: (aşkın, pek yüce, ulu, eksik ve noksanlıklardan berî olan),
el-Mütekebbir: (ihtiyaç ve noksanlığı gerektiren her şeyden münezzeh, pek yüce ve ulu),
el-Müteveffî: (yaratıkların canlarını alan),
en-Nâsır: (yardım eden),
en-Nesîr: (çok yardım eden, sürekli yardım eden),
er-Râfi: (peygamber ve mü’minlerin itibar, şan ve şereflerini artıran, göğü yükselten),
er-Rahîm: (çok merhametli),
er-Rahmân: (çok merhametli),
er-Rakîb: (insanların hâllerini, sözlerini, yaptıklarını ve davranışlarını bilen, haberdar olan, murakabe edip koruyan),
er-Raûf: (çok merhametli, çok şefkatli, çok acıyan),
er-Rezzâk: (bol nimet, maddî ve manevî rızık veren),
Sâdık(ûn): (söz, iş, va’d ve va’îdinde doğru olan, her sözünü ve va’dini yerine getiren),
es-Samed: (her şeyin kendisine muhtaç olduğu, yöneldiği, her dilek ve isteğin mercii; hiç eksiği, kusuru ve ihtiyacı olmayan ulu, şanlı, dosdoğru, âdil ve güvenilir olan),
es-Selâm: (eksiklik, acizlik, hastalık, ölüm ve benzeri şeylerden salim olan kullarına güven ve selamet veren),
es-Semî: (her sözü, bütün konuşulanları en iyi işiten, duyan)
Şâhid(în): (bilen, muttali olan, her şeye tanık olan),
eş-Şâkir: (verdiği nimetlere şükreden ve çalışan kimseyi ödüllendiren),
eş-Şefî: (mü’minlerin yâr ve yardımcısı, azap ve sıkıntılardan koruyucusu olan),
eş-Şehîd: (her şeye muttali olan, gören, bilen, haberdâr olan, her yerde hazır nazır olan, hiçbir şey kendisinden gizlenemeyen, bütün sırlara vakıf olan, her şeyi murakabe eden),
eş-Şekûr: (ibadet eden kullarının mükâfatlarını bolca veren, az çok her itaati ödüllendiren),
eş-Şey: (var olan, mevcut),
et-Tevvâb: (sürekli tövbeleri kabul eden),
el-Vâhid: (zatında, isim ve sıfatlarında eşi ve benzeri bulunmayan, tek olan),
el-Vâlî: (koruyup gözeten, yardım eden, işleri deruhte eden),
el-Vâris: (bütün varlıkların sahibi, bâkî ve ebedî olan, her şey kendisine dönen),
el-Vâsi: (güçlü, kuvvetli, ilim ve merhameti her şeyi kuşatan, bütün yaratıklara rızık veren, nimet ve ihsanı bol olan),
el-Vedûd: (mü’minleri çok seven, kulları tarafından çok sevilen),
el-Vehhâb: (karşılıksız çok nimet veren, ikram ve ihsanda devamlı olan, lütfu, ihsanı ve rahmeti bütün kulları kuşatan),
el-Vekîl: (güvenilen, koruyan, yardım eden, görüp gözeten, her şeyin maliki ve yöneticisi olan),
el-Velî: (dost, seven, görüp gözeten, yardım eden),
ez-Zâhir: (varlığı her şeyden aşikâr olan, her şeye galip gelen, her şeyden yüce olan),
Zâri’(ûn): (ekinleri, bitkileri yetiştiren, büyüten),
Hüvallâhüllezî lâ ilâhe illâ hû: (Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah) (Toplam: 119)
İSİM TAMLAMALARI
Adüvvün li’l-kâfirîn: (kâfirlerin düşmanı)
Âhizün bi nâsiyetihi: (suçluları cezalandıran)
Ahkemü’l-hâkimîn: (hüküm verenlerin en adili)
Ahsenü’l-hâlikîn: (yaratanların, takdir ve tasvir edenlerin en iyisi)
Âlimü’l-ğaybi: (gaybı bilen)
Allâmü’l-ğuyûb: (görünmeyenleri çok iyi bilen)
Bâliğu emrihi: (emri, hükmü hedefine ulaşan, kararını infaz eden)
Bedî’u’s-semâvâti ve’l-ard: (gökleri ve yeri örneği olmadan yaratan)
Berîü’n mine’l-müşrikîn: (müşriklerden berî, uzak olan)
Câmi’u’n-nâs: (kıyamette insanları bir araya toplayan, cem eden)
Ehlü’l-mağfire: (mağfiret ehli, affedici )
Ehlü’t-takvâ: (azabından korkup sakınmaya, korunmaya lâyık olan)
Erhamü’r-râhımîn: (merhamet edenlerin en merhametlisi )
Esdaku hadisen: (en doğru sözlü)
Esdeku kîlen: (en doğru sözlü)
Esra’u ferahan: (kullarının tövbesine çok sevinen)
Esra’u mekren: (hile ve tuzak kuranları en süratli bir şekilde cezalandıran)
Esra’u’l-hâsibîn: (hesap soranların, hesap görenlerin en süratlisi)
Eşeddü be’sen: (çok şiddetli cezalandıran)
Eşeddü ferahan: (kulunun tövbesine çok sevinen)
Eşeddü kuvveten: (çok kuvvetli, çok güçlü)
Eşeddü tenkîlen: (çok şiddetli cezalandıran)
Fa’âlü’n-limâ yürîd: (dilediğini yapan)
Fâliku’l-abbi ve’n-nevâ: (çekirdek ve taneleri çatlatan, yarıp açan )
Fâliku’l-ısbâh: (karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran)
Fâtıru’s-semâvâti ve’l-ard: (yeri ve gökleri yaratan)
Gâlib’ün ‘alâ emrihî: (emirinde işinde ve hükmünde galip olan)
Ğâfirü’z-zenbi: (günahları bağışlayan)
Hâliku külli şey’in: (her şeyin yaratıcısı)
Hayru’l-fâsılîn: (hükmedenlerin, haklı ile haksızı ayırt edenlerin en hayırlısı)
Hayru’l-fâtihîn: (hükmedenlerin, nimet verenlerin, hayır kapılarını açanların en hayırlısı)
Hayru’l-ğâfirîn: (bağışlayanların en hayırlısı)
Hayru’l-hâkimîn: (hüküm ve karar verenlerin en hayırlısı )
Hayru’l-mâkirîn: (hile ile kötülük yapanları bilemeyecekleri, anlayamayacakları cihetlerden daha şiddetli cezalandıran)
Hayru’l-münzilîn: (nimet verenlerin, ikram edenlerin en hayırlısı)
Hayru’l-vârisîn: (varislerin en hayırlısı)
Hayru’n-nâsırîn: (yardım edenlerin en hayırlısı)
Hayru’r-râhımîn: (merhamet edenlerin en hayırlısı)
Hayru’r-râzkîn: (rızık, nimet verenlerin en hayırlısı)
Hayrun hâfizan: (en iyi koruyup gözeten)
İlâhü’n-nâs: (insanların ilâhı)
Kâbilü’t-tevb: (tövbeleri kabul eden)
Kâşifü’l-azâb: (azabı, sıkıntıyı, derdi kaldıran)
Mâlikü yevmiddîn: (hesap gününün maliki, sahibi)
Mâlikü’l-mülk: (bütün mülkün sahibi)
Meliki’n-nâs: (insanların meliki)
Mûhinü keydi’l-kâfirîn: (kâfirlerin tuzağını zayıflatan, boşa çıkaran)
Muhîtü’n bi’l-kâfirîn: (kâfirleri kuşatan)
Muhyî’l-mevtâ: (ölüleri dirilten)
Muhzî’l-kâfirîn: (kâfirleri rezil rüsvay eden)
Mütimmü nûrihi: (nurunu, dînini tamamlayan)
Nûru’s-semâvâti ve’l-ard: (gökleri ve yeri aydınlatan)
Rabbü külli şey’in: (her şeyin rabbi)
Rabbü’l-âlemîn: (âlemlerin rabbi)
Rabbü’l-ard: (yeryüzünün rabbi)
Rabbü’l-arş: (arşın rabbi)
Rabbü’l-felak: (sabahın rabbi)
Rabbü’l-ızzeti: (kudret ve şeref sahibi)
Rabbü’n-nâs: (insanların rabbi),
Rabbü’s-semâvâti: (göklerin rabbi)
Rabbü’ş-şi’râ: (Şi’ra yıldızının sahibi)
Refî’u’d-derecât: (manevî dereceleri ve gökleri tabaka tabaka yükselten)
Semî’u’d-du’â: (tövbeleri ve duaları duyan ve kabul eden)
Serîu’l-hısâb: (hesabı, sorgulaması çok süratli olan)
Şedîdü’l-‘azâb: (azabı, cezalandırması çok şiddetli olan)
Şedîdü’l-‘ıkâb: (çok hızlı cezalandıran)
Şedîdü’l-mihâl: (cezası, azabı, kuvveti çok şiddetli olan)
Vâsi’u’l-mağfire: (bağışlaması, mağfireti bol olan)
Zü’l-fadli’l-azîm: (çok ikram sahibi)
Zî’t-tavl: (lütuf, bağış, ikram, ihsan, af ve bağış sahibi)
Zü’l-ikrâm: (ikram sahibi)
Zû fadlin ale’l-âlemîn: (âlemlere nimet veren)
Zû fadlin ale’n-nâs: (insanlara ikram eden),
Zû-intikam: (intikam sahibi, âsileri, zalimleri cezalandıran)
Zü’l-‘ıkâb: (suçluları, günahkârları, zalimleri cezalandıran)
Zü’l-Arş: (Arş’ın sahibi)
Zü’l-celâl ve’l-ikrâm: (azamet ve kibriya, ikram ve ihsan sahibi)
Zü’l-kuvveti: (güç ve kuvvet sahibi)
Zü’l-mağfire: (af ve bağış sahibi)
Zü’l-me’âric: (bütün derecelerin sahibi)
Zü’r-rahmeti: (merhamet sahibi) (Toplam: 81)
Kur’ân’da Allah’ın güzel isim ve sıfatları bildirildiği gibi hadislerde de bildirilmektedir. Bazı hadislerdeAllah’ın güzel isimlerinin sayısı 99 olarak geçmekte, hadislerin bir kısmında bu isimler zikredilmekte, bir kısmında ise zikredilmemektedir.
Kaynak: Diyanet

http://www.islamveihsan.com/allahin-isimleri-ile-ilgili-ayetler.html